AHLAKIN KÖKÜ VE GELECEĞİ: BEBEKLERDEN BAŞLAYAN SESSİZ YOLCULUK

Ayşe Nart
02 Temmuz 2025

Ahlak nedir, nereden gelir, nasıl oluşur? Bu sorular binlerce yıldır filozofların, dinlerin ve toplumların gündemindedir. Ancak uzun yıllara dayanan mesleki gözlemlerim bana şunu söylüyor: Bir ebeveyn, ahlakın en saf halini kendi bebeğinin gözlerinde, gözyaşlarında, tebessümünde görebilir aslında. Henüz konuşamayan bir bebek, ebeveyninin mimiklerinden ve ses tonundan duyguları algılar; tehditkâr ya da sert bir yüz ifadesiyle huzursuz olur, şefkatli bir ifadeyle ise gülümser. Bu sadece bir refleks değildir. Bu, doğuştan var olan bir sezginin, henüz kelimelere dönüşmemiş halidir. Bebeğin kötülüğe karşı ürkekliği, iyi niyete karşı açılması gibi; bu, insanın en yalın ve saf halidir. Ben bu sezgiye “kök ahlak” diyorum. Kök ahlak, doğuştan gelen bir ahlaki pusuladır. Henüz kültürün, dinin, ideolojinin dokunmadığı, insanın özünden çıkan içsel bir yönelimdir. Örneğin: Sert bir ses tonu duyan ve geri çekilen bir bebek yalnızca korku sergilemez. Aynı zamanda yanlış olduğu hissini algılar.

Kök Ahlaktan Empatiye: Sessizce gelişen bir yöneliş

Kök ahlak, yalnızca bir başlangıçtır. Bebek büyür, çevresiyle temas eder. Eğer sevgiyle, anlayışla, güvenle karşılaşırsa bu pusula zamanla yön kazanır. Ve bir noktada bu içsel sezgi, empatiye dönüşür. Empati, kök ahlakın gelişmiş ve olgun hâlidir. Sadece kendi acısını değil başkalarınınkini de hissedebilme ve kendisini onun yerine koyabilme yetisidir. Bu, yalnızca sosyal bir beceri değil; aynı zamanda bastırılmamış bir iç dürtünün, sağlıklı bir duygusal ortamda yeşermesiyle oluşan bir ahlaki kapasitedir. Örneğin: Bir arkadaşının ağladığını gören ve onu teselli etmeye çalışan bir çocuk, yalnızca nazik değil, güven ve takdir deneyimleriyle beslenmiş bir empati kıvılcımı gösterir. Eğer çocuk korku, ceza veya utançla şekillenirse kök ahlak zayıflar. Onun yerine itaat temelli, ödül ve cezaya dayalı, içselleştirilmemiş bir ahlak gelişir.

Genetik etkenler ve ebeveynin rolü

Ahlakta genetik mirasın da göz ardı edilemeyecek bir rolü vardır. Bazı bebekler, genetik olarak daha zorlu ahlaki eğilimlerle dünyaya gelebilir. Ancak burada devreye, -benim bir sosyal pedagog olarak gözlemlerime göre- ebeveynin sağlıklı ve bilinçli yaklaşımı belirleyici rol oynar. Dolayısıyla çocuk henüz dış dünyayla tanışmadan önce bile, ebevenler, doğru şifreler, sevgi, sınırlar ve örnek davranışlarla bu genetik eğilimleri dengeleyebilir veya tersine çevirebilir. Bu nedenle öğrenme süreci sadece kültürel değil, aynı zamanda genetik yapıyı dengeleyen bir süreçtir.
Örnek: Dürtü kontrolü zayıf bir çocuk, kendisine karşı sakin ve kararlı davranan yetişkinlerle kurduğu sürdürülebilir ilişkiler sayesinde, zamanla kendi kendini düzenleme yetisi kazanır. Ve en etkili öğretmenler çocuğun ilk rehberleri olan ebeveynlerdir.

Pedagog ve aile arasındaki ahlaki eşgüdüm

Pedagoglar aynı kültürel ya da akademik yapıdan gelseler bile, her biri kendi yaşam deneyimlerinden, değerlerinden ve gözlem tarzlarından etkilenir. Her birey kendi içinde bir kültürdür; bu durum elbette pedagoglar için de geçerlidir. Bu yüzden pedagojik yaklaşımı biçimlendiren şey sadece bilgi değil, aynı zamanda kişisel habitusudur: Yani bireyin içsel birikimi ve deneyimlerinin bulunduğu bir çeşit sırt çantasıdır. Ve habitus, kimi zaman farkında olmadan pedagojik bakışa da yön verir. İşte bu nedenle, ailelerle kurulacak açık ve dürüst iletişim, hem pedagogu kendi sınırlarının farkına vardırır, hem de çocuğun gelişimi için ortak bir zemin sağlar.

Ahlakın zamanla bozulması: İçten dışa kayış

Zamanla, bireyin içindeki ahlaki pusula dış etkilerle yer değiştirir. Ahlak; dinle biçimlenir, din kültürü doğurur. Kültür ise yalnızca değerleri değil, gelenekleri de oluşturur. Özellikle daha tutucu toplumlarda bu gelenekler sorgulanmaksızın aktarılır ve bireyin ahlaki yönelimi toplumun beklentilerine göre şekillenir. Böylece ahlak, bireyin özgür vicdanı olmaktan çıkar; geleneksel kalıpların, sosyal baskıların ve nihayetinde siyasal yapının biçimlendirdiği bir araca dönüşür. Ahlak, artık bireyin yönünü değil; toplumun baskısını, iktidarın çizdiği sınırları temsil eder hâle gelir.

Kavramların da özgürlüğe ihtiyacı var

Özgürlük sadece insanlar için değildir. Kavramların da özgür kalmaya hakkı vardır. Ahlak, vicdan, empati gibi kavramlar; eğer özgürlüklerini kaybederlerse yönlerini şaşırırlar. Bireyin değil, iktidarın, geleneğin ya da korkunun aracı haline gelirler. Ve insani özlerinden uzaklaşırlar. Oysa bu kavramların gerçek gücü, insanın içinden özgürce akabilme kapasitelerinde yatar.

Ebeveynin sorumluluğu: Ahlakın ilk aynası

Çocuk ilk ahlaki yansımasını ebeveynin gözlerinde bulur. Bu yüzden bir çocuğa ahlak öğretmeye çalışmadan önce, her ebeveynin kendine şu soruları sorması gerekir: Bu değer bana mı ait? Yoksa bana dayatıldı mı? Sevgiden mi geliyor, korkudan mı? Çünkü cocuk, söylenenle değil, yaşatılanla öğrenir. Eğer ebeveyn kendi kök ahlakını doğru kodlarla geliştirdiyse, çocuk da aynı cesaretle kendi iç pusulasını korur. Ve o kök ahlak, bir gün çocuğun kendi hayatını inşa edeceği temele dönüşür. O çocuk, yalnızca kuralları ezberleyen biri değil; vicdanla karar verebilen, empati kurabilen, içten bir insan olur.

Sonuç: Ahlak yeniden doğabilir mi?

Keşke ahlak, bebeklerdeki haliyle kalabilseydi. Henüz kirlenmemiş, yönlendirilmemiş, korkutulmamış haliyle. Belki o zaman vicdan daha güçlü olurdu. Empati daha derin, insanlar daha insanca yaşardı. Belki de ahlakı yeniden inşa etmenin yolu, gözümüzü bebeklere çevirmekten geçiyor. Onların gözyaşlarında, tebessümlerinde, sessiz ama güçlü bir ahlak fısıltısı saklı. Eğer bu sesi bastırmak yerine dinlersek, dünya belki yeniden yaşanmaya değer bir yer olur. İdeal uğruna değil, insanlık uğruna.