YEMUZ Nevzat Tarakçı
“Çerkes Hikayeleri Antolojisi/ Diaspora” da yürek yakan çok hikâye mevcut.
Adeje Ayça Atcı ve Elbruz Aksoy, bu eserle güzel iş çıkartmışlar.
Eserde geçen, Tsoriti Haluk’un kaleme aldığı “Faendur” (Mızıka) hikayesine kısaca bir göz atalım.
…“Bizim köyün ismini duyan herkes, “Mızıkaların yakıldığı köy değil mi?” diye sorar.
“Bizim Hoca, nasıl ki kahveyi kapatıp milleti kumardan kurtardı ise “düğün” ü de kaldırıp köyü bu büyük günahtan da kurtaracakmış.
Bir cuma günü hutbede İslam’a aykırı adetlerimizi bırakmanın ne kadar sevap olduğundan, bu konuda atılacak her adımın cemaati cennete bir adım daha yaklaştıracağını anlatmış.
…Ali Hoca, sonunda arzuladığı kararı aldırmayı başarmış.
Köyde bütün fandurlar (mızıkalar) toplanacak ve bir daha köyde fandur (mızıka) çalınmayacak, kaft (düğün) yapılmayacak!
Köyde bulunan yaklaşık 50 kadar mızıkanın toplanması, ertesi günün akşamını bulmuş.
Özellikle köyün genç kızları, gözyaşları içinde gözbebekleri, ata yadigarı mızıkaları vermek istemeseler de büyüklerin kararı kesinmiş ve itaat edilmesi gerekiyormuş.
Köyde, dini konularda çok hassasiyeti olmayan büyükler bile duruma ses çıkaramamışlardı.
…Kafkasya’dan kalan son hatıra el yapımı fandurlar (mızıkalar) toplanmış, misafir odasına konulmuş. Alınan karar gereği toplanan mızıkalar, öğlen namazından sonra köy meydanında kırıldıktan sonra yakılmış.
Köydeki gençler, bu duruma çok içerlemiş. Ana dillerinde söyledikleri şarkıları, ağıtları, iyi gün, kötü gün dostları mızıkaları, anne ve babalarından kalan hatıraları büyük ve korkunç ateşte alev almıştı.
Savaşlardan, sefaletlerden kurtardıkları can yoldaşları, dert ortakları mızıkaları bir çırpıda yanıp kül olmuştu.
…O günden sonra köyde bir daha mızıka çalınmamış, düğün yapılmamış.
1940’ta başlayan yasak, Ali Hoca’nın yaşlanıp artık hocalığı bırakmasına kadar devam etmiş…
Hemen hemen üç nesil, mızıka sesi duymadan, düğün yapmadan büyümüş. O süre zarfında oynanan oyunlar, söylenen şarkılar unutulmuş, sözlük kültüre dahil ne varsa tarihe gömülmüş… (Fandur-Mızıka Tsoriti Haluk)
EVDEKİ MELAMİN TABAKLAR
Bir diğer yürek yakan hikâye, Adeje Ayça Atcı’ya ait.
Sayın Atcı, kültürel duyarlılığa sahip herkesin yürek sancısı olan, “Bu kadar da olmaz!” dedirten kapanmayan sosyal yaramıza parmak basmış.
İşte Sayın Atcı’nın “Keşke!” dedirten yürek burkan hikayesi:
…İnanırdım ablama, güvenirdim. Çok güzeldi, güzelliği dillere destandı. O, kâfeye çıktığında kuğular boyunlarını büküp uzak diyarlara göçerlerdi. O konuştu mu bülbüller dut yemişe dönerdi. Evin neşesi, hayat kaynağıydı!
O, bana masal anlatsın diye bir an evvel gece olsun isterdim.
Güzel bir kız olayım diye çabucak büyümeyi dilerdim. Bir de erkek kardeşimiz vardı Ahmet; sarı saçlı, gök gözlü, al yanaklı bir oğlan. Ablamın kaşeninin adı da Ahmet’ti. Bu yüzden ablam Ahmet’i söylerken öyle bir “Ahmet’imm!” derdi ki gün geceye, baharlar güze dönerdi. Bulut bulut olurdu gökyüzü onun hasretinden.
İşte tam o günlerde bir çerçi dadandı bizim köye. Uğursuz, peltek dilli bir adam. Eşeğin üstü renkli kumaşlarla, kilimlerle, renk renk plastik leğenlerle, ışıl ışıl melamin tabaklarla dolu olurdu. Evlerdeki eskileri alır yerine yepyeni tabaklar verirdi, kalpaklarımızı alır kilimler verirdi. Evde koktuğu için kadınların yakındığı yamçıları alır, sabunlar, taraklar, aynalar verirdi. Bütün köy çerçi sayesinde bir anda renklendi, eski olan ne varsa yenilendi.
…Birkaç yaz sonra evlerde satılacak hiçbir şey kalmayınca çerçiler köylere uğramaz oldu.
Dedelerimizin kendi topraklarımızdan getirdiği gümüş kamaları, üstü içli kamaları, astragan kalpakları, yamçıları, kamçıları, deri eyerleri, Çerkeskaları, ninelerden kalma şeyleri, gümüş kemerleri, düğmeleri… Vermişlerdi yok pahasına çerçilere.
Çerçilerin gözüne kestirdiği güzel kızları da bir bir yabancılar almıştı.
Elimizde, avucumuzda ne kaldıysa o bizimdi, kalpak yerine leğen, kama yerine mandal, ucu gümüşlü kemerler yerine şu gelen misafirlere gururla çıkardığımız kahrolası tabaklar bizimdi.
Artık misafirlere mahcup olmayacaktık yeni, yepyeni melamin tabaklarla servis edecektik “psıhalıve” lerimizi, “şipsbaste” lerimizi ama ne var ki torunlarımıza bırakacak ne bir kalpağımız kalacaktı geriye ne bir eyerimiz ne gümüş işlemeli dede yadigarı kamamız ne de şu boynu bükük sürgün dilimiz!
Yıllar sonra köye gittim, üniversiteyi bitirdiğimi yaz. Ipıssız köyümüze.
Evlerden gelen sesler susmuş, ahırlar yıkılmıştı… (Evdeki Melamin Tabaklar/ Adeje Ayça Atcı)
DEĞERLİ KALEMLERE TEŞEKKÜR
Bu halk, büyük sürgünle tarifsiz, katmer katmer acılar, büyük kayıplar yaşadı…
Ya sürgün sonrası gurbet ellerde yaşananlar, ya bir bir yitirilen değerler, duyarsızlıklar, çaresizlikler…
Kültürümüz çok yara aldı, bilmem ki yarası ne kadar derin “bze” nın, “xabze” nın?
Umarım bu büyük kayıpları yaşayan halkın torunları, bilinçle, toplumsal dayanışma ile kültürel diriliş için elinden geleni yapar!
Bu kültürle, bu kimlikle yaşamanın, var olmanın başka yolu da yok!
158 hikâyeden oluşan “Çerkes Hikâyeleri Antolojisi / Diaspora / Sürgünün 158. Yılında 158 Hikâye” de büyük emek var.
Selam olsun, hikâyeleriyle kültürümüze katkı sağlayan tüm değerli kalemlere!
İyi ki varsınız!