İsa,
Shapsugh’un terk edip gittiği evde gördü onu ilk. Yanmayan
Vezüv marka kahverengi gaz sobasının başında. Göksunlu bir
arkadaşıyla yeşil parkası içinde oturuyordu. O ise Jançat veya
Çelej’den bir aydınger almaya gelmişti ama ev sahiplerinden
kimse yoktu evde. Bildiği
yerleri aradı ve istediğini bulup onlara eyvallah demek için
salona döndüğünde üşüyen hallerine üzülüp;
- Bizde kalorifer yanıyor, dedi.
İsterseniz bize gelin.
Cevap bile vermediler. Sessizce kalkıp çantalarını aldılar ve
peşine düşüp Yıldız’daki eve geldiler ve geliş o geliş. Proje
teslim dönemi olduğu için birkaç gün izinliydi. Murat henüz eve
gelip yerleşmiş değildi. Akşam Selo geldiğinde Merzey’i tanıyor
çıktı ve tezahüratlarla karşıladı. Karaköy yolcu iskelesinde ucuz
bulup iki kilo karides getirip gelmişti. Kesekâğıdını açtı;
- Wey sikoşher, dedi. Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?
Büyük çekirgeye benzetenler oldu, tanıyanı çıkmadı.
- Allahın köylüleri, dedi. Buna karides derler ve denizden çıkar.
- Konuşma, dedi Merzey Allah'ın Gürün’lüsü, deniz senin için bir
mavi tarla.
Bütün gece haşladı soydu uğraştı, zeytinyağı yoktu evde, üst katta
oturan Adanalı öğrenci evinden istedi, süsleyip sofraya getirdi.
Sonunda yemeye razı oldular, kimseye beğendiremedi.
Merzey’in cevabını beğenmemişti. Onun ve Beşgür’ün espri
anlayışına uymayan değişik hazırcevap bir espri anlayışı vardı ve
hiçbir lafın altında kalmaya niyetli görünmüyordu. Çerkes
köylerinde yapılan zexeslerden tanıdık gelen bir espri tarzıydı bu
ve bir nevi köylü savunması. O gece onlar içerde uzun uzun
muhabbet etti, O da, uykudan düşüp bayılana kadar dönem projesini
çizdi durdu. Kalıp kalamayacakları ile ilgili hiçbir şey
sormadılar ve yere serilen bir yatakta ikisi yan yana uyudular o
gece.
Birisi Göksun’dan diğeri Bursa’dan çıkıp buraya geldikleri gibi
önce Ankara’ya iş aramaya gitmişlerdi. Dört tanıdık Çerkes
öğrencinin birlikte kaldığı Maltepe’deki evde tesadüfen tanışıp,
birkaç ay kalmışlar, Mansur’un büyük bir ilaç firmasında üst
yönetici olarak çalışan bir tanıdığı ile görüşmek üzere İstanbul’a
gelmişlerdi.
‘’Köyde, öğretmen bütün sınıfa okuyup ne olmak istediklerini
sordu. Herkes öğretmen, subay polis gibi makul şeyler söylüyordu.
Benim ağzımdan hâkim lafı çıktı, sıfır tıraşlı kafama bir şaplak
atıp sen dedi bu kafayla, olsan olsan imam olursun. Onun dediği
çıktı, bende imam oldum. Sonradan öğretmeni Gönende bir yerde
bulup intikamımı aldım. TİP’li olmuştu, hoca dedim ona, öğretmen
olup TİP’li olmak kolay, imam olup Maocu olsana sıkıysa.’’
Ne iş yapıyorsun diyenlere anlattığı şey buydu. Bursa’da dernek
çevresinde Mürsel’in de aralarında bulunduğu küçük bir sol gurup
içindeydi, Mürsel’in geçmişi ve Ankara’dan oraya tayin olmuş bir
yüksek hemşire kızın etkisi onu imamlıktan Maoculuğa kadar
sürüklemiş, Bursa’da imamlık yaptığı küçük camideki görevinden
uzaklaştırılmıştı. Diğer yandan kayıtlı olduğu ama doğru dürüst
gitmediği Ticari ilimler Akademisinden de atılmak üzereydi. İlaç
mümessilliği için açılmış olan eğitim kursuna Mansur kabul edilmiş
ve her gün eğitime katılıyordu. O da farklı rakip sol bir
siyasettendi ve Murat’ın canını sıkan bir kâbustu. Mansur’un
anlattıklarına bakılırsa, şirket yakında girecek olduğumuz Avrupa
Ekonomik Topluluğu şartlarına uyma hazırlığı içindeydi ve
aldıkları eğitimin esbabı-mucizesi buydu. Birazda küçümseyerek
baktığı bu ‘’ikinci derece emperyalizm kucağının’’ olası
tehlikelerini anlatıyordu ama kaygı duymasına hiç gerek yoktu.
Çünkü Erbakan Hoca daha şimdiden Onlar ortak biz Pazar diye
bayrağı açmış durumdaydı. Ülkede nüfus başına düşen gelir 1000
dolar bile değildi. İthalatı iki milyar doları geçmeyen ülkenin
nasıl bir pazar olacağı ile ilgili kafa yoran bir Allah'ın kulu da
yoktu.
Merzey dernek çevresinde tanıdık eş dost arasında bir iki işe
girerek başladı ve tanıdık bir Çeçen’in ustabaşı olduğu bir rotil
fabrikasında muhasebe elemanı olarak iş buldu sonunda. Ondan önce
bir ay gibi çalıştığı bir işte çetin bir kış günü Kurtalan
ekspresine bindi, Kars’a kadar gidip tencere satmaya uğraştı.
Yolcu edileceği gece, O’na ablası tarafından taksitle
alınmış ve Yıldızdaki evin tek kışlık takım elbisesi ona
giydirilip denenmiş, köşe bucak aranıp Selo’ya ait bir kazak
valizine eklenerek hazırlanmıştı. Mansur, tren Yozgat’ı geçtikten
hemen sonra göğsüne ve sırtına bir eski gazete sıkıştırmasını
öğütlüyor, kulağının donmuş ve kopup pencereye yapışmış olarak
uyanmasını istemiyorsa otobüslerde pencere kenarına oturmamasını
tavsiye ediyordu. Bütün bunları dinlediğinde kendiside şaşkınlığa
uğramış ve ‘’son görüşmemiz olacak anladığım kadarıyla’’
esprisiyle, ilk gireceği dükkân da müşteriye ne diyeceğine dair
hiçbir fikri olmadığını ekliyordu. Soğuğun yaktığı kararmış
yüzüyle canını kurtarıp bir ay sonra şehre dönebildiğinde, bu işi
yapamayacağını bildirmişti iş yerine. Bu yeni işi İstanbul’a
yerleşmesi için bir olanak.
Murat uzak bir gecekondu bölgesine sürgüne gönderilmiş, Mansur
birkaç ay sonra kursu bitirip Kayseri’ye ilaç mümessili olarak
tayin edilmiş ve Selo evlilik hazırlıkları içinde Kızıl toprak’ta
kiraladığı evi hazırlamaya başlamıştı. Baş başa kaldıkları evde
farklı espri anlayışları ve kendi seçimi olmadığı için gergin
başlayan ilişkileri, zaman içinde yumuşayarak, birbirlerini
keşfeden bir sürecin sonunda, bütün Çerkes grubu arasında
birbirlerine değer verecekleri bir arkadaşlığa doğru bir yol
izleyecekti. Onun genel olarak siyasete küskün hali ve
arkadaşları ile serin ilişkiler içinde olduğu dönemlerde, bu
ilişkiyi sabırla onarıp inşa etmeye esas olarak uğraşan Merzey
olacaktı.
O okuldan arkadaşları ile takılıyor, dönem projelerini Osmanbey’de
bir sınıf arkadaşının evinde çiziyor, ara verdiği yoğun siyasi
tartışmaların yerine, yine içine düştüğü mimari ortamda
diğerlerinin cılız çizgi ve sınırlı ilgilerinin imkân verdiği
ukalalığın tadını çıkartıyordu. Kendisinden pekte emin olmadan
arkadaşlarına önerdiği proje çözümleri onların hocaları tarafından
kayda değer bulununca önemi ve ağırlığı daha da artıyor, en az üç
sınıf arkadaşı O’na danışmadan proje geliştirmiyor, çizmiyor,
hatta teslim etmiyordu. Bu öğrenciler arasında hiç Çerkes olan
yoktu. Sınıftaki tek Çerkes bir Düzceli idi ama o siyasete dalmış
ve zerre anlamadığı mimarlık eğitimini ve umutsuz mezuniyetini
devrim sonrasına ertelemiş, ortalıktan yok olup gitmişti. Zengince
ve Elmadağ genelevlerinde tek bir kadına tutulmuş ve tutkularını
üçü birlikte yatağa girerek dindirmeye çalışan iki arkadaşı, proje
günlerinden fırsatlar yaratıp, onu Tarabya’ya balık ve rakıya
götürüyorlardı.
Çelej’in, Osmanbey’de çalıştığı mühendislik bürosundan bir iş
teklifi aldı. Bir statik büro olmasına rağmen bazı mimari işler
geliyordu ve bunlara cevap verecek kıdemli bir mimari öğrenci
arıyorlardı. Patronun sadece bir iki saat uğradığı ve neredeyse
Çelej’in yönettiği bir yerdi burası. Zaman sınırlaması olmayan ve
bu anlamda öğrenciler için aranıp da bulunamayacak, salaş ve
gevşek bir büro idi ve ücrette fena değil.
Dönemin ünlü Hocası Sedad Hakkı Eldem’in projelerine statikçi
olarak katılan büroda 3 Çerkes bir Laz öğrenci çalışıyordu ve
patron ise daha sonra çok sevip yıllar sonra ortak olacağı eski
İTÜ’lü bir Adanalı, Salim ağabey.
Merzey bir akşam geldi ve biz evleneceğiz dedi, ev arıyoruz. Bir
yandan sevinmişti ama Feryal’in kendisini uyarıp durduğu kültürel
farklılaşmanın, ilerde muhtemel ki problem olacağı bir evlilik
olacaktı bu ve aşılması gereken daha şimdiden birçok engel
barındırıyordu. Dönemin kültürel iklimi bu tip evliliklere uygundu
ama ilerde neler olacağı ile ilgili hiçbir fikri yoktu kimsenin.
En yakın arkadaşları da olsa bunları yüzlerine söyleyecek cesareti
bulamadı kendinde. Bu konuda tek itiraz ettiği şey Murat’la o çok
sevdikleri kızın ilişkisi idi ve bu rahatsızlığını söyleyebildiği
tek kişi yinede Merzey’di. Feryale söz etmiş miydi hatırlamıyordu
ama zaten Feryal tam tersini savunuyor ve tereddütler gösteren
kızı ikna etmeye çalışıyordu. O, ise kıza hiçbir şey söyleyemedi
ve hata etti.
Ertesi
gün büroda durumu Çelej’e söylediğinde, Laz milletinden İbo bile
sevindi ve gelin arabası benden dedi. Babası polis emeklisi bir
taksi şoförüydü ve araba 56 model Chevrolet. Kala kala bir ev
meselesi kalmıştı çözülecek. Uzun uğraşları sonunda uygun bir ev
bulamadılar ama bir çare buldular. O, evi onlara bırakıp
başının çaresine bakacaktı. Laz ibo, Memo’nun Reyhanlı
çerkesçesini epey bişey sökmüştü, kolay diyordu bu dil,
anlamayacak bir şey yok. Bunları söylemesine sebep Memo’nun bir
telefon konuşmasıydı. Sahatır onum Ufi’m yı ön. İbo, kiriş
çizdiği masadan başını kaldırıp; Saat onda Ufi’nin önünde mi
buluşcan oğlum? Diye sordu Memo’ya.
|