...................
...................

O HÜZÜNLÜ İSTANBUL    -14

Erhan Hapae

                         
...................
...................

Gözlük Fehmi’nin, ülkeyi ‘’Nazım gibi’’ sessizce terk edip Kabardey’e döndüğü o yıl, Orhan Bey’de kayboldu ortalıktan. Ne eyvallah dedi kimseye, ne kimsenin nereye gittiğinden haberi oldu. Uzun bir zaman sonra gelen haberle, bir süre Ankara’da kalıp tutunmaya çalıştığını, sonunda oraya da dayanamayıp, Mecitözü’nün Danun köyüne baba ocağına gidip sığındığını öğrendiler. Saint Michel’de bohem takılmış entelektüel sayılacak bir gezginin, geri çekile çekile kıraç bir Anadolu köyüne sığınmış olması o gün onların anlayabileceği bir durum değildi. Belki bu gün bile.

Dernekte ÇRT gösterisini yaptıklarında tanıştılar ilk, gelip kutlamıştı O’nu, Feryali ve Beşgür’ü tek tek. O gece kutlayanları çoktu ama onun sözleri akılda kalıcıydı. Bütün dikkatleri iyi aydınlattığınız bir küçük çerçeveye sığdırmanız ustaca olmuş, işi uzatıp seyirciyi sıkmadınız tam tadında bıraktınız ve esprilerinizde hiç fena değil. Boyu yedi karışı geçmeyecek kadar kısa, 50 kiloyu bulmayan ağırlığı, ipek fuları ve şık giyimi ve uzatarak kurduğu cümleleriyle yaptığı kutlama, uzaktan tanıdığı ve hakkında dedikodular duyduğu bu efemine tipli Parisli ile tanışma fırsatı yaratmıştı. Diğer yandan başkanın hiç hoşuna gitmeyen gösteri bu ikinci başkan tarafından beğenilmişti.

Çorumlu bir Çerkes köylüsü olduğunu bilmeseniz, yeni gerçekçi İtalyan sineması üzerine irdelemeler yapan bunalımlı bir Fransız sinema eleştirmeni sanırdınız. Bir paragraf kadar uzun ve virgülsüz cümleleriyle karşı karşıya kalmak bile başlı başına bir sorundu ve onu anlayabilmek, birinci başkanın neredeyse bir yüzyılını alacak gibi görünüyordu. Tanrı'nın, onları neden bir araya getirdiği anlaşılır gibi değil. Başkan kadar olmasa bile O’nun açısından da durum hiç kolay değildi. Güzel sanatlarda devam ettiği ve nereye kadar vardırdığı bilinmeyen bir eğitimin ardından Paris’e gidip yerleşmiş ve o zamanlar, yitip gitmekte olan Wubıh dili ile ilgili çalışmaları nedeniyle, Çerkesler arasında hiç okunmadan efsane haline gelmiş Prof. Georges Dümezil ile tanışıp ona asistan olmuştu.

Bu asistanlığı, üniversitede bir görevle mi ilgili bilinmiyordu ama onlara gösterdiği fotoğraf albümünde papyonlu bir şekilde Hoca ile çekilmiş birkaç siyah beyaz fotoğrafı vardı. İlişkilerinin bir resmi görev mi yoksa amatör bir yardım mı olduğu konusunda kendisi bir şey anlatmıyor, ilişkinin nasıl ve ne zaman sonuçlandığı bilinmiyordu. Fakat Paris’te takılmış eski Türk sanatçılara benzer bohemlikte bir hayat yaşadığı ve varoluşçu sohbetlerde kıyısından da olsa dolaşmış olduğu anlaşılıyordu. Dönemin siyasi iklimi ve yelpazesi içinde konumlandıracağın bir yer yoktu. Öyle olsa rahat edecekti, ama karmaşık konuşma hali ve kendini ele vermeyen entelektüel gevezeliğinden ne solcu olduğu anlaşılıyordu ne de başka bir şey. Bütün bunlara rağmen o dönem O ve genç gruba yanaşıyor ve onların peşinde, onların bir şeyler becermesini ister hali ilişkilerini geliştiriyor ve O’da bunaltıcı konuşmalarına kafa yorup anlamaya çalışıyordu.

Yıldızdaki eve gelip gitmeye başladı. Üçüncü Levent'te kirada oturduğu tek katlı küçük sobalı eve davet etti birkaç kez. Tabi onun ziyaret etmesi veya evine ziyarete gitmek sabahlamayı baştan göze almakla mümkündü. Bu cesareti topladıkları bir akşam O, Napolyon, Beşgür ve Cimok ziyaretine gittiler. Evin ısıtılan küçük salonu bir bekâr evi düzensizliğindeydi ve Suriyeli Çerkes bir pansiyoneri vardı. Dernekte ara sıra gördükleri bu sessiz Suriyeli burada kalıyormuş demek, diye şaşırdılar. O gece veda etme isteğiyle bulundukları beş girişim başarısız olmuş sabahı etmişlerdi. Bütün bu on saat boyunca O, Cimok ve Beşgür doğru dürüst birer cümle bile kuramamış; ama, neden, fakat gibi birkaç kelime çıkabilmişti ağızlarından. Napolyon ne yapıp edip bir otuz cümle ile girmişti muhabbete ama Suriyeli devrilip uykuya dalmıştı çoktan. Anlattığını güzel anlattığından veya sohbetin derinliğinden çok, fırsat vermez gevezeliği dinlemek zorunda bırakmıştı onları.

Yinede onları etkilemişti. A3 boyutunda aydınger sayfalarına çini mürekkebi ile çizdiği ve o haliyle ciltlettiği çizgi roman dev boyutlarda bir kitaptı ve Fransızca yazılmıştı. Nikson, Mao ve Brejnev’in çocukluk arkadaşı olduğu bir dünyanın çizgi romanıydı. O gün dünyayı yöneten ve her söyledikleri yeni bir bölgesel savaşa neden olan, eğer o olmuyorsa, doların ve petrol fiyatlarının her an değişmesine neden olan bu üç İmparatorun, o yaşlarda bir araya getirilmiş olması başlı başına parlak bir fikirdi.  İlişki ve çelişkileriyle oyun oynayıp çocukluk yapacakları bu fantastik dünya, içinden olmadık esprilerin çıkacağı aşikâr bir bakış açısıydı.

Büyük gazetelerin ön sayfa karikatürleri çizen baş ustaları dâhil birkaç kişiye gösterdiğini, ilgilenmediklerini anlatıyor, aslında kıskanıldığını direkt söylemese de ima ediyor, uğraşının devam ettiğini belirtiyordu. Kendilerine rakip olma ihtimali olan ustaları dolaşıp durmasının doğru olmadığını ona söyleyebilecek ne halleri vardı ve ne de cesaretleri. Bütün bunlar olsa bile fırsat verip dinleyecek birisi değildi karşılarındaki. Reklam yazarı olarak bir ajansta çalışıyor geçimini o şekilde sağlamaya çalışıyordu ama mühim bir para kazandığı gibi durum görünmüyordu ortalıkta. Başka bir sosyal hayatı var mıydı, bir kadınla ilişkisi mesela veya iş dünyasındaki sosyal çevresi bilinmiyordu ama Beşgür’ün caz merakını öğrenmiş, ona bir yerlerden bir davetiye ayarlayabiliyordu zaman zaman.

Önerdiği onlarca şeyden, 5 konferans kitap halinde yayınlandı, bir de Afeşij Emin için bir kaset. Dernek içinde Cimok’a yaptırdığı duvar resimleri yeni seçilen bir yönetim tarafından eski Osmanlıların yaptığı gibi badana ile kapatılana kadar duvarları süsledi. Jançat’ın çalıştırdığı gurubun halk danslarını çok fazla Adige bulmuyordu ve yerel oyunlardan derleme bir oyun yazıp uygulatmaya çalıştı. Gerçekleşenler kendi uğraşıp didinmesi ile oldu, ne yardım edeni oldu nede kendisini anlayanı. İhtiyarlar manasız buldular, devrimci gençlik ise önemsiz. Madem Nehar Tüblek'te tutmamıştı onu, Çerkesler niye beğensin.

Kendisi tarafından verilen konferans, yüzlerce istatistiği içeren bilgi dolu bir konuşmaydı ama dinleyiciyi cezp etmeyen ses tonu, araya girip açıklama yaptıkça karmaşıklaştıran konuşma şekli, sonradan kıymeti anlaşılacak çalışmayı çekilmez hale getirmişti. Üç buçuk saat süren ve bütün özerk cumhuriyetlerin siyasi statülerinden demografik yapılarına, bitki örtüsünden çiçek çeşitlerine ve hatta küçükbaş hayvan sayılarına kadar her detayı içeren kesintisiz konferans bittiğinde, buradan sağ çıkarlarsa kurban kesmeye söz vermişlerin sayısı yirmi kişiden fazlaydı. Bağlarbaşı Bağlarbaşı olalı böyle zulüm görmedi dedi Selo yanındakine fısıldayarak. Bütün dinleyiciler aynı duygulara sahiptiler ne yazık ve tebrik kuyruğuna girmiş olanların esas söylemek istedikleri muhtemelen şuydu,‘’hepimizi öldürmeden önce bitirmiş olman ne kadar zarif bir davranış’’.

Ne var ki o gece mutlu olmuştu. O ve Cimok ile birlikte Beşiktaş otobüsünü bekleyip karşıya geçtiler.

Konuşmayı hiç kesmeden Yıldız'da elinden tutup indirmek zorunda kalmışlardı çünkü konuşmanın seyri ile ineceği durakları unutup gidiyordu. Sizi durağa kadar geçirelim deme gafletiyle Levent’e kadar yürümüş olduklarını fark edip müsaade istediler. Durun dedi bende biraz yolcu edeyim sizi. Bu birbirlerini geçirme işi o kadar abartılmış oldu ki sonunda, yorgunluktan uyurgezer vaziyette ve onu artık hiç dinlemiyor halde o yolu dört sefer gidip geldiklerini Cimok hatırlattığında O, Orhan beyin yakasına yapışıp havaya doğru kaldırmış, Ağabey demişti Biz kesinlikle eve gidiyoruz. Saat sabahın üçüydü ve bu kararlı ve kaba bulduğu davranış karşısında peki demişti kekeleyerek uykusuz bıraktım sizi.

-
Yahu dedi Cimok, haftaya sergim var ilk kişisel sergim, onu bile söylememe fırsat vermedi.

Öğrenciliği boyunca ulusal çapta 4 ödül almış olan Cimok, biriktirdiği ve O’na çok güzel gelen yirmi beş kadar resimle Tünel sanat galerisinde sergi açtığında sevdikleri birkaç ağabeyleri de dahil bütün Çerkesler doluşmuşlardı oraya ve onların arasında büyüyüp olgunlaşan ve Çerkes olduğunu sergi broşürlerine yazdıran ilk ve tek ressam olarak biliyorlardı onu ve bütün arkadaşları için gurur kaynağıydı. Ayşe ile beraber gittiler ve birer kadeh şarap içtiler.

Cimok, Ayşe’yi tezahüratla karşıladı. Tanışıp akademiye resim atölyesini ziyarete O’nun la beraber gitmeye başladıklarından beri bu afacan sevimli kıza ayrı bir özen gösteriyor sanat uğraşını değerlendiriş biçimine önem veriyordu. Beşiktaş’ta köylü-kasabalı arkadaşlarının, resimlerine yaptıkları beğeni ve eleştirilerini kanıksamıştı artık ve içlerindeki en kentli bu zeki kızın değerlendirmeleriydi merak ettiği şey. Testi şarabı ve birazda çerez ikram edilen açılış kokteyli olağanüstü kalabalıktı ama satışlar o kadar iyi olmadı. Kalabalığı oluşturan yoksul Çerkes arkadaşlarıydı. Derli toplu ve bu kadar kalabalık bir ilgi ile bir sergiye gitmiş olmaları belki ilk defa oluyordu.  Böyle bir disiplini edineceklerine dair hiçbir emare yoktu ama Cimok’un onları bir araya getirmiş olması yinede heyecan verici bir şeydi çoğu için ama onların resme verecek paraları yoktu henüz ve ne zaman olacağı da belli değildi. Gelenlerden bir kadın galeriyi tavandaki tonozlara bakarak hamama benzetmiş, sergi için neden böyle bir yerin seçildiğini merak etmişti üstüne vazife olmayarak ve kokteylin hangi köşesinde kiminle durup saklanacağını kestirememişti, bir türlü.  Tesadüfen rastladıkları listedeki resim fiyatlarını inanılmaz bulanlar çoğunluktaydı. Resimler önünde durup ta fikirlerini söyleme cesareti gösterenler arasında hiçbir Çerkes yoktu, onlar genellikle çok beğendik deyip geçiştiriyorlardı durumu.

Sarı Sıcak adını verdiği serginin resimleri bütün o çocukluğunu geçirdiği Amik ovası ve pamuk toplayan ırgatların hikâyesiydi. Sıcak sarı renklerin hâkim olduğu deforme edilmiş ırgatların, ironik bir estetikle resmedilmiş tabloları ve aralarında bir kilim üzerinde kasketlerini arkaya çevirerek namaz kılan köylülerin arkadan bakılarak resmedildiği bir tablo, başkalarının değilse de Feryal ve Ayşe’nin hayranlıkla seyrettiği resimler olmuş ve satın almak istemişlerdi. Cimok’ta biliyordu durumu onlarda. Cimok, sergi süresi bittikten sonra konuşalım dedi. Feryal ilerde ödemek üzere namaz kılanları, Ayşe pamuk işçisi bir küçük kızı ve pamuk tarlaları arasında kaybolmuş yalnız bir marabanın resmini satın almıştı.

Sergi, bir sanat dergisi ile biraz entelektüel bir sayfaya sahip saygın günlük gazetenin sanat sayfasında küçük haberler arasında yer aldığında belki Cimok’tan daha çok sevinmişti. Cimok tereddütleri ile birlikte belki de kendinden emindi ama bu O’nun kestirebildiği bir durum değildi henüz. Açılışa gelenler arasında, ulusal yarışmada birinci olunca geride kalıp mansiyonla yetinince üzülen atölye hocası ve birkaç galeri sahibi ile bir eleştirmen de vardı.

Cimok, yedi resim satıldığını, gizlemeye çalıştığı bir sevinçle müjdelemişti ona. Reyhanlı kasabasından gelip Abdi İpekçinin öldürüleceği yıl, henüz 22 yaşında Galata şehrinde resim satmış olması gizli bir gurur vermişti herkese.

Orhan Bey gelmemişti sergiye. Habersizce İstanbul’u terk edip, kaybolup gittiğini, henüz bilmiyorlardı.

 
1.Bölüm        2.Bölüm        3.Bölüm       4.Bölüm       5.Bölüm       6.Bölüm   
7.Bölüm        8.Bölüm        9.Bölüm         10.Bölüm        11.Bölüm
12.Bölüm       13.Bölüm       14.Bölüm