İlk
karşılaşmaları dernekte oldu ama birbirlerini ne zaman fark
ettikleri tam bilinmiyor. Fark edişin ilk hali, bir yürek
kıpırdaması ile ilgili değil aynı esprilere gülen, benzer
espri anlayışlarıydı. Bahar gelip
dernek gezileri başladığında büyük kalabalıklar içinden ayrılan
küçük bir gurubun içinde buluyorlardı kendilerini ve daha bir
kentli esprilerin peş peşe sıralanması dışında ciddi bir şey
konuştukları yoktu. Otobüs gezilerinde ortaya çıkmış üçü kız, beş
kişiden oluşmuş Akasyalar Grubu, yaptıkları şamata şarkılarla
bütün otobüs üzerinde tahakküm kuruyor, hafif kıskançlıkla
şarkılarını bozmaya çalışan diğer küçük grupların itirazlarını
Akasyalar Açarken şarkısı ile bastırıyordu. Müziğine sadık
kalıyorlardı ama sözleri sadece bu iki kelimeden ibaretti. O ve
Beşgür’ün hemen o anda çevrede gördükleri herhangi bir şeyi de
katarak uydurdukları şarkılar ünlü Çerkes şarkısı hoy horida
müziğinde söyleniyor, şarkının nakaratı bütün otobüs içine
yayılıp, neredeyse otobüs şoförünün bile ezberlediği bir hit
haline dönüyordu. Herkesi eğlendirmek gibi bir dertleri yoktu
onların ama herkese de hoş geliyorsa diyecek ne olabilir. Bu
curcunaların içinde başlayan kıvılcım gönlünün kaymasına neden
olmuştu biraz.
Eski sorunlu ve başka şehirlerde kalmış gönül kaymaları ve
mektuplaşmalar artık uzak hatıralarda kalmış gibiydi, düşünüp
duracağı ve kendisini düşünecek birisinin olması, hoş olmaz mıydı
yani.
Çerkesler arasında var olan ve diğerlerine göre epey özgürce
sayılabilecek kaşenlik şakaları ve zeheslerdeki çok hoşlandığı
eski mavralar hoş şeylerdi ama o yaşanan yıllar da artık
sürdürülebilen şeyler olmaktan uzaktı ve bir araya gelişlerde
konuşulan tek şey neredeyse siyasetti. Bu konuşulan siyasi
muhabbetlerin içinden mavra çıkmıyor değildi fakat esen sol hava
konuyu bir mümin ahlakının tıpkısı haline getirmiş durumdaydı.
Aylar boyunca ilgisini saklamaya çalışması sonunda, kendini onun
yanında espri yapamaz hale geldiğini hissedince, telaşa kapıldı.
Dikkatli gözler O’nun haylaz yaramazlıklarının o kolejli
kız çıkıp geldiğinde bir suskunluğa dönüştüğünü kısa sürede fark
etti ve soran gözlerle karşılaşmaya başladı. Susuyordu.
Kendi yüreğinde bir kıpırdanma vardı ancak kızdaki rahatlık
herhangi bir ilgiye dair en ufak bir ümit beslemesine engel
oluyor, çevre içindeki halini bir reddedişe karşı riske edip, test
etmekten korkuyordu. Kızda kendini saklıyor olabilirdi ama kim
bilebilirdi ki gerçek durumu. Sıkıntılı geçecek aylar boyunca
harekete geçmemesini kendi özgüvensizliğine bağlayanlar vardı ve
doğruydu. Bu konudaki çekimser hali kendisi içinde sıkıntılı bir
durumdu.
Zaman zaman kızlara askıntı olan ve reddedildiğinde hemen başka
birilerine askıntı olmayı yöntem haline getiren gençleri hor
görmesine rağmen, onların bu rahat ve yüzsüz haline bir yandan da
imrenmiyor değildi. Kızların aşklarını itiraf edecekleri bir dönem
değildi ve öyle bir durum belki hiçbir zaman olmayacaktı ama keşke
öyle olsaydı. Böyle bir durum belki bazı sıkıntılara neden
olabilirdi ama ne iyi olurdu onun için.
Hayır- hayır- evet.
Bütün yapacağı, kendisini ifşa edecek kızlardan bir tanesine ‘olabilir
belki’ deyip, karşı tarafı o gece mutluluktan uyutmamak. Tanrı
bu özgürlüğü erkeklere verebilmiş değildi henüz. Diğer yandan
kızların bu konuda irade koyması bir toplumsal tabu olduğundan,
kendisini beğenen birisinin çıkmasını bekleyip durmakta kolay bir
şey değildi elbet ama yine de ret hakkını tanrının onlara verdiği
o yıllar, onu reddedilme ürküntüsü içinde kıvrandırıyordu ve bu
durumu paylaşacağı bir Allahın kulu da yoktu. Bu durum, reddedilme
korkusu yanında bazı konulardaki ketum duruşuyla da ilgili idi.
Diğer yandan kızın tek görüşebildikleri dernek ortamına nadir
geliyor olması, zaten meselenin kendiliğinden uzamasına neden
oluyor, işi oluruna bırakmak onun miskin ataletsizliğine uygun
düşüyordu.
Durumu ilk fark edenlerden Feryal, duruma razı olmadı ve kendince
iki nedeni vardı. Kızı tanıyor ve Çerkes meselesinin uzağında bir
burjuva kızı olarak değerlendiriyor, O nu kendilerinden
uzaklaştıracağı kaygısını taşıyordu. Kolej kültürü ile yetişmiş
Çerkeslikten uzak büyütülmüştü ve bir devrimci olarak aralarına
katılması çok zordu. Halbuki kendiside kolejli idi ve bu
hatırlatıldığında kendisini aynı kefeye koymuyor, ben başkayım
demeye getiriyordu. Hemen her konuda tartışıp çekiştikleri, zaman
zaman küsüştükleri halde birbirlerini seviyor ve değer
veriyorlardı. Feryal dernek çevrelerinde gördükleri en değerli ve
en eğitimli kızlardan biriydi ve üstelik kendiside farkındaydı bu
durumun. Diğer taraftan sanki kız kabul etmişte, iş düşünmeye
kalmış gibi bir muhabbet yapmak istemiyordu Feryal’le. Zaten
konuşan o değildi, her şeyi sorguladığı gibi onu da öbürü
didikliyordu durmadan. Erkekler ise konuyu açmaya çekiniyor,
sessizlikle, erkeklere ait bir kapalılıkta seyrediyorlardı durumu.
Açıkçası onun burjuva kültüründe olup olmaması pek umurunda
değildi, kendi kültürü neydi? Proleter kültür mü? İşçilerin gizli
bir örgüt kurarak iktidarı silahla ele geçirmesi ve artık
işleyemez hale gelmiş üretim düzenini hale yola koyma iddiasını
anlayabiliyordu ama insanlığın hiç olmasa beş bin yıldır biriktire
geldiği kültür denen şey nasıl olacakta değişip yeni bir hal
alacaktı. Eşitlik, paylaşmak gibi kavramlar o gün ortaya çıkmış
şeyler gibi gelmiyordu ona ve sosyalizmin müziği değişik bir şey
mi olacaktı. Hadi o biraz değişebilirdi geçici olarak, ya dil?
Feodal geleneklere bağlı babalarımız ve annelerimizle ilişkimizi
kesip atacak mıydık yani. Köyden çocuk yaşlarda kopmuş daha iyi
bir yaşam özlemleri olan birisiydi ve buna hangi ismi vermek
istersen.
Proleter olmak içinde yanıp tutuşmuyordu o kadar, hatta zengin
oluverse birdenbire, itirazımı olacaktı yani. Ona göre, varsa eğer
derin bir kültür farkı, bu kız açısından çok daha ciddi bir sorun
olabilirdi. Ayrıca emekli subay ve halen Çerkesce konuşabilen bir
baba ne kadar burjuva olabilirdi. Ortada ne derin kültürel bir
fark görünüyordu öyle, ne de uçurum bir zenginlik. Feryal’in
bakışında ki eleştiri de, zengin olmaktan çok sol veya dönüşe
sıcak bakmayacak bir yabancılaşma meselesiydi. O’na göre ise dönüş
uzakta bir şeydi ama sol bir bakış açısına daha şimdiden yakın
görüyordu onu, yaptığı espri ve konuşmalar zaten belli ediyordu
bunu. Bütün bunlar ara sıra onunla konuştukları ve daha çok kendi
düşündüğü şeylerdi ama çokta umurunda değildi. Aşk bunların hiç
birini dinlemez. Aşk burjuvaziden de köklü bir şey, proletaryadan
da ve ne zaman tanır ne sınıf, ne yoksulluk ne felsefe, üstelikte
soylu. Feryal’in itirazları itirazdı sadece, onunda dayattığı bir
şey yoktu zaten.
İki mayıs bin dokuz yüz yetmiş yedi günü sabahı, artık Boğaziçi
Üniversitesi öğrencisi olan Ayşe, çalıştığı işyerinin telefonunu
bir yerlerden güç bela bulup onu aradı, sağ mısın, başına bir
şey gelmedi ya? İlk defa olmuştu böyle bir şey.
Sağ kaldığına duacıydı ne yalan söylesin ama olağanüstü bir
kışkırtmanın getirdiği felaketin şokundan kurtulabilmiş değildi
henüz. Sular idaresi terasından Taksim meydanını doldurmuş o
müthiş kalabalığa, daha sonraları hiçbir zaman aydınlatılamayacak
kişilerce otomatik silahlarla ateş açıldığını bildikleri halde,
DİSK ve Dev-genç, tüm Maocu grupları Amerikan ajanlığıyla suçluyor
ve kışkırtmayı onların üzerine yıkıyordu o gün. Kırk kişiye yakın
ölümün olduğu o kanlı meydan ertesi gün yıkanıp temizlenmişti ama
kışkırtma işe yaramış, devrimci gençliği birbirine düşürmeye
yetmişti ve gelecek askeri yönetimlerin yakın habercisiydi durum.
O tarihten itibaren bütün vapur çıkışları ve köprü girişlerinde
otobüsler aranacak gözaltına alınmak için belli okullarda öğrenci
olmak kafi gelecekti. Öğrenciler bu duruma çare olarak okul
kimliği yerine Nüfus kağıdı taşıyacak, masumiyetlerini kanıtlamak
için sahte sigorta kartı gibi şeyler çıkarttırıp, otobüs yerine
dolmuş, vapur yerine deniz motorlarını kullanmaya özen
göstereceklerdi. Köprü gişelerinde ve Zincirlikuyu gibi merkezi
yerlerde, otobüslerden indirilen bütün erkekler yere yüzükoyun
yatırılıp aranacak ve şehir içinde sabahları sokağa çıkıp işine
gitmek, olası belaları göze alma cesaretiyle mümkün olacaktı
artık.
Bu ruh hali içinde patronun odasına gelen ve kendisini arayıp
bulan o telefon, bütün kötü düşüncelerin üstünü örtüverdi bir an.
Erguvanlar boğazı süslemeye başlamıştı çoktan ve baharın ne terörü
dinlediği vardı ne de şehir halkının umutsuz halini. Hayat, bütün
umutsuzlukları umuda dönüştürüverir bazen.
Şehir bütün bu olanları hüzünle seyrediyor, geceleri sokaklarda
kimselerin olmadığı, sarı ışıklı fersiz fenerleri ve sesini
kısmış, suratlarından umutsuzluk süzülen ahalisi ile başına
gelecekleri bekliyordu. Geceler, yazıya çıkmış gençliğin elindeydi
ve birde onları sokak aralarında kovalayıp duran gri minibüslü
sivil polislerin. Çöpçüler sabaha doğru, bütün onlar çekilip
gittikten ve silah sesleri yatıştıktan sonra çıkabiliyorlardı
sokağa. Kediler ve köpeklerin çöp bidonlarını karıştırmaya
yeterince vakti vardı ve çatışmalardan bezmiş şehir halkının
görünürdeki tek umudu bu işe asker el koysun diyenlerin
dışında, birkaç ay sonra yapılacak olan genel seçim. Umutları ise,
gençliğe biraz daha şefkatle yanaşacağını umdukları, Karaoğlan. |