İKİ ÇOCUK, ÜÇ BABA

YEMUZ Nevzat Tarakçı
23.09.2006

Hava oldukça sıcak. Gölge arıyoruz telaşla. Mezarlığın duvarına sıralanmış çam ağaçlarının gölgesine sığınıyoruz. Kur’an okunuyor. Hemen yanı başımızda cenazenin defin işlemi sürüyor. Sessizlik hâkim ortama. Başlar eğik. Herkes dünyanın bir “muşamba dekor” olduğunu düşünüyor galiba. Dünyada hiçbir şeyin kalp kırmaya değmeyeceğini… Doğru yaşamanın önemini…

Sessizliği, duvarın hemen dışında meraklı gözlerle kalabalığı izleyen, olayı anlamaya çalışan mini mini iki küçük çocuğun fısıltıları bozdu. Merakla inceliyorlardı olan biteni. Soru soruyorlardı fısıltıyla birbirlerine. Anlamaya çalışıyorlardı muhtemelen ölümü, cenazeyi, bu kadar insanın bu sıcakta ne yapmak istediğini.

Dinledim gayri ihtiyari.

– Bak, o çukura gömecekler.
– Niye gömüyorlar ki…
– Aslanım, Çerkez’lerin âdeti böyle.
– Nereye gidecek buradan?
– Peki, niye Kuran okuyorlar?
– ….

Fısıldamalar devam edip gidecekti muhtemelen ki hemen yanımdaki eğitimli olduğunu sandığım değerli büyüklerimden biri, alabildiğine sert ve hırçın bir ses tonuyla:

– Allah belanızı versin sizin! Kuran dinliyoruz burada, defolun gidin!
– …?

Diğer yaşlı:

– Kimin çocuğu bunlar yahu! Allah Allah!

Bir diğeri:

– Ne bekliyorsunuz hâlâ!

Üzerine toprak atılan ölü bendim sanki! Kanım çekilmişti. Ruhum terk etmişti adeta bedenimi!

Bu sözler, bu ikazlar(!) ölümden bin beter yapmıştı ruhumu, benliğimi!

Acaba bir eğitimci refleksiyle duygusal mı bakıyordum olaya?

Neden bu kadar içerlemiştim ki?

Okunan Kuranı duymuyorum artık, kafamda karmakarışık sorular, anlamsız yargılar:

Sertliği hak etmemiş miydi çocuklar?

Ne işleri vardı cenazede?

Cenaze büyüklerin işi değil miydi?

Yüz vermeyeceksin çocuklara kardeşim!

Bebelerle senli benli olmak yakışır mı disiplinli bir babaya?

İnsan düşünür, merak eder ve sorar. “Sorular, ruha batmış dikenlerdir; cevaplarsa, saadete doğru atılmış adımlar.”

Acaba tahammül edemez miydik bu masumane meraklı iki yavruya?

Küçücük kafalarındaki soru işaretlerine cevap veremez miydik?

Aydınlatamaz mıydık o masum gönülleri?

Yoksa okunan Kuran kabul mü olmazdı?

Değilse cenaze zarar mı görürdü, doğrudan Cehennem’e mi giderdi rahmetli!

Peki, farklı bir üslup kullanamaz mıydık?

Eğitici, öğretici, teşvik edici, yönlendirici.

Yoksa Kafkaslılık ciddiyeti bunu mu gerektiriyor? Biz mi gereksiz demokratlık taslıyoruz?

Aklım karmakarışıktı. O sevimli pırıl pırıl çocuklar, azarlanmayı, hakareti hak etmişler miydi? Şimdi ne düşünüyorlardı bu yavrucuklar acaba babaları, büyükleri hakkında; ölüm, cenaze hakkında.

Öğrenmek, gerekirse izleme hakları yok muydu bu tatlı, şirin çocukların! Yarın bizim cenazelerimizi defnedecek onlar değil miydi? Kim öğretecekti? Kimler örnek olacaktı? Bu konuda hangi okul eğitim verecekti onlara?

Yarın “Yedirdik, içirdik, giydirdik yine de asi oldu çocuklarımız, ne kötü kader!” der miyiz acaba?

Ellerinden tutsak, gönüllerine girsek, bildiklerimizi anlatsak, tecrübelerimizi aktarsak daha iyi olmaz mıydı? Daha iyi olmaz mıydı çocuklarımızın eğitiminin her şeyden önemli olduğunu kavrasak, ona göre davransak? Daha iyi olmaz mıydı disiplinle kabalığı ayırt edebilsek?

Kaldı mı acaba eşine sert davranmayı yiğitlik sanan baba? Var mı acaba çocuğunu terslemeyi disiplin zanneden, çocuğunu bağrına basmadan, onunla gerektiği gibi konuşmadan, layıkıyla ilgilenmeden, onu eğitebileceğini sanan Adige baba.

Varsa, işimiz çok zor demektir!

Hepimiz, çağın gereğine göre eğitim yapmak zorunda olduğumuzu bilmeliyiz.

Çok iyi bilmeliyiz, eğitimde ortam oluşturmanın, fırsat eğitiminin, iletişimin, sevginin, empatinin ne kadar önemli olduğunu.

Günümüzde, rutin işlerle bunalan yetişkinlerin, ailelerine, evlatlarına hoşgörülü davranabilmelerinin ne kadar zor olduğunu.

Eğitimin ancak bilinçle, sabırla, hoşgörüyle mümkün olduğunu.

Durum böyleyken “Bazısı, sorunun bir parçasıdır, herkesi suçlar, devamlı karanlığa küfreder. Bazısı da çözümün bir parçasıdır, sorumluluk alır, kalkıp bir mum yakar.”

Biz, ikincisini yapmaya mecburuz ve mahkûmuz!