KITIJ Cemil Biçer
23 Ocak 2018
Çocuk edebiyatı alanında yazmak, çocukların okuduğu bir yazar olmak isterdim.
“Büyükler” kirli oluyor, özellikle bizim gibi üçüncü dünya liginde top koşturan ülkelerde hem daha kirliler hem de çok fena kokuyorlar.
Üstüne üstlük anlama eşikleri çok düşük olduğundan “akım” yazıyorsun, “bokum” anlıyorlar, işin yoksa ha bire geriye dönük redaksiyonla uğraş.
Oysa çocuklar öyle mi ya…!
“Leb” demeden “leblebiyi” anlıyorlar,
geriye dönmene gerek yok, eminsin ki maksat hasıl olmuştur; zaten yazdıklarının eylemsel dönütünü haftasına kalmadan gözlemlemek mümkün.
Afrin’de Türk askeri neyin peşinde?
Cephenin önü neresi? Arkası nerede?
Strateji ne? Taktik ne?
Girdiği gibi çıkar mı?
Sorular… sorular… sorular.
Anlatmaya kalkarsın,
“Bu bir kirli savaş,” dersin,
“Sen vatan haini misin?” derler.
“Her savaşın sonrası mutlak barıştır,” dersin.
“CHP memlekete çivi çakmadı,” derler.
“Sonu barış olan şeyler için savaşmak niye?” dersin.
“CHP camilere kilit vurdu,” derler.
En iyisi susmak ama sol yanda bir yürek yangısı var adına,
“Memleket sevdası” diyorlar.
Biz sussak, yürek susmuyor…
Efendim, gelelim “Mayın eşeği ile alkış çavuşunun” hikayesine.
Hikaye dediğime bakmayın, anlattıklarım edebiyat literatüründe “anı” türüne dahildir.
Hikaye dememdeki maksat, kirli ve kötü kokulu adamların “akım”‘ı “bokum” anlayıp hakkımda tevatür üretmeleri endişesi nedeniyledir.
Ben askerliğimi bir hudut karakolunda yedek subay olarak yaptım. Coğrafi olarak yer belirtmeyeceğim, kimse heveslenmesin.
Varsayın ki olay Fizan’da geçiyor, anlatan da Memlük asıllı bir Çerkes asteğmen.
Çerkesler diaspora’da ya üst düzey bürokrat olurlar ya da bencileyin yedek de olsa subay olurlar; en iyi bildikleri iş zabitanlıktır. Arada sırada da içlerinden yazar, çizer takımı çıkar.
Karakolumuz, 90 yıl önce gece yarısı yapılan anlaşma ile apar topar çizilmiş bir sınır ile ortasından geçen dere baz alınarak bölünmüş bir köyün ortasına kurulmuş.
Sabah uyananlar bakmışlar ki derenin iki yanına dikenli teller çekiliyor; “Aman,” “zaman” dinlemeyen askerler, dereyi geçmeye çalışanlara vermişler dipçiği.
Jandarma komutanı öğleden sonra köy ahalisini dere kenarına toplamış, “Eyy… ahaliii!” diye kükremiş, “Bundan sonra derenin öte yanı Fizanistan’a aittir ve orada kalanlar da Fizan vatandaşlarıdır” demiş. Ahalinin kahir ekserisi Türkçe bilmediğinden olayın vahameti anlaşılmamış, köylüler kıkır kıkır gülüyormuş.
Komutan, muhtarı çağırmış yanına, olayı özetle anlatmış: “Benim söylediklerimi bunlara lisan-ı münasiple anlat,” demiş.
Muhtar bu, adamı durduk yere muhtar seçmezler; aklı ve feraseti en uygun olan muhtar olur bu memlekette. Her iş berbat yapılır ama tek doğru ve isabetli seçim muhtar tespitinde yapılır. Serkisof saati gibidir, tıkır tıkır yürür bütün işler.
Muhtarlar, devlet ile başıbozuk ahali arasında öyle uyumlu görev yaparlar ki alan da memnundur satan da. “Her mesleğin bir piri vardır,” derler ya, rivayet olunur ki “diplomasi” ilminin pir’i muhtarlardır.
Muhtar, lisan-ı münasip ile olayı anlatmış ahaliye. Olayın ayırdına varan kadınlar, kızlar başlamışlar zılgıt çekmeye; ama ne zılgıt! Yer gök inlemiş, kurtlar kuşlar yuvalarına saklanmış.
Günlerce, aylarca, yıllarca sürmüş bu zamansız ayrılığın travması. Hatta aradan geçen 90 yıla rağmen, görev yaptığım yıllarda hâlâ bu derin travmanın izlerine tanık olmuşumdur.
Tavuklar birbirine karışmış, inekler, koyunlar birbirine karışmış, kuzular bir yanda kalmış, civcivler öte yanda. Ama insanlar asla birbirlerine kavuşamamışlar.
O meş’um ayrılık gecesinde nenesiyle birlikte derenin öte yanındaki akrabalarına yatılı misafirliğe giden Zühre ve kardeşleri bile ölene kadar birbirlerine sarılamamışlar; uzaktan uzağa hasretle tüketmişler ömürlerini.
Derenin bu yanında cenaze olmuş, seslenmişler öte yana; bir o yanda cenaze namazı kılınmış, bir bu yanda.
Derenin bu yanında düğün olmuş, seslenmişler öte yana; bir bu yanda halaylar çekilmiş, bir öte yanda.
Öykümüzün öznesi olan hatıratımız böyle bir geçmişe sahip.
Gelelim şimdi asıl konumuz olan mayın eşeği ile alkış çavuşlarının maceralarına…
Aradan geçen 95 yılda köy ahalisi tarım ve hayvancılıkla geçimlerini sağlayamadıkça, karşılıklı olarak iki ülke arasında kaçakçılığa başlamışlar.
“Kaçakçılık” deyince, öyle hırsızlık, yağma, talan falan anlaşılmasın; bu bir ticaret şeklinin adıdır ve gayet namuslu, ahlaki kurallara dayalı yapılır. Sadece devlet bu ticaretten vergisini alamadığı için olayı yasa dışı ilan etmiştir. Ceberrutluğu da bundandır. Yoksa ne kaçakçılık kötüdür ne de kaçakçılar. Eğer devlet vergisini düzenli alabilse işler tıkır tıkır yürüyecektir.
Zaten süreç içerisinde işler tıkırına girmiş bile. Devlet adına o coğrafyada gören yapan bürokrat, memur ve dahi özellikle asker taifesi işi öylesine “organize” hale getirmiş ki, devlet bile bu işe şaşar olmuş… Yani “al takke ver külah” kanunu yürürlüğe girmiş, zimnen.
Ben o karakolda görev yaparken bu zimnen uygulanan “kaçakçılık” yasası yürürlükte idi ama yeni filizlenmeye başlayan ayrılıkçı terör örgütü, böylesi vergi algısı olmayan ticaret alanını kontrol etmeye çalışmaya başlamış, kaçakçılardan vergi almaya başlamıştı. Bu iş devletten ziyade, devlet adına zımni uygulamalar yapan zevat-ı keramı huzursuz etmeye başlamıştı.
Zaman zaman kaçakçılarla güvenlik güçleri arasında çıkan silahlı çatışmalarda kaçakçılar ve askerler yaralanmaya, ölmeye başlamıştı. Ölen askerler al bayrağa sarılı, anlı şanlı törenlerle şehadet bröveleri ile son yolculuklarına uğurlanırken; kaçakçıların ölüsü köy meydanında sahipleri tarafından alınsın diye günlerce bekletilir olmuştu. Ahalî korkudan ölüsüne sahip çıkamadığı için, kaçakçının cesedi sıcak havada şişip kokmaya başlardı.
Sınıra döşenen “topuk koparan” adıyla maruf İtalya yapımı mayınlar işimizi oldukça kolaylaştırmıştı. Artık gece yarılarına kadar karda, buzda, sıcakta devriye gezip risk almak yükümüz hafiflemişti. Biz sadece mayın sesine odaklı hareket ediyorduk. Nöbetçi kulelerinden mayın patlamasını duyar duymaz alarma geçip olay yerine intikal ediyorduk.
Olay yerine vardığımızda ayağı parçalanmış kaçakçı ile ölmüş eşeğin cesedinden başka bir şey bulamıyorduk. Geride kalan kaçakçılar ise tüm kaçak malları alıp ya sınırın bu yanına ya diğer yanına kaçmış olurlardı. Yani paradan payımızı alamaz olmuştuk, bu da görev aşkımızı kamçılıyordu. Bizim ki vallahi kişisel menfaat değil, tamamiyle memleket sevdasıydı.
Bu olaylarda bol miktarda da sahipsiz, yükü olmayan eşekler yakalardık mayınlı sahada ve etrafında. Halk arasında bu eşeklere “mayın eşeği” adı verilir. Mayınlı araziye bir grup eşek sürülür, arkadan ticari emtia yüklü katırlar ve arkalarından da kaçakçılar yürürdü.
Eşek deyip geçmeyin, eşekler önsezileri çok güçlü hayvanlardır. Toprağın altında belirli mesafede gömülü mayınları algılama yetenekleri vardır. Ama bazen derine düşen mayını hissedemediklerinde mayın patlar, eşek de “eşek cennetine” giderdi.
Çoğu zaman eşekler mayınlı araziden kervanı kazasız belasız geçirirlerdi. Kimsenin ruhu duymadan, burnu kanamadan ticaret hitama ererdi. Bu durum hiç hoşnut olmadığımız durumlardır; vergi tahsilatı gerçekleşemediği için.
Bazı zamanlarda mayın eşekleri mayına basar, parçalanırlar. Yanındaki eşekler panik yapar, dağılırlar mayınlı araziye. O esnada, gerideki temizlenmiş araziden gelen kaçakçılar ve katırlar tornistan edip kaybolurlar. Biz olay yerine geldiğimizde mayınlı arazi içinde onlarca mayın eşeğinin kıpırdamadan durduğunu görürdük.
Patlamanın şoku ile önsezileri dumura uğramış mayın eşekleri saatlerce kendilerine gelmek için beklerlerdi. Biz o mayın eşeklerini mayınlı araziden çıkartıp müsadere etmek zorundaydık.
Eşeklerin saatlerce kendilerine gelip mayınlı arazinin dışına çıkmalarını beklemeden, askerler çavuşların eşliğinde tempo ile alkış yaparak eşekleri yürümeye zorlarlardı…
Bu göreve SINIR GÜVENLİĞİ TALİMNAMESİ – ST-7-10/B gereğince “Alkış Çavuşluğu” denirdi.
Şimdi, yukarıda anlattığım öyküyü çocuklar pırıl pırıl zekaları ile anlayıp yorumlamışlardır, hayal dünyalarında yeni pencereler açılmıştır.
Kirli ve pis kokulu büyükler ise anlattıklarıma değişik anlamlar yükleyip “Sen bizim kahraman askerlerimize dil mi uzatıyorsun?”…
“Vatanın bekası için başlattığımız şanlı harekatı küçümsüyor musun?” gibi afkârlara başlarlar…
Yok efendim, yok öyle şey. Hezeyanlarınızı başka yere kusun. Bu olay Türkiye’de değil Fizanistan’da yaşanmış bir olaydır.
İkincisi, bizim ordumuzda hiç bir zaman mayın eşekleri kullanılmamıştır.
Üçüncü olarak biz eşeği mayın tarlasından çıkartmak için alkış tutmayız; ne hali varsa görsün, der, geldiğimiz gibi geri döneriz…