Ayşe Nart
09/08/2025
Felsefeden söz ettiğimde, çoğu kez tanık olduğum şey düşüncenin mumyalanmasıdır. Akademik formüller, yayın kotaları, alıntı zincirleri ve zorunlu referanslar, felsefenin serbest düşünce alanı olmaktan çıkıp tanımlı bir bilgi rejimine indirgenmesinin göstergeleridir. Bugün felsefe üniversite duvarlarında, forumlarda ve makalelerde görünse de orada yaşamıyor; yalnızca tekrarlanıyor.
Benim için felsefenin özü sorudur. Bu soru, cevap üretmek için değil, düşünceyi açmak için sorulur. Akademi ise çoğu zaman soruyu, sistematik bilgi üretiminin önsözüne dönüştürmüştür. Sorgulama, sistemin sınırlarını zorlamak yerine sistemin iç mantığını besleyecek şekilde kurgulanır. Antik filozoflar bu yapı içinde dokunulmaz hale getirilmiştir. Oysa filozofları kutsallaştırmak, felsefeyi öldürmektir. Onlar da kendi zamanlarının çocuğudur; bu, değerlerini azaltmaz ama onları dokunulmaz kılmaz.
Felsefe benim için bir başlangıç noktası değil, sürekli bir başlangıç eylemidir. Bugün birçok kişi, filozof kimliği altında düşünmeyi temsil etmek yerine düzenlemeyi tercih ediyor; düşünceyi akademik geçerlilik koşullarına uygun hale getirip konforlu cümlelerle sunuyor. Kimseyi rahatsız etmeyen, yuvarlak ifadeler dolaşıma giriyor. Oysa konfor, düşüncenin uyuşmuş halidir. Herkesin kolayca katıldığı bir düşünce, çoğu zaman hiçbir şeyi değiştirmez. Düşünce dönüşüm yaratmıyorsa, varlık gerekçesini yitirir.
Gözlemim şu ki akademik felsefe, çoğunlukla form tutturmakla meşgul. İçerik, sezgi, yaşantı, kırılma ve risk ikinci plandadır. Düşünce yaşamın içinden değil, akademik zeminin üzerinden yürütülür. Böylece felsefe, yaşayan bir etkinlik olmaktan çıkıp temsil edilen, alıntılanan, değerlendirilen bir nesneye dönüşür. Oysa felsefe bir nesne değil, eylemdir; yaşanır, gerilimi hissedilir, belirsizliğiyle birlikte taşınır.
Ben akademik bir unvanla düşünmem, hiçbir otoriteye yaslanmam. Bilginin yalnızca referanslar arasında dolaştırılarak değer kazanabileceği fikrini reddederim. Düşünceyi bilgiyle beslerim, ama yeri geldiğinde bilgiyi kırarım; çünkü bilgi kutsal değildir. Düşünce, bilgiyi yeniden düzenleyebildiği ölçüde anlam kazanır.
Antik filozofları da sorgularım, bugünün filozoflarını da. Akademik kürsülerde anlatılan fikirleri, konferanslarda alkışlanan konuşmaları, onay zincirleriyle dolu yayınları da. Benim ilgimi yalnızca fikrin kendisi çeker; kimin söylediği, ne zaman söylediği, hangi geleneğe ait olduğu değil. Fikrin açtığı alan önemlidir. Ve o alan daraldığında, düşünce nefes alamaz hale gelir.
Felsefe, eleştiridir. Bu eleştiri yalnızca başkalarına değil, kendime de yöneltilmelidir. Sorduğum soruyu önce kendi üzerime çevirmiyorsam, filozof değil, sistem içinde rolünü oynayan bir figür olurum. Bugün birçok akademisyenin filozof değil, felsefeci rolünde olduğunu görüyorum; felsefeyi anlamaktan çok, felsefe yapıyor gibi görünmekle meşguller.
Ben entelektüelim. Bu bir unvan değil, zihinsel bir sorumluluktur. Onay peşinde koşmam, herkesin beğeneceği cümleler kurmam. Düşünceye sadık kalır, fikri biçime değil, öze yakın kurmaya çalışırım. Çünkü öz, çoğu zaman biçimsizdir; ele avuca gelmez, serttir, köşelidir, rahatsız edicidir. Ama felsefe tam da bu yüzden onun peşinden gider.
Bugün yalnızca felsefe değil, sanat, siyaset, edebiyat ve bütün ideolojiler dogmalaşmış durumda. Her biri kendi tarihine, otoritesine ve ezberine hapsolmuş. Felsefe antik filozofların eteğini bırakamıyor; ideolojiler eski kabuklarını kıramıyor; siyaset kör bağlılıkla yapılıyor; edebiyat biçim ve beğeni kalıplarına saplanmış durumda. Sanat estetik adına cesaretini yitiriyor, siyaset temsil adına düşünmeyi terk ediyor. Düşünce açılmak yerine kapanıyor; her alan geçmişine tapıyor. Dogmalaşmayan neredeyse hiçbir zihin, yapı veya alan kalmadı.
Ben biliyorum ki düşünce, kendine karşı bile acımasız olmayı göze almadıkça yenilenemez. Çağımızın en büyük zihinsel felci, her şeyin dogmaya dönüşmesidir.