Ayşe Nart
01-08-2025
Bir sitede karşılaştığım ‘Üçlü Birlik Nedir? Hristiyanlar Neden Üçlü Birlik’e İnanır?‘ başlıklı yazı için kendilerine teşekkür etmek isterim; daha fazla düşünmemi ve bilgi edinmemi sağladıkları için. Yazı, “Üçlü Birlik” (Teslis) inancını açıklıyordu. Bu metni okuduktan sonra, bazı derin çelişkileri sorgulama ihtiyacı duydum. Aşağıdaki satırlar, bu yazıya karşılık olarak kaleme alınmış kişisel düşüncelerimdir. Yazıda belirtildiği gibi, Hristiyanlık Tanrı’nın hem Baba, hem Oğul, hem de Kutsal Ruh olduğunu söyler. Üç kişilik ama tek öz. Adına Teslis deniyor. Yani Tanrı bir, ama üç görünüme sahip. Bu zaten başlı başına karmaşık bir önerme. Ama asıl çelişki burada değil. Teslis’in merkezinde yer alan İsa Mesih figürü, çarmıha gerilen Tanrı olarak sunuluyor. İnsan biçiminde gelen, ama özü Tanrısal olan bir varlık. Ama soruyorum: Eğer İsa gerçekten Tanrı’nın ta kendisiyse, o zaman Tanrı nasıl olur da acı çeker? Nasıl olur da bir insan gibi küçültülür, aşağılanır, öldürülür?
Tanrı’nın acı çekmesi ne anlama gelir? Her şeye gücü yeten bir varlık, neden işkenceye boyun eğer? Bu, Tanrı’nın bilinçli seçimi mi? O zaman acıyı kendisi yaratıyor ve sonra ona “ortak” oluyor. Bu bana açıkça kutsanmış bir mazoşizm gibi geliyor. Tanrı’nın çarmıhtaki hali, bana insanın acısını hafifletmekten çok, onu kutsallaştırmaya çalışmak gibi geliyor. Tanrı acı çekiyorsa, ya acizdir ya da acıyı istiyordur. İkisi de Tanrı kavramına yakışmaz. Çünkü aciz Tanrı’ya güvenilmez, mazohist-sadist Tanrı’ya ise saygı duyulmaz. O halde Tanrı neden acı çeksin? İnsan neden acıya maruz bırakılmış olsun? Ben bunu kabul edemem. Çünkü acı bana göre ne eğiticidir ne de kurtarıcı. Acı, yıkıcıdır. Süründürür. İnsan ruhunu köreltir. Ve eğer Tanrı buna sadece şahitlik edip teselli sunuyorsa, bu Tanrılık değildir. “Ben de sizinle birlikte acı çekiyorum” demek, bir cevap değil, bir kaçıştır.
Yine aynı inanç, İsa’nın Tanrı’nın Oğlu olduğunu söyler. Ama bu oğulluk, neye dayanır? Eğer seksüel değilse -ki Hristiyanlar da bunu reddeder- o zaman neden “Oğul” diliyle konuşulur? Neden “Baba-Oğul” gibi biyolojik, beşerî çağrışımlar içeren bir ilişki tercih edilir? Tanrı’nın cismi yoksa, o zaman neden cisimliğe uygun kavramlarla anlatılır? Bu anlatım şekli kaçınılmaz olarak Tanrı’yı insanlaştırır, daraltır, sınırlandırır.
Daha büyük bir sorun ise, insanın çektiği acıdır. Dinler, acıyı ya sınav, ya kefaret, ya olgunlaşma yolu olarak görür. Ama ben soruyorum: Neden acı? Neden sevgi acıyla beraber düşünülüyor? Eğer sevgi, ancak acı çekerek yaşanıyorsa, ben o sevgiyi istemem. O sevgi, sevgi değil, bir tür teslimiyet ya da boyun eğiştir. Ve ben, acı çekmeyi erdem gibi sunan hiçbir sisteme inanmak istemem. Ve gerçekten anlamıyorum: Dinlerin Tanrısı bizden ne istiyor? İtaat mi, sabır mı, teslimiyet mi, acıya razı olmak mı? Neden hep acı var? Neden bu kadar çok sınav, kayıp, bekleyiş, ölüm var? İnsan niçin sürekli eksik, günahkâr ve cezaya layık biri olarak görülüyor? Bana göre eğer bir Tanrı varsa, acıyı bu kadar içselleştiren bir düzen kurmaz. İnsanları sınamak için onları kırmaz, ağlatmaz. Yoksa bu, sevgi değil, güce dayalı bir denetim olur.
Tanrı denilen varlık, eğer acıya karşı durmuyorsa, eğer çocukları korumuyorsa, eğer Tanrı varsa ve gerçekten sevgiyse, tacize maruz kalan bebekleri neden korumadı? Cevap yok. Olamaz da. Çünkü bu soru, cevapla değil, duruşla karşılanabilir. Ve benim durduğum yer çok net: Tanrı’nın sevgisi, böyle bir acıya sessiz kalamaz. Sessiz kalıyorsa, ya sevgisizdir ya da yoktur. Eğer acıya karşı bir şey yapmıyorsa, inanmaya değmez. Bu yüzden “dinlerin Tanrısı” değil, koruyan, müdahale eden, şefkatli bir Tanrı olması gerekir. O zaman Tanrılık görevini biz üstlenmeliyiz. Çocukları korumak, kollamak, savunmak, onların çığlıklarına koşmak… Bunu bir Tanrı değil, insan yapar. Daha doğrusu, yapmak zorundadır. Bu yüzden bu cümle sadece eleştiri değil, aynı zamanda bir ahlaki sorumluluktur.
Eğer evrensel bir şefkat olacaksa, eğer “Tanrı” sözcüğü gerçekten bir anlam taşıyacaksa, o zaman o Tanrı, bir annenin yüreğinde, bir babanın ellerinde, bir öğretmenin dikkatinde, bir yabancının vicdanında yaşar. Yani, Tanrı müdahale etmiyorsa eğer, o zaman bebeklerin, çocukların Tanrı’sı ebeveynlerdir. Çünkü çocukları gerçekten koruyan, kollayan, acıya engel olan şey, gökten gelen mucizeler değil, insan vicdanıdır. Gerçek Tanrı işte orada yaşar. Çünkü vicdan, merhametten, şefkatten ve sevgiden oluşur. Ve bana göre gerçek Tanrı, tam da budur. Ne bir tahtta oturur, ne kuldan korku bekler. O, içimizdeki en saf yerden konuşur. Sevdiğimizde, koruduğumuzda, affettiğimizde… Yani vicdanla yaşadığımızda, Tanrı zaten oradadır.
Dinlerin Tanrısı, bana göre insanın içsel korkularından doğmuş bir yapıdır. Düzen kurmak, kontrol etmek, umut vermek ve itaat sağlamak için şekillendirilmiş bir figürdür. Kimi zaman seven bir baba olur, kimi zaman yargıç bir hâkim, kimi zaman kurban olan bir oğul/kız… Ama her halükârda, bu figürün etrafında dönen şey acı, suç, kefaret ve sınavdır. Tüm dinlerde, özellikle tek tanrılı olanlarda, acı kutsanır. Hristiyanlık, Tanrı’nın çarmıhta acı çekmesiyle bu acıyı yüceleştirirken, bu anlatım bilinçli bir mazoşizme dönüşür. İslam’da ise Tanrı korkusu öne çıkar; cehennem tehdidiyle korku büyür, bu korku ise itaate dönüşür. Biri acıyla kutsallık üretirken, diğeri korkuyla teslimiyet inşa eder. Ortaya çıkan şey aynı: İnsan, ya acı çekerek, ya da korkuyla bastırılarak boyun eğmeye zorlanır. Böylece acı ve korku, dinî yapının temel taşı haline gelir. Acı çeken yüceltilir, korkan erdemli sayılır. Bu ise insani özü bastırır, özgürlüğü silikleştirir, vicdanı susturur.
Ben bu Tanrı anlayışını reddediyorum. Çünkü bu Tanrı, beni özgürleştirmiyor. Beni sadece beklemeye, susmaya ve tahammül etmeye çağırıyor. Ve ben, tahammülü kutsallaştıran hiçbir sistemi kutsal bulmuyorum. Bu yüzden bana daha sahici, daha dürüst gelen yol, deizmdir ve aynı zamanda Budizm gibi metafizik dayatmaları olmayan, kimseyi yargılamayan, acıyı kutsamayan bir öğretide bulurum kimi zaman Tanrı’yı.
Tanrı’nın acı çektiği, insanların acı çekmesinin doğal ve gerekli görüldüğü bir anlayıştan uzak duruyorum. Tanrı, eğer varsa, bu kadar karanlık olamaz. Ve insan, bu kadar aşağıda olmamalı. Ve Bu yüzden dinlere değil ama deizme daha yakınım. Çünkü orada Tanrı, ne yargıçtır, ne hâkim, ne de sürekli karışan bir kontrol mekanizmasıdır. Oradaki Tanrı sadece yaratandır. Bize akıl vermiştir. Vicdan vermiştir. Gerisini bize bırakmıştır. Ve bu bana göre en mantıklı olandır. Tüm bu sorulara dinlerin teologları elbette süslü yanıtlar veriyor. Kavramlar, alegoriler, mecazlarla dolu açıklamalar… Ama ben şuna inanıyorum: Beni hiçbir süs, hiçbir kelime oyunu ikna edemez. Çünkü bu sorular, süslenmiş değil, çıplak gercekle yüzleşilerek yanıtlanmalıdır.
Benim Tanrım; Kitapta değil, kalptedir. Yasada değil, sezgidedir. İtaatte değil, özgürlükte yaşar. Dini sistemlerin değil, insanın öz benliğinin içindedir. O yüzden ben artık dışarıdaki Tanrılara değil, içimdeki Tanrı’ya kulak veriyorum.