İNANÇ VE EYLEM

Nart Akhoumsatch

Spiritüel anlamda bir Tanrı’ya inanıldığını iddia etmek pek de bir şeyi ifade etmiyor aslında. Yani, bilmiyorsun, görmüyorsun ama var olduğuna inanıyorsun. Eee, ne olmuş, sonuç? Ne zararı ne de yararı olan bir inanç ve soyut bir kavram.

Fakat yaptıklarımız, işlediğimiz fiiller, konuşmalarımız, davranışlarımız doğrudan çevremize ve yaşadığımız topluma zararı ya da yararı olan etkinliklerdir. Bu yüzden pratikteki yaşamımız asıl önemli olandır. Davranış ve söylemlerimiz toplumsal ve çevresel etkileşimi kaçınılmaz kılar. Bu tür günlük sosyal ilişkilerimizde iyi ve kötü gibi soyut kavramlar adeta somutlaşır ve önem kazanır.

Bütün bu gerçeklere rağmen, soyut bir kavram olan Tanrı inancını yaşamın esası ve merkezi kabul edip, cennete ve cehenneme gitmemizin de bu inanca bağlı olduğunu düşünecek olursak, bu durumda Tanrı’nın kulları arasında haksızlık yapmış olduğunu da kabullenmek zorunda kalmış olacağız.

Zira yeryüzünde birçok farklı inanca sahip toplumlar vardır. Doğal olarak kişi, doğduğu toplumun dinine inanır, inancını paylaşır, tercih yapma şansı olmaksızın. Küçüklükten beri şartlandırılmış bir şekilde, o inanç veya inançsızlık inancı üzerine yetiştiriliyor insanlar.

Sen nasıl kendilerine “Müslümanım” diyen bir toplumda doğduğun için otomatik olarak Müslümanım diyorsan, başka inançlara sahip toplumlarda doğmuş olanlar da aynı senin konumundalar. Empati yapmak gerekir biraz.

Sorum şu: Sen, kendi özgür iradenle seçmediğin bir dine inandığın için cennete; başka inançtan olan kişi ve topluluklar da, kendi özgür iradeleriyle seçmedikleri bir din veya dinsizlik için cehenneme gidecekler, öyle mi? Oysa doğacağımız yeri ve ebeveynlerimizi biz seçmiyoruz.

Bu eşitsizlik koşullarında, eğer cennete ve cehenneme gitme meselesi düşünüldüğü gibi iman etme esasına dayanmış olsa, bunun bir haksızlık ve zulüm olacağı apaçık. Tanrı’nın adalet anlayışına da muhalif bir durumdur aynı zamanda. İnsanlar arasında eşit olmayan bir olanak, cennete veya cehenneme gitmenin temel kıstası kabul edilemez.

Yani “Ancak iman edenler” olmamalıdır.

Bütün iyi niyetimle, dinler, kendi dönemlerinde var olan hukuksuzluk ve toplumdaki adaletsizlikleri giderip, makul bir yaşam düzeni tahsis etmeyi amaçlamış olmalılar diye inanmak istiyorum. Din adına gösterebileceğimiz ideal bir toplum modeli örneği olmasa da…

Yoksa dinler, sadece mabedlerde insanlığa ne sosyal ne de ekonomik yararı olan bir takım ritüeller için gelmiş olamaz.

Bu durumda, inançlı veya inançsız kim olursa olsun, zulme, sömürüye vb. gibi haksızlıklara karşı çıkıp, toplum yararına fedakarlıklar yapanlar, adaleti, özgürlüğü, barışı ve paylaşımı savunanlar aynı zamanda iman etmenin de somut olarak gerekliliğini yapmış oluyorlar. Velev ki Tanrı’nın varlığına inanmasalar da veya başka bir dine inansalar da…

Soyut anlamda bir şeye inanmak, gerçekte hiçbir şeyi değiştirmiyor. Asıl önemli olan eylemdir, pratiktir.

Diğer bir ifadeyle, Tanrı katında neye inandığımız değil; insanlık için, doğa ve bütün canlılar için ne yaptığımız önemli olacaktır, dikkate alınacaktır.

Yaşamımızı anlamlı kılan inançlarımız değil, eylemlerimizdir.

Ve Tanrı katında tek geçerli olacak olan da eylemlerimiz, yaptıklarımız ve söylemlerimiz olacaktır.