DOĞMAK MI, AIT OLMAK MI?

Ayşe Nart
21 Nisan 2025

Gerçek vatan, nerede başlar?

“Vatan” kavramını yalnızca bir coğrafya, bir siyasi yapı ya da bir kimlik sembolü olarak görmek benim için yetersiz. Vatan, insanın ruhuna dokunan, ona güven ve huzur veren, aidiyet duygusuyla örülmüş bir varlıktır. Eğer bir toprak parçası artık sana güven ya da huzur vermiyorsa, oraya duyduğun aidiyet de sessizce erir. İnsan, yalnızca doğduğu yere bağlı kalmak zorunda değildir. Kendini değerli, özgür ve güvende hissettiği yer, onun gerçek vatanıdır.

Ne yazık ki toplumlar bu düşünceyi kabul etmekte zorlanır. Çünkü milliyetçilik, bireyin zihin yapısına uzun yıllar boyunca kazınmıştır. Ulus-devlet yapısı, “vatan”ı dar anlamda tanımlar; sınırlar, semboller ve sloganlarla örülü bir bütünlük içinde sunar. Bu kalıpların dışına çıkanlar ise kolayca “hain” yaftasıyla susturulmak istenir. Çünkü bize böyle öğretildi: Milliyetçilik yalnızca bir duygu değil, düşünceyi yönlendiren bir otoriteye dönüştürüldü.

Oysa gerçek vatanseverlik, yalnızca bir bayrağa ya da sınıra değil; insan onuruna, adalete, barışa ve özgürlüğe bağlılıkla anlam kazanır. Vatan, insanın kendini güvende, değerli ve özgür hissettiği yerdir. Bu temel duygular kaybolduğunda, o yere “vatan” demek zorlaşır.

Bugün yaşadığımız topraklarda bu duyguların nasıl yok olduğunu hep birlikte gözlemliyoruz. Ahlak çöküyor, cehalet ise gururla sergileniyor. Medya ve diziler, yozlaşmayı normalleştirirken, değerler yerle bir ediliyor. Oyuncular, ekran yüzleri, kanaat önderleri… Para uğruna her şeyin mubah sayıldığı bir dönemin içindeyiz.

Din, artık bir inanç değil; sokaklarda ve ekranlarda tüketilen bir pazarlama aracına dönüştü. Evlilikler bile ticari birer anlaşmaya döndü. İnsanlar çıkar ilişkileriyle birbirine bağlanıyor. Ensest, taciz, tecavüz gibi korkunç olaylar durdurulamıyor; hatta zamanla sıradanlaştırılıyor.

Adalet duygusu siyasetin gölgesinde silikleşiyor. Hukuk, tarafsızlık ilkesinden uzaklaşıyor. İnsanlar artık yargıya değil, gündelik hesaplaşmalara inanıyor. Kadına yönelik şiddet artarken, fikir özgürlüğü sistematik biçimde bastırılıyor. Medya ise korkuyu büyüterek, iktidarın dili hâline geliyor. Sonuç mu? Korku içinde yaşayan, endişeyle şekillenen sağlıksız bir toplum yapısı.

Oysa tüm ulusların toprakları, insan için; insanın ruhuna dokunan, ona güven ve anlam sunan yerler olmalıdır.
Değerler yitirildiğinde, yalnızca bireyler değil; toplumların geleceği de karanlığa gömülür. Mücadeleler açık, onurlu ve hak temelli verilmeli; sinsice örülen baskılarla yıpratılan bir dirence dönüşmemelidir. Aksi hâlde, aidiyet duygusu körelir, umutlar zedelenir ve insan, kendi yaşadığı yerle arasına mesafe koymaya başlar.

Bu yozlaşma, yalnızca bir kuşağın değil; nesillerin ruhuna sirayet edecek kadar derin. İnsan, doğduğu yere değil; onurla, huzurla ve güvenle yaşayabildiği yere aittir. Gerçek vatan, kişinin kendini değerli hissettiği, umutla yarına bakabildiği, yaşam hakkının ve düşüncesinin korunduğu yerdir.

Bu arayış, sadece bireysel bir isyan değil; evrensel bir insanlık hakkıdır. Çünkü insanın ait hissetmesi, bir toprak parçasından değil; yaşanabilirlikten doğar.

Ve ben biliyorum ki, bana umut veren her yer benim vatanımdır.
Bir gün, her insanın özgürce yaşamak istediği topraklara ulaşabildiği bir dünya mümkün olabilir. Belki de gelecekte, dünya pasaportlarıyla sınırların ötesine geçen bir insanlık inşa edilir. Savaşlar biter, kimlikler birer etiket olmaktan çıkar, aidiyet hissi ortak değerlerde buluşur. Dünya hepimizin olur. Yaşam alanları hepimizin.
Çünkü her insan, mutlu olduğu yere “vatanım” deme özgürlüğüne sahiptir. Ve doğru olan da budur.

İnsan, tıpkı ağaçlar gibi, kök saldığı yere değil, göğe uzandığı yere aittir.