Gözlük
Fehmi’nin, ülkeyi ‘’Nazım gibi’’ sessizce terk edip Kabardey’e
döndüğü o yıl, Orhan Bey’de kayboldu ortalıktan. Ne eyvallah dedi
kimseye, ne kimsenin nereye gittiğinden haberi oldu. Uzun bir
zaman sonra gelen haberle, bir süre Ankara’da kalıp tutunmaya
çalıştığını, sonunda oraya da dayanamayıp, Mecitözü’nün Danun
köyüne baba ocağına gidip sığındığını öğrendiler. Saint Michel’de
bohem takılmış entelektüel sayılacak bir gezginin, geri çekile
çekile kıraç bir Anadolu köyüne sığınmış olması o gün onların
anlayabileceği bir durum değildi. Belki bu gün bile.
Dernekte ÇRT gösterisini yaptıklarında tanıştılar ilk, gelip
kutlamıştı O’nu, Feryali ve Beşgür’ü tek tek. O gece kutlayanları
çoktu ama onun sözleri akılda kalıcıydı. Bütün dikkatleri iyi
aydınlattığınız bir küçük çerçeveye sığdırmanız ustaca olmuş, işi
uzatıp seyirciyi sıkmadınız tam tadında bıraktınız ve
esprilerinizde hiç fena değil. Boyu yedi karışı geçmeyecek
kadar kısa, 50 kiloyu bulmayan ağırlığı, ipek fuları ve şık giyimi
ve uzatarak kurduğu cümleleriyle yaptığı kutlama, uzaktan tanıdığı
ve hakkında dedikodular duyduğu bu efemine tipli Parisli ile
tanışma fırsatı yaratmıştı. Diğer yandan başkanın hiç hoşuna
gitmeyen gösteri bu ikinci başkan tarafından beğenilmişti.
Çorumlu bir Çerkes köylüsü olduğunu bilmeseniz, yeni gerçekçi
İtalyan sineması üzerine irdelemeler yapan bunalımlı bir Fransız
sinema eleştirmeni sanırdınız. Bir paragraf kadar uzun ve
virgülsüz cümleleriyle karşı karşıya kalmak bile başlı başına bir
sorundu ve onu anlayabilmek, birinci başkanın neredeyse bir
yüzyılını alacak gibi görünüyordu. Tanrı'nın, onları neden bir
araya getirdiği anlaşılır gibi değil. Başkan kadar olmasa bile
O’nun açısından da durum hiç kolay değildi. Güzel sanatlarda
devam ettiği ve nereye kadar vardırdığı bilinmeyen bir eğitimin
ardından Paris’e gidip yerleşmiş ve o zamanlar, yitip gitmekte
olan Wubıh dili ile ilgili çalışmaları nedeniyle, Çerkesler
arasında hiç okunmadan efsane haline gelmiş Prof. Georges Dümezil
ile tanışıp ona asistan olmuştu.
Bu asistanlığı, üniversitede bir görevle mi ilgili bilinmiyordu
ama onlara gösterdiği fotoğraf albümünde papyonlu bir şekilde Hoca
ile çekilmiş birkaç siyah beyaz fotoğrafı vardı. İlişkilerinin bir
resmi görev mi yoksa amatör bir yardım mı olduğu konusunda kendisi
bir şey anlatmıyor, ilişkinin nasıl ve ne zaman sonuçlandığı
bilinmiyordu. Fakat Paris’te takılmış eski Türk sanatçılara benzer
bohemlikte bir hayat yaşadığı ve varoluşçu sohbetlerde kıyısından
da olsa dolaşmış olduğu anlaşılıyordu. Dönemin siyasi iklimi ve
yelpazesi içinde konumlandıracağın bir yer yoktu. Öyle olsa rahat
edecekti, ama karmaşık konuşma hali ve kendini ele vermeyen
entelektüel gevezeliğinden ne solcu olduğu anlaşılıyordu ne de
başka bir şey. Bütün bunlara rağmen o dönem O ve genç gruba
yanaşıyor ve onların peşinde, onların bir şeyler becermesini ister
hali ilişkilerini geliştiriyor ve O’da bunaltıcı konuşmalarına
kafa yorup anlamaya çalışıyordu.
Yıldızdaki eve gelip gitmeye başladı. Üçüncü Levent'te kirada
oturduğu tek katlı küçük sobalı eve davet etti birkaç kez. Tabi
onun ziyaret etmesi veya evine ziyarete gitmek sabahlamayı baştan
göze almakla mümkündü. Bu cesareti topladıkları bir akşam O,
Napolyon, Beşgür ve Cimok ziyaretine gittiler. Evin ısıtılan küçük
salonu bir bekâr evi düzensizliğindeydi ve Suriyeli Çerkes bir
pansiyoneri vardı. Dernekte ara sıra gördükleri bu sessiz Suriyeli
burada kalıyormuş demek, diye şaşırdılar. O gece veda etme
isteğiyle bulundukları beş girişim başarısız olmuş sabahı
etmişlerdi. Bütün bu on saat boyunca O, Cimok ve Beşgür doğru
dürüst birer cümle bile kuramamış; ama, neden, fakat gibi birkaç
kelime çıkabilmişti ağızlarından. Napolyon ne yapıp edip bir otuz
cümle ile girmişti muhabbete ama Suriyeli devrilip uykuya dalmıştı
çoktan. Anlattığını güzel anlattığından veya sohbetin
derinliğinden çok, fırsat vermez gevezeliği dinlemek zorunda
bırakmıştı onları.
Yinede onları etkilemişti. A3 boyutunda aydınger sayfalarına çini
mürekkebi ile çizdiği ve o haliyle ciltlettiği çizgi roman dev
boyutlarda bir kitaptı ve Fransızca yazılmıştı. Nikson, Mao ve
Brejnev’in çocukluk arkadaşı olduğu bir dünyanın çizgi romanıydı.
O gün dünyayı yöneten ve her söyledikleri yeni bir bölgesel savaşa
neden olan, eğer o olmuyorsa, doların ve petrol fiyatlarının her
an değişmesine neden olan bu üç İmparatorun, o yaşlarda bir araya
getirilmiş olması başlı başına parlak bir fikirdi. İlişki ve
çelişkileriyle oyun oynayıp çocukluk yapacakları bu fantastik
dünya, içinden olmadık esprilerin çıkacağı aşikâr bir bakış
açısıydı.
Büyük gazetelerin ön sayfa karikatürleri çizen baş ustaları dâhil
birkaç kişiye gösterdiğini, ilgilenmediklerini anlatıyor, aslında
kıskanıldığını direkt söylemese de ima ediyor, uğraşının devam
ettiğini belirtiyordu. Kendilerine rakip olma ihtimali olan
ustaları dolaşıp durmasının doğru olmadığını ona söyleyebilecek ne
halleri vardı ve ne de cesaretleri. Bütün bunlar olsa bile fırsat
verip dinleyecek birisi değildi karşılarındaki. Reklam yazarı
olarak bir ajansta çalışıyor geçimini o şekilde sağlamaya
çalışıyordu ama mühim bir para kazandığı gibi durum görünmüyordu
ortalıkta. Başka bir sosyal hayatı var mıydı, bir kadınla ilişkisi
mesela veya iş dünyasındaki sosyal çevresi bilinmiyordu ama
Beşgür’ün caz merakını öğrenmiş, ona bir yerlerden bir davetiye
ayarlayabiliyordu zaman zaman.
Önerdiği onlarca şeyden, 5 konferans kitap halinde yayınlandı, bir
de Afeşij Emin için bir kaset. Dernek içinde Cimok’a yaptırdığı
duvar resimleri yeni seçilen bir yönetim tarafından eski
Osmanlıların yaptığı gibi badana ile kapatılana kadar duvarları
süsledi. Jançat’ın çalıştırdığı gurubun halk danslarını çok fazla
Adige bulmuyordu ve yerel oyunlardan derleme bir oyun yazıp
uygulatmaya çalıştı. Gerçekleşenler kendi uğraşıp didinmesi ile
oldu, ne yardım edeni oldu nede kendisini anlayanı. İhtiyarlar
manasız buldular, devrimci gençlik ise önemsiz. Madem Nehar
Tüblek'te tutmamıştı onu, Çerkesler niye beğensin.
Kendisi tarafından verilen konferans, yüzlerce istatistiği içeren
bilgi dolu bir konuşmaydı ama dinleyiciyi cezp etmeyen ses tonu,
araya girip açıklama yaptıkça karmaşıklaştıran konuşma şekli,
sonradan kıymeti anlaşılacak çalışmayı çekilmez hale getirmişti.
Üç buçuk saat süren ve bütün özerk cumhuriyetlerin siyasi
statülerinden demografik yapılarına, bitki örtüsünden çiçek
çeşitlerine ve hatta küçükbaş hayvan sayılarına kadar her detayı
içeren kesintisiz konferans bittiğinde, buradan sağ çıkarlarsa
kurban kesmeye söz vermişlerin sayısı yirmi kişiden fazlaydı.
Bağlarbaşı Bağlarbaşı olalı böyle zulüm görmedi dedi Selo
yanındakine fısıldayarak. Bütün dinleyiciler aynı duygulara
sahiptiler ne yazık ve tebrik kuyruğuna girmiş olanların esas
söylemek istedikleri muhtemelen şuydu,‘’hepimizi öldürmeden
önce bitirmiş olman ne kadar zarif bir davranış’’.
Ne var ki o gece mutlu olmuştu. O ve Cimok ile birlikte Beşiktaş
otobüsünü bekleyip karşıya geçtiler.
Konuşmayı hiç kesmeden Yıldız'da elinden tutup indirmek zorunda
kalmışlardı çünkü konuşmanın seyri ile ineceği durakları unutup
gidiyordu. Sizi durağa kadar geçirelim deme gafletiyle Levent’e
kadar yürümüş olduklarını fark edip müsaade istediler. Durun
dedi bende biraz yolcu edeyim sizi. Bu birbirlerini
geçirme işi o kadar abartılmış oldu ki sonunda, yorgunluktan
uyurgezer vaziyette ve onu artık hiç dinlemiyor halde o yolu dört
sefer gidip geldiklerini Cimok hatırlattığında O, Orhan beyin
yakasına yapışıp havaya doğru kaldırmış, Ağabey demişti
Biz kesinlikle eve gidiyoruz. Saat sabahın üçüydü ve bu
kararlı ve kaba bulduğu davranış karşısında peki demişti
kekeleyerek uykusuz bıraktım sizi.
-
Yahu
dedi Cimok, haftaya sergim var ilk kişisel sergim, onu bile
söylememe fırsat vermedi.
Öğrenciliği boyunca ulusal çapta 4 ödül almış olan Cimok,
biriktirdiği ve O’na çok güzel gelen yirmi beş kadar resimle Tünel
sanat galerisinde sergi açtığında sevdikleri birkaç ağabeyleri de
dahil bütün Çerkesler doluşmuşlardı oraya ve onların arasında
büyüyüp olgunlaşan ve Çerkes olduğunu sergi broşürlerine yazdıran
ilk ve tek ressam olarak biliyorlardı onu ve bütün arkadaşları
için gurur kaynağıydı. Ayşe ile beraber gittiler ve birer kadeh
şarap içtiler.
Cimok, Ayşe’yi tezahüratla karşıladı. Tanışıp akademiye resim
atölyesini ziyarete O’nun la beraber gitmeye başladıklarından beri
bu afacan sevimli kıza ayrı bir özen gösteriyor sanat uğraşını
değerlendiriş biçimine önem veriyordu. Beşiktaş’ta köylü-kasabalı
arkadaşlarının, resimlerine yaptıkları beğeni ve eleştirilerini
kanıksamıştı artık ve içlerindeki en kentli bu zeki kızın
değerlendirmeleriydi merak ettiği şey. Testi şarabı ve birazda
çerez ikram edilen açılış kokteyli olağanüstü kalabalıktı ama
satışlar o kadar iyi olmadı. Kalabalığı oluşturan yoksul Çerkes
arkadaşlarıydı. Derli toplu ve bu kadar kalabalık bir ilgi ile bir
sergiye gitmiş olmaları belki ilk defa oluyordu. Böyle bir
disiplini edineceklerine dair hiçbir emare yoktu ama Cimok’un
onları bir araya getirmiş olması yinede heyecan verici bir şeydi
çoğu için ama onların resme verecek paraları yoktu henüz ve ne
zaman olacağı da belli değildi. Gelenlerden bir kadın galeriyi
tavandaki tonozlara bakarak hamama benzetmiş, sergi için neden
böyle bir yerin seçildiğini merak etmişti üstüne vazife olmayarak
ve kokteylin hangi köşesinde kiminle durup saklanacağını
kestirememişti, bir türlü. Tesadüfen rastladıkları listedeki
resim fiyatlarını inanılmaz bulanlar çoğunluktaydı. Resimler
önünde durup ta fikirlerini söyleme cesareti gösterenler arasında
hiçbir Çerkes yoktu, onlar genellikle çok beğendik deyip
geçiştiriyorlardı durumu.
Sarı Sıcak adını verdiği serginin resimleri bütün o çocukluğunu
geçirdiği Amik ovası ve pamuk toplayan ırgatların hikâyesiydi.
Sıcak sarı renklerin hâkim olduğu deforme edilmiş ırgatların,
ironik bir estetikle resmedilmiş tabloları ve aralarında bir kilim
üzerinde kasketlerini arkaya çevirerek namaz kılan köylülerin
arkadan bakılarak resmedildiği bir tablo, başkalarının değilse de
Feryal ve Ayşe’nin hayranlıkla seyrettiği resimler olmuş ve satın
almak istemişlerdi. Cimok’ta biliyordu durumu onlarda. Cimok,
sergi süresi bittikten sonra konuşalım dedi. Feryal
ilerde ödemek üzere namaz kılanları, Ayşe pamuk işçisi bir küçük
kızı ve pamuk tarlaları arasında kaybolmuş yalnız bir marabanın
resmini satın almıştı.
Sergi, bir sanat dergisi ile biraz entelektüel bir sayfaya sahip
saygın günlük gazetenin sanat sayfasında küçük haberler arasında
yer aldığında belki Cimok’tan daha çok sevinmişti. Cimok
tereddütleri ile birlikte belki de kendinden emindi ama bu O’nun
kestirebildiği bir durum değildi henüz. Açılışa gelenler arasında,
ulusal yarışmada birinci olunca geride kalıp mansiyonla yetinince
üzülen atölye hocası ve birkaç galeri sahibi ile bir eleştirmen de
vardı.
Cimok, yedi resim satıldığını, gizlemeye çalıştığı bir sevinçle
müjdelemişti ona. Reyhanlı kasabasından gelip Abdi İpekçinin
öldürüleceği yıl, henüz 22 yaşında Galata şehrinde resim satmış
olması gizli bir gurur vermişti herkese.
Orhan Bey gelmemişti sergiye. Habersizce İstanbul’u terk edip,
kaybolup gittiğini, henüz bilmiyorlardı. |