KAFKAS CEPHESİ’NDE ÇERKESLER 93 HARBİ (1877-78 OSMANLI-RUS SAVAŞI)

YENEMUK Mehmet Mahir

Son asır Türkiye tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden ve Rumi 1293 tarihine rastladığından, tarihimize “Doksan üç Harbi” diye geçen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Rusların yayılmacılık stratejinin bir gereği olarak Tuna Cephesi ve Kafkas Cephelerinde cereyan etmiştir. Ruslar açısından kesin neticenin alındığı Tuna cephesi kadar mühim olmamakla beraber, Kafkas Cephesi’nde de pek büyük savaşlar oldu. Cephe kumandanı Ahmed Muhtar Paşa idi. 125 bin kişilik Rus ordusunun başında ise, Ermeni asıllı Melikof bulunuyordu.

93 Harbi, Osmanlı Devleti’nin ağır mağlubiyetiyle neticelendi. Kırım Harbi’nden sonraki 10-12 yıllık süreçte Rumeli’ye tarihinde görülmediği kadar Kırım Türkü ve  Kuzey Kafkas halkları vatanlarından göçe zorlanarak iskan edilmişti. Bu halklar Rus birlikleri ve Bulgarların büyük katliamı sebebiyle, büyük sarsıntıya uğradığından, azınlığa düştü. Ardından da son asır Türk tarihinin en büyük göç faciası meydana geldi. Balkanlardan Anadolu’ya uzanan yollar, göçmen kafileleriyle doldu. Bunların büyük bir kısmı, yine Ruslar ve Bulgarlar tarafından imha edildi.

Rusların Yeşilköy’de karargah kurmalarından sonra, Babıali, 19 Ocak 1878’de Rusya’dan mütareke istedi. 9 ay 7 gün süren savaşa, 31 Ocak 1878’de imzalanan Edirne Mütarekesi son verdi. Sonradan, 3 Mart 1878’de, Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması imza edildi, ancak yürürlüğe girmedi. Abdülhamid Han, siyasi manevrasıyla, bu antlaşmayı yürürlüğe koydurmadı. Ayrıca bu antlaşma, Rus nüfuzunu son derece arttırdığından, Avrupa devletlerini telaşa düşürmüştü. Avrupa devletlerinin iştirakleriyle tertiplenen Berlin Antlaşması‘na göre (13 Temmuz 1878), önceki antlaşmanın bazı maddeleri hafifletildi. Ancak, Osmanlı Devleti bu antlaşmaya göre, bugünkü Türkiye’nin üçte birine yakın toprak ve büyük nüfus kaybına uğradı. Ayrıca, 800 milyon altın Franklık savaş tazminatı ödeme mecburiyetinde bırakıldı. Balkanlarda ise Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsız birer devlet oldular. Ayrıca bu antlaşmanın Türkçe metinlerinde görülmeyen bir hükmü ile de Çerkeslerin 15 seneye yakın Rumeli hayatları yeni bir göçle karardı.

Anadolu Ordu-yı Hümayunu Mühimme Başkatibi olarak 93 Harbinin Kafkas Cephesi’nde bulunmuş olan Mehmed Arif Bey izlenimlerinin sonucunu bir araya toplayıp onları bir kitap haline getirmiştir. Milleti saran hastalığı ve sebeplerini de sırası geldikçe açıklamıştır. Mısır’da bulunduğu süre içinde de bilgi sahibi olduğu olayları kısaca ekleyerek meydana getirdiği kitabını ”Başımıza Gelenler” olarak isimlendirmiştir.

Yazar kitapta yer yer Çerkeslerden de bahsetmiş, onların cephedeki hallerini yazmıştır. Bu bölümler olduğu gibi ve aslına sadık kalınarak aşağıya çıkarılmıştır.

Başımıza Gelenle
93 Harbi’nde Anadolu Cephesi / Ruslarla Savaş
(93 Harbi’nde Anadolu Cephesi / Ruslarla Savaşın Hatıraları – Askeri,
İctimai, Ahlaki Tesbit ve Tenkitler)
Mehmed Arif Bey

Erzurum, İstanbul ve diğer vilayetlerle olan haberleşmede kullanılmak üzere vaktiyle Sivas ve Samsun taraflarında tertip ve teşkil olunduğu ve Çerkes Musa Paşa kumandasına verildiği işitilen dört alay Çerkes süvarisi acele yetiştirilmesi istendi. (Sayfa-88)

ÇERKEZ SÜVARİLERİMİZİN BENLİAHMED’E BASKIN YAPIP BOZULMALARI

Çerkez süvarileri, Kars’a doğru yola çıkalı 5-6 gün olduğu halde, durumlarından bizi haberdar etmiyorlardı. Bir gün ikindi vakti, fırkamızın piyade karakolundan Çerkez süvarilerinin bozuk düzen bir hal de dönmekte oldukları haberi verildi. Bu hal, mutlaka ileride düşmana çatmalarına ve düşman ordu sunun üzerimize gelmekte olduğuna delil sayılıp fırkamız derhal silah başına çağrıldı. Her tabur, önceden yapılan plan gereğince hazırlanmış olan mevkilere girdi, gözler ve namlular süvarilerin gelmekte olduğu yana dikildi. Süvarilerimizden önce 5-10 kişi geldi. Dönüş sebepleri sorulunca, o gece kaldıkları Benliahmet köyünü düşmanların birkaç alay Dıragon süvari ile basmış olduğu ve aralarında kılıç kılıca bir çarpışmanın vuku bulduğu, gece hali ile kimin ne olduğunun da bilinmediği, öğrenildi. Arkadaşlarından yaralanan 5 kişiyi getirmişlerdi. Biraz sonra 5-10 daha, bir çeyrek sonra 40-50 daha, 10 dakika sonra bir parça daha… Velhasıl böyle böyle hepsi ve nihayet kumandanları olan Musa Paşa ile Kurmay Yarbay Şevket Bey de yaralı olarak yüzleri gözleri sarılı geldiler. (Sayfa-129)

Meğer bunlar, Kars ovasında birkaç gün gezin dikten sonra, Kars yolunun da açık olduğunu anlayarak Kars’a girmek üzere yola düşerler. Yolda Benliahmet köyünde geceyi geçirmek isterler. Gece yarısı, bunlar tam uykunun horultusunda iken, düşman süvarileri de köyü basar. Uyku sersemliği ile atını bulmak, elbisesini giymek, eşyasını toplamak, silahını takınmak mesele… Ortalık bir ana baba günü olur. Atını bulan köyün dışına fırlar, parça parça ve gayri muntazam. Köyün kenarında düşman süvarisi ile kucak kucağa gelirler. Her iki taraf da başlarına kal pak giymiş olduklarından düşman, dost ayırt edilemez; el yordamı, göz tahmini, tabanca, tüfenk, kılınç birbirine girerler. Biraz sonra dil yardımı ile taraflar ayrılabilirlerse de, kimler ölüp kimler kaldı, kimler yaralı olarak nerelere düştüler? Bunu anlamak için güneşin doğmasını beklerler. Düşman süvarisi işini becerdikten sonra karanlıkta çekilip gitmiş olduğundan onlardan kaç kişinin ölüp kaldığı, anlaşılamamışsa da bizim iki dağ topunun ortalarda olmadığı görülmüş. Bizimkilerin de çoğu, kumandanları Musa Paşayı da orada bırakıp, geceden yola düşmüş olduklarından ahiri encamlarının ne olduğu kesinlikle anlaşılamamış.

Yarbay Şevket Bey, ensesinden yediği bir kılıçla yaralı idi. Onun anlattığına göre: Bu kazanın vuku una Çerkezlerin söz anlamamaları ve kumandan dinlememeleri sebep olmuş. (Köye geldiğimizde adet olduğu üzere, köy etrafına konulacak nöbetçi karakollarının yerlerini tespit etmiş ve Musa Paşa’ya bildirmiştim. Çünkü ben Çerkezce bilmem ki, gerekeni anlatıp tenfiz edeyim. Ayrıca dillerini bilsem bile, aynı ırktan olmadığım için, geçirdiğim önceki tecrübelerle sözlerime itibar etmeyeceklerini bilirim. (Sayfa-130)

Musa Paşa’nın, bu yönde, gereken emri vermiş olduğundan şüphem yoktur. Zira kendisi askerlikten yetişmiş bir generaldir. Koyduğumuz nöbetçiler atlarına yem, kendilerine de tavuk ve yumurta bulmak için nöbetlerini terk ile geceleyin evlere dağılmamış olsalardı, bu kaza başımıza gelmezdi. Nöbetçiler kimlerdi, niçin yerlerini terk ettiler? Bunu tetkik ile meydana çıkarmak şimdi ne kadar güç…)

Şevket Bey, o karışıklıkta kendisine arkadan kılıç vuran kalpaklının Rus mu, Çerkez mi olduğunu dahi bilmiyordu.

Eeee, pekala! Çerkez süvarilerinin baskına uğradığı yerle bizim aramızda, 5-6 saatlik mesafe var. Her ne ise, kendi gaflet ve emir dinlememelerinden, olan olmuş. Şimdi orduyu ileri karakolsuz bırakıp, buraya kadar döndükten sonra bizi de terk edip, içimizden çekip geriye gitmelerinin bir manası var mı?  Asker savaş içindir, ölen de olur yaralanan da. Gerekirse, geriye, daha selametçe bir yere çekilinir, sağlamı çürüğünden, yaralısından ayrılır, ihtimam ve tedavi görür. Sağlamlar da bir merkezde toplanıp kumandanın vereceği yeni emri bekler. Halbuki bunlar, ne emir, ne kumanda, çekip gidiyorlar. Bunun sebebi Musa Paşa’dan sorulunca: (Kumanda ettiğim süvariler muntazam, askeri bir topluluk olmadığı gibi emir dahi dinlemiyorlar. Hemen her ferdi kendi başına buyruk. Ayrı ayrı çeşitli kabilelere mensupturlar. Her kabile kendisini diğerinden üstün bilir ve başka kabileden olan bir amirin, kumandanın, veya subayın emrini dinlemezler. Her kafadan bir ses çıkar. Kendi akıllarının erdiğine giderler. Velhasıl bunları askerliğin istediği disiplin ve daireye sokmak mümkün değildir.) diye idare ve kumandalarından aciz kaldığım beyan etti.
(Sayfa-131)

Bilirsiniz ki askerliğin özü ve ruhu, itaattir. İtaat olmazsa asker yok demektir. Şimdi Çerkezler, her ne kadar sayıca ordumuzu çoğaltıyorlar ve bizden iseler de, emre itaat edip kullanılamadıkları için, gerçekte yokturlar. Şu halde ordumuz, süvari meselesini hal için başka bir yol bulup başının çaresine bakmalıdır.

Durum böylece açıklığa kavuştuktan sonra, büyük bir muharebede artık kendilerinden nasıl faydalanmak mümkünse öylece kullanılmak üzere, Çerkezlerin orduda bir kalabalık olarak bulundurulup beslenmeleri uygun görüldü.

İstanbul’a, ordumuz için birkaç alay süvari askerinin temini hususu yazıldı. Cevap olarak alınan telgrafta: Şam’daki 5’inci ordu ile Bağdat’taki 6’ncı ordudan 3 alay süvarinin gönderileceği bildiriliyordu. Cenabı Hak ordumuzu düşmanın taarruz tehlikesinden korursa, gönderilmek üzere tertip olunan bu 3 alay süvariye 2 ay sonra kavuşacağız. Oysa ordumuzun süvariye olan ihtiyacı çok, beklemeye tahammülü yoktu. Bundan önce de bir vesileyle ile anlattığım gibi, umum Anadolu ordusunun elinde 3 alay süvarisi vardır. Bunlar da: Kars, Van, Ardahan, Doğubeyazıt, Eleşkirt ve bizim fırka ile Erzurum’ dadır. Her alayın 500 mevcudu olduğu farz olunsa, adı geçen yerlerin her birine ikişer yüz süvari düşecekti. Karakol ve keşif işlerini bir yana bırakalım, ordunun seyyar telgrafı filan olmadığından, posta ve haberleşme işlerini de bunlara gördürmek zarureti vardı. Bu nedenle süvarimizin sayısı, değil büyük işleri, gayet küçük işleri dahi görmeğe yeterli değildi. Her ne ise, Allah ordumuzu kaza ve beladan esirgesin. (Sayfa-132)

Sonraları, orduda bulunanları ile temaslarımdan Çerkezlerin bir hayli durumlarına vakıf oldum. Kabile filan gibi ırki adet ve göreneklerinin baskısından kurtarılıp, tam askeri bir süvari birliği gibi tesis ve teşkil edilip disiplin altına alınmadıkça, bunlardan gerektiği ölçüde bir fayda sağlanamayacağına hükmettim.

Bunların harpte tuhaf tuhaf adetleri vardır. Adamlar, yaralılarını bizim doktorlara baktırmaz, hastalarını bizim hastanelere yatırmazlar. Kendi adetleri gereğince kendi cerrahlarına baktırmak isterler. Bir Çerkez yaralandı mı, askerlerin içerisinde bulunan dost ve akrabasından -hastanın haline ve ağırlığına göre- iki, üç bazen dört kişi alarak taa memleketine ve evine kadar götürmeğe mecburdur. Farz edelim ki bir savaşta elli Çerkez yaralandı, bu elli yaralı kişi yüz iki yüz sağlam kişiyi de işten alıkoyup beraberinde götürür. Irki ve milli adetlerinden bir şeyi feda etmektense, ölmek, onlarca daha evladır.

Affedersiniz konudan çıkmış oluyorum ama yeri gelince de yazmak icap ediyor: 1884 ve 85 senelerinde adliye müfettişi olarak Kastamonu vilayetinde bulunmuş idim. Teftiş esnasında Bolu sancağına bağlı Düzce kazasına giderek bir ay kadar orada kaldım. Kazada, hemen çoğu çeşitli Kafkas kabilelerinden olmak üzere otuz beş bin kadar nüfus var. Çerkezlerin orada gördüğüm adetlerinden biri de, bilmem, fenni cerrahileri iktizası mıdır, nedir, yaralı bir hastayı gece uyutmamaktır. Hastanın akraba veya dostlarından birisi bir öküz kesip etini adetleri üzere pişirdikten sonra hastanın olduğu eve getiriyor. (Sayfa-133)

Etrafta bulunan bütün komşu kadınlar, kızlar ve erkekler toplanıp o öküzü (Pasta) ile yedikten sonra, kızlar kendilerine has şarkı ve sözler ile sabaha kadar oyunlar oynayıp yaralıyı uyutmuyorlar. Gündüz de bilmem nasıl ediyorlar… Ertesi gece, hastanın başka bir dostu bir inek kesiyor ve anlattığım adet devam ediyor, taa hastanın artık geceleri uyuklamasında bir zarar olmadığı cerrah (!) tarafından söyleninceye veya sayılı günler geçinceye kadar. Bu cerrah, zevk ve sefa ehli bir adamsa…, vay hastanın haline! Demek herif kıyamete kadar hastaya göz yumdurmayıp, çengi sefaları ile eğlenecek!

Bizim Çerkez hemşeriler menfaatlerini da pek severler. Her ne kadar dünyada menfaatini sevmeyen adam olmazsa da, bunlarınki hadden efzum (haddinden fazla) olup bir acayip haldir. Mesela: kazanılan bir savaş sonun da alınan mallardan bir Çerkez’in hissesine bir at veya öküz veyahut ta bir inek düşse, yani harbin neticesine kadar ordugahta bakılmasına imkan olma yan bir şey; herif bunu alıp, evi yirmi günlük mesafede de olsa götürüp gelmelidir ama kendisi yokken ordu tekrar savaşa girecekmiş, millet ölüp ölüp dirilecekmiş, onun umurunda bile değildir. Her kabile kendi Beyinin yücelik ve üstünlüğüne inanır, başkasını dinlemez. Yalnız bazı kabile Beyleri vardır ki, normal zamanlarda, emirleri, diğer kabilelerde de dinlenir ve yürür. Mesela, Kabardey kabilesinden Gazi Hüseyin Bey gibi. Bu Hüseyin Bey denilen zatın dahi, ordu kumandanının emir ve talimatlarına uygun olarak hareket etmesinde ne kadar güçlükler çekildi… Nitekim kullanılamadı ya!

Musa Paşa kendi kabilesinde Bey, veya (Özden) (Sayfa-134) Haddinden fazla değilmiş. Küçük yaşında Rus askeri okul ve hizmetine girerek ardı ardınca terfi edip generalliğe kadar yükselmiş; 1860 tarihinde çeşitli Kafkas kabilelerinden beş bin aile ile birlikte Osmanlı memleketlerine göç etmiş. Devleti Aliyye de generalliğine karşılık, Mirliva olarak kabul ve taltif etmiş ise de, tabiatı ile Çerkezlerin istediği Beylik ve Özdenlik rütbelerini verememiş. İşte bu yüzdendir ki, Musa Paşa dahi Çerkezlere kumanda ve idareden aciz kalmıştı. Bir harbin sonunda Komutanın çadırına yığılıyorlar. Kimisi atım öldü, kıymeti elli liradır. Hemen ödenmeli! Kimisi, tabancamı kaybettim, değeri şudur; kimisi atımın nalı düşmüş, onu isterim der ve istediği şeyi de mutlaka almak için direnir durur; yumuşaklıktan anlamaz, (yoktur) sözünü dinlemez. Bu böyle olmakla beraber, (Yiğidi öldür, hakkını yeme) derler. Doğrusu bunların da savaştaki cesaret ve kahramanlıklarına diyecek yoktur. Aferin dememek elden gelmez.

Daha sonra Musa Paşa da bunların kumandanlığını yapmaktan vazgeçip istifa etti. Çünkü iş tahammül derecesini aşmıştı. Musa Paşa’dan boşalan yere, süvari Mirlivalarından Ethem Paşa tayin edil di. 0 da üstesinden gelemedi bu işin. Güya alay, alay, bölük bölük taksim olunarak her bölüğe muvazzaf süvarilerden birer yüzbaşı verildi ve kendi Beyleri de, yerine göre, binbaşı ve yüzbaşı olarak başlarına konuldu. Askeri talim ve terbiyeleri yönünden muvazzaf yüzbaşı, itaat ve disiplinlerinden kendi beyleri mesul olacaktı. Bu da mümkün olamadı. Sözün kısası, Çerkezler ağız tadı ile orduda kullanılamadılar. Tehdit edildiler, olmadı; yüzlerine gülündü, hiç olmadı. Çabucak aldanıp, çabucak güvenen acayip bir millettir. Çalışır, çabalar, aman (Sayfa -135)

Allah’a şükürler olsun biraz yoluna koyup tanzim edebildik dersiniz; tam bu sırada bir müfsit çıkar, onun ifsadına uyar ve yaptığınızı derhal bozar ve bozulurlar. Beylerinde dahi işlerin beyazını siyahından ayırt edebilecek ne fikri bir metanet, ne de bir temyiz kudreti vardır. Neticede bir kısas meselesi yüzünden bir müfsidin ifsadı üzerine hepsi darılıp dağıldılar ve gittiler. Her ne hal ise, Allah’ın yarattıklarını değiştirmek mümkün değil!

Çerkezlerin baskına uğrayıp bozularak döndükleri günün gecesinde dahi birer ikişer yaralıları gelmekteydi. Gecenin saat on birinde, çadırımızın biraz ilerisinde bir gürültü, bir kavga işittim; çıkıp bak tığımda yaralı bir Çerkez, yanında bir başkası, nöbetçi erine, (Bu gece kalmak için mutlaka bize bir yer bul!) diye ısrar ediyorlar. Nöbetçi de: (Ben nöbetçiyim, yerimden kıpırdayamam, subaya gidin!) diyordu. Çerkezler buna rağmen nöbetçiye yer buldurmakta direniyorlardı. Savaşların daha başında ve alışmamış olduğum için, düşmanlar tarafından yaralanmış bir adamın gece yarısı sürüklenmesine vicdanım razı olmadı. Adamcağızı kendi çadırıma aldım. Gecenin o saatinde doktor falan bulunamayacağından çay may tedarik ederek içirebildim.. Saat gecenin biri, ben de yattım. Sabahleyin kalktığımda baktım ki bizim yaralı kımıldamıyor. Yokladım, meğer şehit olup Allah’ın rahmetine ermiş. (Sayfa-136)

ÇERKEZ SÜVARİLERİNİN AHLAKİ DURUMU VE ORDUYA VERDİKLERİ EZİYET

Çerkez süvarilerimizin durumuna yukarıda da bir nebze dokunmuştum. Orduya yardım için geldikleri günden beri tatsız tuzsuz devam eden halleri, şu sıralarda çok daha yayan bir durum aldı.

Hatırlarsınız, aslen kendilerinden olan Musa Paşa, belki disiplini temin eder ümidi ile başlarına kumandan tayin edilmişti de, adamcağız sonradan: “Hayır, yapamayacağım. Bunları zapturapt altına almak mümkün değil.”diyerek istifa etmişti.

Bunların orduya verdikleri eziyet ve sıkıntılardan başka, uğradıkları köyler halkına reva gördükleri zulüm ve işkence ise, dayanılmaz bir hal aldı. Kimisinin koyununu, kimisinin inek ve öküzünü çalarlar yahut memleketlerine aşırırlar, köylüleri döver söverler, yaralarlar. Faillerinin aranıp cezalandırılmasına ise, ne durum, ne zaman müsait… Vatandaşlarımızın feryadı ise, ayyuka çıkıyor. Hele bazı Ermeni köyleri bunların tecavüz ve zulümlerinden kurtulmak için Rus ordularını bekler ve yardım eder oldular. Başkumandan önündeki meseleleri ve düşmanı bırakarak, yapılanları tahkik ve halkın şikayetini dinlemeğe fırsat bulamadığı için, bu Çerkez süvarilerini iki liva olarak ayırmak zorunda kaldı. Birisini Mustafa Safvet Paşa, diğerini de Ethem Paşa kumandasına verdi. Fakat yine de bir netice alınamadı. O kadar ham, o kadar bayağı istek ve tekliflerde bulunuyorlardı ki, hiçbirisinin yerine getirilmesine imkan yoktu. (Sayfa-216)

Düşmanla her gün burun buruna olan bir ordunun içerisinde çıkarılan buna ben zer fesat ve ahlaksızlıklar, her halde iyiye işaret değildir.

Feryat ve şikayetlerin dayanılmaz bir hal aldığı şu sırada, Benliahmet köyünden zavallı bir Ermeni’nin zorla bir koyununu almak istemişler, adam (olmaz!) diye dayatınca da vurup öldürmüşler. Ermeniler bir heyet halinde gelip Başkumandan Paşaya şikayetler ettiler. Araştırılıp katil bulundu. Derhal Kars’taki askeri mahkemede davası görülüp idama mahkum edildi.

Başkumandan Paşa, hükmün derhal yerine getirilmesini emretti. Katil Kars’ta asıldı. Bu Çerkez’in asılması üzerine, Samsun taraflarından gelmiş olan altı yüz Çerkez süvarisi, derhal ellerindeki ordu malı silahlan atıp cepheyi terkle çekilip gittiler. Sebebi de, idam olunan kendi kabilelerindenmiş. Niçin idam edilip, halk önünde kabilelerinin namusuna dokunulmuş! Bak şimdi şunların namus anlayışına ve cahilliğine! Ne vardan anlarlar, ne yoktan. Arpa, saman için çıkardıkları zorluklara canlar dayanmaz.

Bunların adet ve kabile davaları böyle kaldıkça ordu hizmetlerinde kullanılmaları aynile hatadır. Ya teker teker süvari alaylarına taksim edilmeli, yahut hiç kullanılmamalı.

Ama, doğrusu, kelimenin tam manası ile yiğittir herifler, Cesaret ve yürekliliklerine diyecek yoktur. Fakat harbin ertesi günü kumandanlarının başına çıkarmadıkları da kalmaz. Vay o. kuma haline! (Sayfa – 217)

Çerkezlerden Yarbay Zekerriya ve Binbaşı Reşit Beyler yaralandılar. Yaraları ağırca olduğu için is tekleri üzerine İstanbul’a gönderildiler. Ayrıca Kafkasya göçmenlerinden Hacı Murad ve Hacı Mustafa Beyler şehit oldular. İki üç yüz kadar süvari atımız gitti. (Sayfa-220)

SAVAŞTAN SONRA

Muvazzaf süvari atları ile top çeken beygirlerimizde uğranılan zarar ve noksanların giderilme si için yapılan çalışmalar gürültüsüzce devam ediyor. Fakat Çerkezlerin ölen atlarının bedelini vermek ve onları tekrar süvari etmek. İşte bu uğurda akla karayı seçiyoruz. Kimisi gelir benim atım şöyle asil idi, böyle asil idi der, bu kadar ister. Yalandan birbirine şahit olur vesika ve şahadetnameler hazırlarlar. Ortalama olarak hayvanlarına yirmi beşer lira verelim desen, dört, beş bin lira tutar. Ordu bunca parayı nereden bulsun (yok) desen, tınmazlar, (Paranız yok idi ise, niçin muharebe ediyorsunuz?) der, barbar bağırırlar. Haydi diyelim ki, paraları bulunup verilsin. Fakat ü kadar hayvanı buralarda nasıl bulursun? Peki, Muvazzaf süvari atları ve top hayvanları ne olacak? Taa Anadolu ortalarından hayvan satın alınacak da, getirilecek. Devletin ordu ihtiyaçları için hayvan yetiştiren çiftlikleri de yok ki, oradan alalım.

Ama karşımızdaki düşmanın durumu böyle mi ya? Onların ihtiyat hayvanlarını yetiştirecek çiftlikleri bile var.

Her ne ise, başımıza çıkan bu hayvan belasını geçirmek için saraskerlik makamına (Amanın para yetiştiriniz) diye yazdık. (Gerekenin yapılması babında Padişahımızın emri vardır. İstediğiniz parayı, borç olarak Vilayet idaresinden temin edebilirsiniz), diye cevap verdiler.

Vilayette kim var? Kimden para alınacak? Zenginler nerede? Hem öyle karanlık günlerde kim kime para verir? Buralarını hiç düşünen yok.

Sonraları İstanbul’dan, yalnız bir defacık, on bin lira geldi, o da D. Beyazıt Ordusuna muhtaç oldukları yiyeceği İran’dan almaları için gönderildi. İran tüccarları bizim lirayı beğenmiyor, sattıkları mal karşılığında altın istiyorlardı. (Burada para ile ilgili bir konuya iş etmeden geçemeyeceğim. Nisandan Ocak ayının sonuna kadar, Devlet on ay harp etti. Bu süre içerisinde er, ve hele bazı subaylara ya bir veya iki aylık verilebildi ama büyük rütbelilerin çoğu ve küçüklerin dişliceleri, hep aylıklarını aldılar. Burasını unutmayınız…) (Sayfa-221)

Altı yüz Çerkez süvarisinin silahlarını atarak cepheyi terk etmeleri üzerine Seraskerlik Makamından bunların derhal derdest edilerek orduya sevkle, dört sene mecburi hizmete tabi tutulmaları hususunda mahalli idarelere sert bir emir verilmişse de, birerin olsun ne harp içinde, ne de harpten sonra yakalanarak sevk edildiğini gördüm. Bir daha da bu emrin arkası aranıp sorulmadı.

Buna mani olan ne idi, diye sormayınız. Hiç şüphesiz kanun ve nizamnamelerin tatbikinde göstere geldiğimiz ihmaldir. (Sayfa-222)