Barış İnce
Birgün Gazetesi, 10 Mayıs 2009
Osmanlı çalışmaları ve 1915 olayları ile ilgili kitaplarıyla Türkiye’nin en önde gelen tarihçilerinden biri kabul edilen Tarihçi, Yazar Prof. Dr. Taner Timur, Ermeni sorunuyla ilgili bambaşka bir perspektif sunuyor bizlere. Mustafa Kemal’in ‘‘alçaklık’‘ diye bahsettiği bir katliama ulusalcıların sahip çıkışının garipliğini belgelerle ortaya koyuyor. Öte yandan Ermeni demokratlarının da geçmişteki acılarını kin ve nefret kampanyasına çevirmek isteyen müfritlerle savaşmak zorunda olduğunu söylüyor. Sorunun çözümünü ise demokrasi kavgasında görüyor ve Hrant Dink’ten yaptığı alıntıyla, ‘‘Türkiye’nin demokratikleşmesi, Türkiye’nin soykırımı tanımasından çok daha önemlidir’‘ diyor.
Öncelikle Ermeni olaylarında İttihatçı bir çetenin yaptıklarının, ülkedeki milliyetçi kesimler tarafından bu kadar sahiplenilmesini nasıl karşılıyorsunuz?
Bunun iki nedeni var sanıyorum: Birincisi Türkiye’de milliyetçiliğin doğuşu ve gelişimi ile ilgili. Osmanlı Devleti Fransız Devrimi’ni izleyen yüz yıl içinde bünyesindeki tüm milliyetçi ve ulusal akımlarla savaştı. Sonra kendisi de, önce gizliden gizliye, II. Meşrutiyet’ten sonra da açıkça milliyetçiliğe yöneldi. İttihat ve Terakki’nin son yıllarına da Türkçü ve Turancı bir milliyetçilik ve komitacı yöntemler damgasını vurdu.
Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal Paşa İttihatçılara şiddetle karşıydı. Fakat bir kısım İttihatçılar fikir değiştirerek bir kısmı da kimliklerini gizleyerek Milli Mücadele’ye katıldılar. Bu sonuncular Sakarya Savaşı sırasında Kafkas sınırımıza gelip, iktidarı devralmaya hazır olduğunu söyleyen Enver Paşa’ya sadık kalanlardı. Fakat İttihatçılık asıl Atatürk’ün ölümünden sonra hortladı. İnönü, çeşitli nedenlerle, eski İttihatçıları affetti; kimini Meclis’e soktu; kimini büyükelçi yaptı; kimini de (H. C. Yalçın gibi) Ulus gazetesine başyazar yaptı. Bu başyazar Tan matbaasının basılmasından bir gün önce, Ulus’ta, ‘‘Kalkın ey ehli vatan!’‘ diye yazı yazan kişidir. Demokrat Parti’yi kuran da Milli Mücadele’nin İttihatçı Galip Hocası, yani Celal Bayar’dı. Türkiye’de koyu milliyetçilik, daima koyu bir liberalizmle bir arada yürümüştür. Böylece Celal Bayar da önce Cumhuriyet Halk Partisi’nin sonra da Demokrat Parti’nin Cavit Bey’i oldu.
Burjuva devrimini zamanında yaşamamış, tarihini bilimsel yöntemlerle sorgulamamış bir toplumda dış dünyaya devamlı kuşkuyla bakış, başka halkları ‘‘öteki’‘leştiren husumet duyguları kültürel değerlerimizin bir parçası haline geldi. Seçim kampanyaları ve demagojik oy avcılığıyla da bu duyguları devamlı körükledi.
Zaten Ziya Gökalp, milliyetçiliği tanımlayan bir makalesinde ‘‘millet’‘ anlayışının, ‘‘toplumun üyeleri arasında tearüf (sempati), başka millet üyelerine karşı da tenakür (antipati) duyguları üzerine dayandığını’‘ açıkça söylemişti. Daha sonra, bu ‘‘tenakür’‘ duygusuna, dengesiz bir şehirleşme ve iktisadi krizlerin yarattığı güvensizlik ortamında, dinci duygu ve değerler de eklemlendi. Her şeye rağmen, tabuların kırılmaya başlandığı 1960 sonrasında 1915 faciasına karşı da daha hümanist bir tavır alınabilirdi. Bunu da 1974’de başlayan ve 1983’te gurbetçi işçilerimize yönelik Orly suikastına kadar süren Asala cinayetleri önledi. Bu terör dalgası Ermeni düşmanlığını canlandırdı, hatta daha da güçlendirdi. Bu da, sanıyorum ki, daha yakın tarihimizdeki ikinci nedeni teşkil ediyor.
O dönemde Mustafa Kemal’in de tehcire karşı, ittihatçıları kötüleyeni sözleri olduğunu kitabınızda belirtiyorsunuz? Bu konuyu okuyucularımızla paylaşır mısınız?
Mustafa Kemal Paşa daha Anadolu’ya geçmeden bu konuda bir duruş sergilemişti. Fethi Okyar’la birlikte çıkardığı Minber gazetesinin 9 Kasım 1918 tarihini taşıyan sayısında şu satırları okuyoruz: ‘‘Birkaç kişinin zihniyetinden çıkan bu hata, asırlardan beri aynı vatan üstünde kapı komşu geçinmiş, hayat-ı içtimaiye, siyasiye, iktisadiye velhasıl umumiyede ikmal ve itmam etmiş [birbirini tamamlamış] iki unsurun samimiyetlerini bulandırmaktan başka bir netice tevlid edemezdi [doğuramazdı] ve nitekim etmedi. Dünyada her milletten müfrit insanlar çıkabilir; şüphesiz Ermenilikten de bu kabil insanlar çıkmamış değillerdi. Fakat acaba bir hizbi kalile [küçük bir hizip] kızıp bütün bir milleti kırmak sevdasında bulunmak, o hazin efradından daha müfrit hayalata kapılmak değil midir?’‘ Günümüzde bunları söylemek bir insanın ‘‘ihanet’‘le suçlanması için yetiyor.
Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında da Mustafa Kemal Paşa, Ankara’da Meclis’in açılmasının ertesi günü, Meclis’te genel politikasını açıklarken Ermeni tehciri hakkında, ‘‘alçaklık’‘ anlamına gelen ‘‘fazahat’‘ sözcüğünü kullanmıştır. Daha sonra, Ermenilerin Rumlarla işbirliği ve Sakarya Savaşı sırasında İttihatçılığın tehdit edici tutumu gibi siyasal nedenlerle ABD’li bir gazeteciye tehciri mazur gören sözler de söylemiş olsa da Atatürk’ün asıl duygularını yukarıda alıntıladığım ifadelerin yansıttığı kanısındayım.
O dönemde emperyalistler arası çatışma ile tehcir kararı arasındaki ilişki nedir? Bu kararda Almanya’nın rolü var mıdır?
Bütün kaynaklar, hatta V. Dadrian gibi Ermeni tarihçilerin yazdıkları, faciaya dönüşen tehcire Alman katkısını ortaya koyuyor. Bazı hallerde bu katkı dolaylı teşvik, göz yumma gibi yollarla yapılmış, bazı durumlarda da fiili katılım şeklini almıştır. Örneğin Bağdat Demiryolları inşaatında çalışan 848 Ermeni’yi tehcire gönderen kararın altında bir Alman subayının da imzası bulunuyordu. Tehcir olayına bir kısım halk arasında verilen isim de ‘‘Talim-i Alaman’‘ idi.
Özellikle diasporanın soykırım kelimesi konusundaki ısrarı neden?
Bunun asıl nedenini, sanıyorum ki, Batı’da tamamen asimile olmakla Ermeniliği unutmama arasında bocalayan üçüncü neslin kimlik bunalımı oluşturuyor. Asala cinayetleri sırasında Türk kamuoyunun teröristleri aşıp, ‘‘katil Ermeniler’‘, ‘‘cani Ermeniler’‘ gibi yayınlarla tüm Ermenileri suçlayan reaksiyonu da bu nesli daha militan olmaya itmiş olabilir.
Aslında günümüzde soykırım sözcüğü iki farklı planda kullanılıyor: Hukuki ve siyasi planlarda. Hukuki anlamda bir devletin soykırımla suçlanması için suçun bu konudaki Birleşmiş Milletler Konvansiyonu’nun yürürlük tarihi olan 1951 yılından sonra işlenmiş olması ve bunun da bir uluslararası mahkeme tarafından kanıtlanması gerek. Bunun 1915 olaylarına uygulanabilir tarafı yok. Oysa günümüzde bu kavram çok daha geniş kapsamlı olarak, insani ve siyasi amaçlarla kullanılıyor ve bu kullanımın hukuki sonucu bulunmuyor. Bu konuda 2002 yılında kurulan Türk-Ermeni Uzlaşma Komitesi’nin (TARC) çalışması hayli öğreticidir. 2002-2003 yıllarında faaliyette bulunan bu Komite, konuyu New York merkezli ve uluslararası hukuk alanında uzmanlaşmış saygın bir sivil toplum kuruluşu olan Ulusötesi Adalet Uluslararası Merkezi’ne (ICTJ) götürmüş ve oradan da böyle bir yanıt almıştır. Uzlaşma Komitesi’nde düzenleyici rolü oynayan hukukçu David L. Phillips’in belirttiği gibi, ICTJ’nin yorumunda ‘‘Konvansiyon’da geriye dönük uygulama hususunda bir madde olmadığı, bu yüzden Devlet ya da bir şahsa karşı hukuken toprak veya tazminat talebinde bulunulamayacağı’‘ açıkça ifade edilmiştir (International Herald Tribune, 20 Nisan 2005). Buna karşılık, hukuki sonuçlar doğurmadan, 1915 tehcirinin Konvansiyon’a göre soykırım sayılıp sayılamayacağı tartışılınca, Komite bu kez siyasal planda, farklı bir düşünce ileri sürmüştür. Nitekim D. L. Phillips’in belirttiğine göre, Komite, ‘‘en azından, Osmanlı yöneticilerinden bazılarının tehcir emirlerinin birçok ölümle biteceğini bilmeleri dolayısıyla, bunların eylemlerinde jenosit niyetinin öncülleri bulunmaktadır’‘ hükmüne varmıştır. Bu da Türk delegelerin Komite’yi terk etmelerine yol açmıştır.
Obama’nın ‘‘büyük felaket’‘ tanımlamasını nasıl değerlendirdiniz?
Obama, Reagan’dan beri bu konuda beyanat veren ABD başkanları arasında aslında en ılımlı sözleri söyleyen başkandır. Bir kere, Birleşik Devletler tarihini de örnek göstererek, bu gibi karanlık sayfaların her ülkenin tarihinde bulunabileceğini söylemiş ve bunu itiraf etmede küçük düşürücü bir yan olmadığını vurgulamıştır. İkincisi ise daha önceki başkanlar, Ermeni kırımının 1923’e kadar sürdüğünü, yani Kurtuluş Savaşı’nı da kapsadığını ifade ederken, Obama ‘‘Osmanlı dönemindeki’‘ kırımlardan söz etmiştir. Bu çok önemli bir farktır. Ne var ki en sert tepkiler de Obama’ya karşı gösterilmiştir. Öyle görünüyor ki, iktidar katında getirisi hayli yüksek sanılan bir ‘‘one minute’‘ diplomasisi bir süre daha devam edecektir. Bunun bir kuruntu olduğunun zamanla anlaşılacağı kanısındayım.
Aydınların Ermenilerden özür dileme kampanyasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında Ermeni tehcir ve kırımından çok sonra doğmuş insanların özür dilemeleri için bir neden bulunmuyor. Bu ancak ‘‘biz Türk aydınları, hala bu faciayı tamamen yadsıyan devlet adamlarına sahibiz’‘ şeklinde anlaşılabilecek bir özür olabilir. Galiba Batı kamuoyunda da böyle algılanmış ve en itibarlı Batılı gazetelerde bu girişimi ve Türkiye’deki gelişimi öven yazılar çıkmıştır. Çünkü aslında yargılanan yaklaşık yüz yıl önce yapılanlardan çok bugünkü inkarcı tutumdur. Bu konuda soykırımı kesinlikle yadsıyan ünlü oryantalist Prof. Bernard Lewis bile, Le Monde’da (1 Ocak 1994) yayımlanan bir söyleşisinde, kendisini ‘‘hiçbir şeyi kabul etmeyen’‘ Türk resmî makamlarından özenle ayırmıştı. Siz başka konularda (darbeler, yargısız infazlar, işkenceler, Sarıkamış vb.) şiddetle suçladığınız İttihatçı liderleri burada savunur ve ‘‘gerekeni yaptılar’‘ derseniz size dünyada kimse inanmaz; daha kötüsü dış dünyayı en müfrit Ermeni tezlerine yöneltmiş olursunuz. Şimdiki durum da maalesef budur. Türkiye kendine güvensizliği ve beceriksizliği yüzünden kendisini sanık sandalyesine oturtmuştur.
En etkili Birleşik Devletler gazetelerine verdiği paralı ilanlar basılmamaktadır; New York Times’ın (17 Ekim 2007) ilk sayfada verdiği bir habere göre ülkemiz lobicilik konusunda en büyük paraları harcadığı (ve The Livingston şirketini zengin ettiği) halde aldığı sonuç budur. Türkiye’nin bu onur kırıcı duruma düşmesinde önemli katkısı olan ‘‘Ermeni tehciri uzmanlarımız’‘ da hala başkalarına ders vermeye, başkalarını suçlamaya devam ediyorlar.
Sizce iki halkın barış taleplerinin yükseltilmesi için demokratik kamuoyunun, aydınların üzerine düşen görev nedir?
Gerçek hümanist ve demokratik değerler bağlamında aydınlatıcı bir kavga vermektir. Hrant Dink’in de bir yazısında dediği gibi, ‘‘Türkiye’nin demokratikleşmesi, Türkiye’nin soykırımı tanımasından çok daha önemlidir’‘.
Bu aydınlatma kavgasında neler yapılmalıdır? Önce, tarihsel planda, 1915 olaylarında Doğu Anadolu’da olup bitenlerle (Van ayaklanması, Taşnak terörü ve Osmanlı güvenlik kuvvetlerinin bunlara verdiği karşılık), birkaç il hariç tüm Türkiye’yi kapsayan ve yüz binlerce masum insanı ölümcül bir sürgüne gönderen tehcir olayını birbirinden ayırmak gerekiyor.
İttihatçılar bu konuda, bazı askeri raporlara dayanarak, Ermenilerin her yerde silahlandıklarını, yurt çapında ayaklanacaklarını ileri sürerek kendilerini savunmuşlardır. Bugün de söylenen budur.
İyi de, ordusu cephelerde olan bir ülkede, (Talat Paşa’nın tespitine göre) 1 milyon Ermeni tek silah patlamadan tehcir edildiyse bu tezi sorgulamak durumunda değil miyiz? Bu yığılan silahlar ne olmuştur? Paketlenip, gömülmüş müdür? Kısaca bu tezin inandırıcı tarafı yoktur ve Ermeni tehcir ve kırımını ‘‘mukatele’‘ (karşılıklı öldürme) çerçevesinde savunamayız.
Bu noktadan itibaren hümanist, demokratik değerler devreye girmektedir. Demokratik kavga hiçbir zaman kin ve intikam duygularına dayanarak, başkalarını suçlayarak yürütülemez.
Bizde bu konuda iktidarla muhalefeti (hatta kimi ‘‘sosyalist’‘leri) birleştiren değer sistemine bakarak bu kavganın kolay olduğunu elbette söyleyemeyiz.
Fakat geçmişi hakkında bir vicdan muhasebesi yapabilen, sanık sandalyesini tekmeleyen ve gerekli hallerde de başkalarına hak ettikleri yanıtı verebilecek bir Türkiye için başka yol görünmüyor.
Burada ekleyelim ki kavga aynı zamanda Ermeni demokratlarının da kavgasıdır. Onlar da geçmişteki acılarını kin ve nefret kampanyasına çevirmek isteyen müfritlerle savaşmak zorundadırlar.