TÜRKİYE’DEN ÇEÇENİSTAN… GIYABİ MİLLİYETÇİLİK

Tanıl Bora
Birikim, Şubat 1995 sayı 70,
Tanıl Bora’nın Milliyetçiliği Kara Baharı adlı kitabından sayfa 235

Rusya’nın Çeçenistan’a el koyma girişimi ve bunun karşılaştığı direniş, Türkiye’de de “uyarıcı”  etkisi yaptı. Rakip dış politika “vizyonları”, bu vesileyle yeniden karşı karşıya geldiler. Yine, Körfez Savaşı’ndan beri hemen her dış politika olayında  çarpışan her iki vizyon/tasarım arsındaki rekabet ön plana çıktı. Türkiye Cumhuriyeti devletinin geleneksel izolasyonist (kendini yalıtan) politikası ile, Özal’ın Körfez Savaşı’ndaki  çizgisiyle kavanasını işlediği “aktif politika” arayışı.

Malum, birinci cephede sosyal demokratlar, Kemalistler, geleneksel devlet eliti ve Batıcı-liberal entelijensiyanın geniş bir bölümü, ikinci cephede İslamcılar, radikal milliyetçiler ve neo-liberal (ve muhafazakar-liberal) entelijensiya yer alıyor.

Kuşkusuz bu kaba bir tarif; iki cephenin bileşenleri arasında önemli ayrımlar olduğu gibi, cepheleri yatay kesenrefleksler de var. Ancak bu ayrımlar, bir “dış olay” gündeme geldiğinde derhal bu kaba cepheleşmenin zuhur etmesini önlemiyor. Taraflar önce “ezberlerini” dökülüyorlar. Böylece “dış politika iç politikadır” gerçeğinin en sağlam kanıtlarını ediniyoruz.

Çeçenistan vakasında da öyle oldu: Türkiye’ye Balkanlar-Kafkasya-Ortadoğu’nun merkez ülkesi olarak belgesel güç misyonu biçenler (başta Cengiz Çandar) Çeçenistan vakasında, hükümetin “renksiz politikasına” yüklendiler. “Statükocu” cephe ise Türkiye’nin Rusya’nın içişlerine fazlaca müdahale etmesinin risklerine dikkat çekti; ayrıca Çeçen vakası ile Kürt meselesinin eş koşulması halinde Türkiye’nin başının ağrıyacağını ima etmek gibi “iyi” bir koza sahipti. Doğrusu “statükocu” denen dış politika çizgisi, Çeçenistan vakasının gündeme geldiği konjonktürde kuvvetli bir konumda bulunuyor, zira vaziyet, Türkiye’ye pek fazla “aktiflik” taslama şansı tanımıyor. Her şeyden önce Kürt meselesinde devlet politikasının uluslar arası platformda aldığı tekdirler, dünyada yalnızlaşma duygusunu ağırlaştırıyor ve içe kapanma eğilimini arttırıyor. Türkiye iktisadi ve siyasi bakımdan etkili bir nüfuz politikası güdecek, hatta bu imajı verecek takatten yoksun. Memlekette 1980’ler/90’lar dönümünde görülebilen “özgüven” havasının” berhava olması ve gündelik hayatın gittikçe kararması, Türkiye’ye “bölgesel güç” misyonu yükleyen neo-liberal ve muhafazakar-liberal çevrelerin halkın kolektif zihninde keşfettiği “emperyal vizyon/duygu” belirtilerini de zayıflatmış olsa gerek. Nitekim, aktif dış politika özleyenler arasında gerçekçi tahlil yapabilenler bu tabloyu görüyorlar ve sadece hayıflanıyorlar. “Zamanında” atılmayan adımlara yanıyorlar, en önemlisi Türkiye’nin her türlü söz ve müdahale hakkını meşruiyetsiz kılan Kürt politikasından yakınıyorlar.

Bu kilitlenmenin,dış politika vizyonları arasındaki cepheleşmenin zaten pek mahdut olan düşünsel çıktılarını iyice azalttığını söyleyebiliriz. Bakışlar “Türkiye’nin yapması gerekenler”e ve dolayısıyla insanları/halkları piyonlaştıran bir devletlerarası strateji oyununa odaklanıyor. İnsanların Çeçenistan’da (tıpkı Bosna-Hersek’te ve Azerbaycan’da olduğu gibi) olanların nedenleri hakkında “sahiden” bilgilenme şansı azalıyor, uluslar arası politika ve medya düzeneğinin, çatışmalı toplumsal olayları gerilim unsuru olarak insancıl boyuta yer veren bir “müsabaka/maç” kalıbına oturtması karşısındaki çaresizlik büyüyor. İnsanların Türkiye’nin etrafında olup bitenlerle sahiden ilgilenmeleri, bunları kendi hayatlarının ve sorunlarının bir parçası olarak anlamlandırmaları ihtimali azalıyor. Kısacası milliyetçiliğe alternatif bir dünya algısı ihtimali azalıyor.

Bu ihtimaller azaldığı ve “dünya olayları” araçsallaştığı oranda, dinci ve milliyetçi özcülüğün bu olaylar üzerine yarattığı heyecan da araçsallaşıyor. Çeçenistan’la ilgili İslamcı ve ülkücü-milliyetçi kampanyalar, bu bakımdan açık örneklerdi.

Olayın kendisini ilişkili gördüğü dava uğruna vesileye indirgeme alışkanlığı, Bosna-Hersek ve Azerbaycan  vakalarında tanık olunanın çok üstünde bir boyuta vardı. Çeçenistan vakası “cihad”  (“kutlu Çeçen cihadı”), “Rus emperyalizmine karşı yıllardır süren mücadelemiz” veya “Batı’nın çifte standardını” kanıtlamak için vesile sayıldı. Vesile olarak taşıdığı soyut/genel anlam, vakanın somut/özgül içeriğini ve anlamını silecek kadar önemli ve “yeterli” olabiliyor.

25 Aralık’ta Ankara’da yapılan protesto mitingi, İslamcı ve  ülkücü grupların Çeçenistan gerçekliğini (herhangi bir) cihad cephesine indirgeme eğiliminin bir örneğiydi. Özellikle RP’liler ve BBP’liler, sloganlarını kabul ettirmek için “bastırırken” meydandaki Çeçen ve diğer Kuzey Kafkasyalı topluluklarla karşı karşıya geldiler. Çeçenistan’a anayurtları gözüyle bakan ve aralarından bazılarının akrabaları hala oralarda yaşayan Kafkasya kökenli insanlar, bu özel duyarlılıklarının üzerine onu bir siyasal repertuar unsuru haline getirmek saikiyle abanılmasına tepki gösterdiler.

Bu çatışma, sadece basitçe Türk Milliyetçiliği ve İslamcı “makro” milliyetçilik ile Çeçen/Çerkes milliyetçiliği bir karşılaşma olarak yorumlanamaz. Yarattığı heyecan karşılıklı, alışverişli bir dayanışmaya ve duygudaşlığa dayanmayan, milliyetçiliğin/İslamcılığın dünyayla ve insanlıkla, yani kendinden olmayanla, yani “ötekiyle” ilişki kurma yeteneğinin sınırlarını gösterir. Zira milliyetçilik ve milli/dış meselelerde onunla ayı kalıbı paylaşan İslamcılık, kardeş saydığı “dış” öznelerle/topluluklarla, ancak onların kimliklerini emerek, farklılıklarını eriterek dayanışabilir, özdeşleşebilir. Dayanıştığı topluluğu/özneyi, nüfusuna kaydettirmeye yönelik bu eğilimi İslamcılar, homojen bir “Müslüman” kimliği adına, ülkücü-milliyetçiler “Türk” kimliği adına sürdürüyorlar. Böylece dayanışılan, daha doğrusu sahip çıkılan topuluğun/öznenin özgül kimliği, ona sahip çıkan milliyetçi söylemin dayandığı üst-kimliğin himayesine sokularak “şereflenmiş” oluyor. (Himayeci kimlikte  bu süreç içerisinde üst-kimliğe dönüşüyor veya o niteliği pekişiyor.) Somut özne/fail konumundaki toplulukların ve özgül toplumsal-siyasal çatışma koşullarının gıyabında, re’sen vekaleti üstlenilen o özneler –Müslümanlık-Türklük- adına misyonlar atfediliyor. İslamcı ve milliyetçi hareketin Bosna-Hersek ve Azerbaycan vakalarında da kendini gösterip Çeçenistan vakasında doruğa çıkan bu tutumunu gıyabi milliyetçilik” diye tanımlıyorum.

MHP Çeçenler ve Türklük

Özellikle ülkücü-milliyetçi çizginin Çeçenleri Türklüğe (Türklük davasına) bağlayan söylemi, gıyabi milliyetçiliğin uç bir örneğidir. Çeçenlere gıyaplarında Türk milliyetçiliği adına görevler yükleyen bir söylemle karşı karşıyayız.

Öngörülen görev kabaca, “Türklüğün” ve Türkiye’nin ileri karakolu olmaktır. Türk milliyetçiliğinin bildik beka kaygısı, Bosna-Hersek gibi Çeçenistan’ın da üzerinde Türkiye’nin savunulması “yükümünü” görüyor.

MHP Merkez Yürütme Kurulu üyesi Ergin Bayramcı şöyle yazıyor: “Çeçenler Türkiye için adeta bir kalkan görevi yapmaktadırlar. Bu itibarla Çeçenistan Türkiye’nin savunma alanının başlangıcı mahiyetindedir. (…) Çeçenistan düşer de Ruslar biraz kuvvet toplarlarsa aynı savaşı Anadolu yaylalarında vermek zorunda kalabiliriz.” (Ortadoğu 11.1. 1995)

Kayseri-Pınarbaşı’ndan Çeçen kökenli bir ülkücü, Prof. Tuncer Gülensoy’a gönderdiği okuyucu mektubunda bu misyonun ufkunu genişletiyor: “Çeçenistan ve Kafkasya şu veya bu ülkenin otlanacağı arka veya ön bostan değildir. Çeçenistan ve Kafkasya ancak Türkistan’dan “selam” getiren, iman rüzgarları esen, yiğitlerin harman olduğu “büyük ve müebbed” bir ülke olan Turan’ın serhaddinde , hür bağımsız bir surdur.” (Ortadoğu 13.1.1995)

Kafkasya’ya bahşedilen “hür-bağımsız” konum, bir ileri karakol olmaktan ibaret. MHP Çorum milletvekili Muharrem Şemsek’in, 12 Ocakta, TBMM’nde sözünü ettiği “Kafkasya Halkları Federasyonu” da ileri karakolun tahkim edilmesi arayışını yansıtıyor. Şemsek’e göre Çeçenistan’ın tutunmasının ve böyle bir federasyon tasarısının önemi, Tatarlar, Başkırtlar ve Yakutlar yani “esas” Türkler için emsal olacak olmasından geliyor. Çeçenistan vakası “Ruslarla Türklük” arasındaki ezeli ebedi mücadelenin bir uğrağı olarak da işleniyor. 1970’lerde ülkücü alt-kültürde, anti-komünist ve anti-folklorun gözde bir simgesi olan Şeyh Şamil mitolojisiyle birlikte “Moskof” edebiyatı en bayağı örnekleriyle canlanıyor.

Ülkücü-milliyetçi ideoloji, gıyabında Türklüğün ileri karakolu olmakla yükümlendirdiği Kafkas halklarının kimliğini (kimliklerini) de “huduttaki” bir kimlik gibi görüyor: “Tam” Türk değil ama Türk “gibi”…

Türkçü ideologlar Kafkasyalıları/Çerkesleri, soyları eski Türk boylarından Avarlara uzanan, daha sonra başka bir dil konuşmaya başlamış bir millet sayıyorlar. Yani Kürtler misali, “biraz” yabancılaşmış bir Türk boyu…

İslami kimliği daha fazla önemseyenler veya soy bağından ziyade kültürel kimliğe ve “içtimai ırk” yaklaşımına yaslananlar ise, Kafkasyalıları/Çerkesleri töre, yaşayış ve gelenek itibariyle Türklükle bütünleşmiş sayıyorlar.

Her halükarda Kafkasyalılık/Çerkeslik Türk milli varlığının bir alt-kültür unsuru addediliyor. Türk milliyetçiliğinin zihniyet dünyasında bunun anlamı, söz konusu toplulukların Türk sayıldığı ama yeri geldiğinde Türklüğe bağlılıklarını göstermeleri  (gerekmektedir) ”Kahraman Dudayev…” adlı şiir (16.1.1995) Çeçen devlet başkanının şahsında Çeçenleri “Türkten sayan” popüler algıyı yansıtıyor:

“Merhaba büyük lider, çağımızın Kürşad’ı
Moskof’un anıları ülkene mi saldırdı?
Onların gayeleri Türk’ü esir etmektir.
Bulutlar aralandı güneş doğuyor gibi
Türk’ün ne olduğunu göster dünyaya şimdi.”

Mamafih Tuncer Gülensoy’un, yukarıdaki paragrafta yazdığı okuyucu mektubu aktarılan Çeçen ülkücüyü “Ataları Çerkes ama (abç) yüreği Türklük duygusuyla çarpan bir okuyucu” diye takdim etmesi, Kafkasyalıların/Çerkeslerin Türklüğe mensubiyetinin -belki de her kuşakta yeniden- kanıtlanması ve “hak edilmesi” gereken, şarta (“Yüreği Türk duygusuyla çarpmak”) bağlı bir kazanım olduğunun göstergesidir.

Nitekim Tuncer Gülensoy, oğlunun tezini “kendisinin Türk milliyetçisi olması nedeniyle” reddettikleri için bazı öğretim üyelerini isim vermeden şikayet ederken, birisini şöyle anıyor.  “(…) eşi ve kendisinin Türk olmadığını Çeçen olduğunu söyleyen bir kişi…”  (Ortadoğu 17 1 1995)

Ülkücü-milliyetçi ideolojiye göre “Türklüğü” hak etmenin en emin yolu ülkücü-milliyetçi olmak -bu durumda Çeçenlerin ve diğer Kafkasyalıların kimliklerini meşrulaştırma (yani Türkleştirme) yolu da oradan geçiyor: “Çeçenistan’ın bayrağında Bozkurt var ama Türkiye’deki solcu ve sağcı bütün Çeçenler, Çeçen oldukları için ve “bozkurt” gibi davranmaları gerektiği için ortak hareket etmeleri lüzumunu nihayet kavrayabiliyorlar. Demek ki her Türk’ün bir “bozkurt” olduğunu hatırlamak için, “ayı”nın saldırısına uğramak gerekiyor.” (Arslan Bulut, Ortadoğu, 21.1.1995)

Döngüsel bir biçimlenme: Çeçen olduğu için bozkurt gibi davranmak gereğini hatırlamak, dolayısıyla Türk olduğunu hatırlamak, her Türk’ün de bir bozkurt olduğunu hatırlamak… Sadece Çeçenler için değil, Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu’nun bütün “kardeş” halkları, Türk milliyetçiliğinin gıyaplarında verdiği hamiyyetperver hükümlerin vicahiye çevrilmemesi için duacı olmalılar!