...................
...................

O HÜZÜNLÜ İSTANBUL    -11

Erhan Hapae

                         
...................
...................

İsa, Shapsugh’un terk edip gittiği evde gördü onu ilk. Yanmayan Vezüv marka kahverengi gaz sobasının başında. Göksunlu bir arkadaşıyla yeşil parkası içinde oturuyordu. O ise Jançat veya Çelej’den bir aydınger almaya gelmişti ama ev sahiplerinden kimse yoktu evde. Bildiği yerleri aradı ve istediğini bulup onlara eyvallah demek için salona döndüğünde üşüyen hallerine üzülüp;
- Bizde kalorifer yanıyor, dedi
. İsterseniz bize gelin.

Cevap bile vermediler. Sessizce kalkıp çantalarını aldılar ve peşine düşüp Yıldız’daki eve geldiler ve geliş o geliş. Proje teslim dönemi olduğu için birkaç gün izinliydi. Murat henüz eve gelip yerleşmiş değildi. Akşam Selo geldiğinde Merzey’i tanıyor çıktı ve tezahüratlarla karşıladı. Karaköy yolcu iskelesinde ucuz bulup iki kilo karides getirip gelmişti. Kesekâğıdını açtı;
- Wey sikoşher, dedi. Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?

Büyük çekirgeye benzetenler oldu, tanıyanı çıkmadı.
- Allahın köylüleri, dedi. Buna karides derler ve denizden çıkar.
- Konuşma, dedi Merzey Allah'ın Gürün’lüsü, deniz senin için bir mavi tarla.

Bütün gece haşladı soydu uğraştı, zeytinyağı yoktu evde, üst katta oturan Adanalı öğrenci evinden istedi, süsleyip sofraya getirdi. Sonunda yemeye razı oldular, kimseye beğendiremedi.

Merzey’in cevabını beğenmemişti. Onun ve Beşgür’ün espri anlayışına uymayan değişik hazırcevap bir espri anlayışı vardı ve hiçbir lafın altında kalmaya niyetli görünmüyordu. Çerkes köylerinde yapılan zexeslerden tanıdık gelen bir espri tarzıydı bu ve bir nevi köylü savunması. O gece onlar içerde uzun uzun muhabbet etti, O da, uykudan düşüp bayılana kadar dönem projesini çizdi durdu. Kalıp kalamayacakları ile ilgili hiçbir şey sormadılar ve yere serilen bir yatakta ikisi yan yana uyudular o gece.

Birisi Göksun’dan diğeri Bursa’dan çıkıp buraya geldikleri gibi önce Ankara’ya iş aramaya gitmişlerdi. Dört tanıdık Çerkes öğrencinin birlikte kaldığı Maltepe’deki evde tesadüfen tanışıp, birkaç ay kalmışlar, Mansur’un büyük bir ilaç firmasında üst yönetici olarak çalışan bir tanıdığı ile görüşmek üzere İstanbul’a gelmişlerdi.


‘’Köyde, öğretmen bütün sınıfa okuyup ne olmak istediklerini sordu. Herkes öğretmen, subay polis gibi makul şeyler söylüyordu. Benim ağzımdan hâkim lafı çıktı, sıfır tıraşlı kafama bir şaplak atıp sen dedi bu kafayla, olsan olsan imam olursun. Onun dediği çıktı, bende imam oldum. Sonradan öğretmeni Gönende bir yerde bulup intikamımı aldım. TİP’li olmuştu, hoca dedim ona, öğretmen olup TİP’li olmak kolay, imam olup Maocu olsana sıkıysa.’’


Ne iş yapıyorsun diyenlere anlattığı şey buydu. Bursa’da dernek çevresinde Mürsel’in de aralarında bulunduğu küçük bir sol gurup içindeydi, Mürsel’in geçmişi ve Ankara’dan oraya tayin olmuş bir yüksek hemşire kızın etkisi onu imamlıktan Maoculuğa kadar sürüklemiş, Bursa’da imamlık yaptığı küçük camideki görevinden uzaklaştırılmıştı. Diğer yandan kayıtlı olduğu ama doğru dürüst gitmediği Ticari ilimler Akademisinden de atılmak üzereydi. İlaç mümessilliği için açılmış olan eğitim kursuna Mansur kabul edilmiş ve her gün eğitime katılıyordu. O da farklı rakip sol bir siyasettendi ve Murat’ın canını sıkan bir kâbustu. Mansur’un anlattıklarına bakılırsa, şirket yakında girecek olduğumuz Avrupa Ekonomik Topluluğu şartlarına uyma hazırlığı içindeydi ve aldıkları eğitimin esbabı-mucizesi buydu. Birazda küçümseyerek baktığı bu ‘’ikinci derece emperyalizm kucağının’’ olası tehlikelerini anlatıyordu ama kaygı duymasına hiç gerek yoktu. Çünkü Erbakan Hoca daha şimdiden Onlar ortak biz Pazar diye bayrağı açmış durumdaydı. Ülkede nüfus başına düşen gelir 1000 dolar bile değildi. İthalatı iki milyar doları geçmeyen ülkenin nasıl bir pazar olacağı ile ilgili kafa yoran bir Allah'ın kulu da yoktu.

Merzey dernek çevresinde tanıdık eş dost arasında bir iki işe girerek başladı ve tanıdık bir Çeçen’in ustabaşı olduğu bir rotil fabrikasında muhasebe elemanı olarak iş buldu sonunda. Ondan önce bir ay gibi çalıştığı bir işte çetin bir kış günü Kurtalan ekspresine bindi, Kars’a kadar gidip tencere satmaya uğraştı. Yolcu edileceği gece, O’na ablası tarafından taksitle alınmış ve Yıldızdaki evin tek kışlık takım elbisesi ona giydirilip denenmiş, köşe bucak aranıp Selo’ya ait bir kazak valizine eklenerek hazırlanmıştı. Mansur, tren Yozgat’ı geçtikten hemen sonra göğsüne ve sırtına bir eski gazete sıkıştırmasını öğütlüyor, kulağının donmuş ve kopup pencereye yapışmış olarak uyanmasını istemiyorsa otobüslerde pencere kenarına oturmamasını tavsiye ediyordu. Bütün bunları dinlediğinde kendiside şaşkınlığa uğramış ve ‘’son görüşmemiz olacak anladığım kadarıyla’’ esprisiyle, ilk gireceği dükkân da müşteriye ne diyeceğine dair hiçbir fikri olmadığını ekliyordu. Soğuğun yaktığı kararmış yüzüyle canını kurtarıp bir ay sonra şehre dönebildiğinde, bu işi yapamayacağını bildirmişti iş yerine. Bu yeni işi İstanbul’a yerleşmesi için bir olanak.

Murat uzak bir gecekondu bölgesine sürgüne gönderilmiş, Mansur birkaç ay sonra kursu bitirip Kayseri’ye ilaç mümessili olarak tayin edilmiş ve Selo evlilik hazırlıkları içinde Kızıl toprak’ta kiraladığı evi hazırlamaya başlamıştı. Baş başa kaldıkları evde farklı espri anlayışları ve kendi seçimi olmadığı için gergin başlayan ilişkileri, zaman içinde yumuşayarak, birbirlerini keşfeden bir sürecin sonunda, bütün Çerkes grubu arasında birbirlerine değer verecekleri bir arkadaşlığa doğru bir yol izleyecekti. Onun genel olarak siyasete küskün hali ve arkadaşları ile serin ilişkiler içinde olduğu dönemlerde, bu ilişkiyi sabırla onarıp inşa etmeye esas olarak uğraşan Merzey olacaktı.

O okuldan arkadaşları ile takılıyor, dönem projelerini Osmanbey’de bir sınıf arkadaşının evinde çiziyor, ara verdiği yoğun siyasi tartışmaların yerine, yine içine düştüğü mimari ortamda diğerlerinin cılız çizgi ve sınırlı ilgilerinin imkân verdiği ukalalığın tadını çıkartıyordu. Kendisinden pekte emin olmadan arkadaşlarına önerdiği proje çözümleri onların hocaları tarafından kayda değer bulununca önemi ve ağırlığı daha da artıyor, en az üç sınıf arkadaşı O’na danışmadan proje geliştirmiyor, çizmiyor, hatta teslim etmiyordu. Bu öğrenciler arasında hiç Çerkes olan yoktu. Sınıftaki tek Çerkes bir Düzceli idi ama o siyasete dalmış ve zerre anlamadığı mimarlık eğitimini ve umutsuz mezuniyetini devrim sonrasına ertelemiş, ortalıktan yok olup gitmişti. Zengince ve Elmadağ genelevlerinde tek bir kadına tutulmuş ve tutkularını üçü birlikte yatağa girerek dindirmeye çalışan iki arkadaşı, proje günlerinden fırsatlar yaratıp, onu Tarabya’ya balık ve rakıya götürüyorlardı.

Çelej’in, Osmanbey’de çalıştığı mühendislik bürosundan bir iş teklifi aldı. Bir statik büro olmasına rağmen bazı mimari işler geliyordu ve bunlara cevap verecek kıdemli bir mimari öğrenci arıyorlardı. Patronun sadece bir iki saat uğradığı ve neredeyse Çelej’in yönettiği bir yerdi burası.  Zaman sınırlaması olmayan ve bu anlamda öğrenciler için aranıp da bulunamayacak, salaş ve gevşek bir büro idi ve ücrette fena değil.

Dönemin ünlü Hocası Sedad Hakkı Eldem’in projelerine statikçi olarak katılan büroda 3 Çerkes bir Laz öğrenci çalışıyordu ve patron ise daha sonra çok sevip yıllar sonra ortak olacağı eski İTÜ’lü bir Adanalı, Salim ağabey.

Merzey bir akşam geldi ve biz evleneceğiz dedi, ev arıyoruz. Bir yandan sevinmişti ama Feryal’in kendisini uyarıp durduğu kültürel farklılaşmanın, ilerde muhtemel ki problem olacağı bir evlilik olacaktı bu ve aşılması gereken daha şimdiden birçok engel barındırıyordu. Dönemin kültürel iklimi bu tip evliliklere uygundu ama ilerde neler olacağı ile ilgili hiçbir fikri yoktu kimsenin. En yakın arkadaşları da olsa bunları yüzlerine söyleyecek cesareti bulamadı kendinde. Bu konuda tek itiraz ettiği şey Murat’la o çok sevdikleri kızın ilişkisi idi ve bu rahatsızlığını söyleyebildiği tek kişi yinede Merzey’di. Feryale söz etmiş miydi hatırlamıyordu ama zaten Feryal tam tersini savunuyor ve tereddütler gösteren kızı ikna etmeye çalışıyordu. O, ise kıza hiçbir şey söyleyemedi ve hata etti.

Ertesi gün büroda durumu Çelej’e söylediğinde, Laz milletinden İbo bile sevindi ve gelin arabası benden dedi. Babası polis emeklisi bir taksi şoförüydü ve araba 56 model Chevrolet. Kala kala bir ev meselesi kalmıştı çözülecek. Uzun uğraşları sonunda uygun bir ev bulamadılar ama bir çare buldular. O, evi onlara bırakıp başının çaresine bakacaktı. Laz ibo, Memo’nun Reyhanlı çerkesçesini epey bişey sökmüştü, kolay diyordu bu dil, anlamayacak bir şey yok. Bunları söylemesine sebep Memo’nun bir telefon konuşmasıydı. Sahatır onum Ufi’m yı ön. İbo, kiriş çizdiği masadan başını kaldırıp; Saat onda Ufi’nin önünde mi buluşcan oğlum? Diye sordu Memo’ya.

 
1.Bölüm        2.Bölüm        3.Bölüm       4.Bölüm       5.Bölüm       6.Bölüm   
7.Bölüm        8.Bölüm        9.Bölüm         10.Bölüm        11.Bölüm
12.Bölüm       13.Bölüm       14.Bölüm