Ayşe Nart
Ben bir tarihçi değilim. Bu yazı bir akademik metin değil; bir entelektüel sorgulamadır. Bir hüküm değil, unutulanı hatırlatma çabasıdır.
Türkiye, kendi tarihine hiç dürüstçe bakmadı. Ne zaman geçmişiyle yüzleşmesi gerekse, milliyetçiliğin arkasına saklandı. Tarihini hep bir övünç kaynağı olarak gördü, hiç hesap vermedi. Eleştirmek yasaklandı, sorgulamak suç sayıldı. Ama tarih, sadece zaferlerden ibaret değildir. Tarih, aynı zamanda işlenen suçların, dökülen kanların ve gözyaşlarının da toplamıdır.
Batı’nın tarih boyunca çıkarları doğrultusunda hareket ettiği bir gerçek. Savaşlar, ittifaklar, darbeler, ekonomik müdahaleler; hepsi kendi jeopolitik menfaatleri için kurulan oyunların parçasıydı. Ancak bu oyunlar yalnızca Batı’ya özgü değildi. Osmanlı da kendi döneminde benzer stratejilerle genişlemiş, güç inşa etmişti. Bugünün süper güçleri neyse, dünün Osmanlısı da oydu. Yani tarih, yalnızca mazlumların değil, aynı zamanda iktidar sahiplerinin de hikâyesidir.
Osmanlı altı yüz yıl boyunca, “fetih” diyerek işgal etti, korku saldı, sindirdi. Medeniyet götürmek adı altında Balkanlar’ı, Orta Doğu’yu, Kuzey Afrika’yı kana buladı. Vergi topladı, isyan bastırdı, kardeşini boğdu, evladını kurban etti. Devletin bekası adına işlenen cinayetler sistematikti. Bugün Türkiye Batı’yı sert biçimde eleştirirken, Osmanlı’nın yaptıkları neydi? Zulüm değil miydi?
Moğollar… Selçuklular… Osmanlı… Bunlar dönemin kudretli değil, kana susamış imparatorluklarıydı. Bugün Batı’nın yaptıklarını bir zamanlar biz de yaptık. Güç el değiştirdi, ama oyun aynı kaldı. O zaman biz oynuyorduk, şimdi başkaları. Ezilenlerin ahı, dönüp dolaşıp her zalimi bulur. Belki bu yüzden bugün biz ağlıyoruz.
Osmanlı’nın Arap coğrafyasına, Kürtlere, Ermenilere, Balkan halklarına ne getirdiğini sormadan, Batı’nın bize ne yaptığı üzerine ağlamak, eksik bir hikâyedir. Asıl yüzleşme, kendi tarihimize dürüstçe bakmakla başlar. İmparatorluklar her zaman kendi propagandasını üretir: “Medeniyet getirdik.” Gerçekteyse getirdikleri; gözyaşı, sefalet ve ölümden başka bir şey değildir.
Bugün sıkça dile getirilen mağduriyet söylemleri, Batı’nın Türkiye’yi kullandığını öne sürer. Evet, Batı, kendi çıkarları doğrultusunda Türkiye’yi zaman zaman jeopolitik denklemde bir araç olarak değerlendirmiştir. Ancak bu yalnızca Türkiye’ye özgü bir durum değildir. Aynı Batı, Hindistan’dan Afrika’ya, Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya kadar birçok ülkeye kendi çıkarları için müdahale etmiştir. Türkiye ise hiçbir zaman bu ülkeler gibi bir denetim altına girmemiş, hiçbir zaman boyunduruk altına alınmamıştır. Ama zaman zaman bu düzenin içinde yer almış, kendi ajandasını da yürütmüştür. Yani yalnızca kullanılan değil, yer yer kendi iradesiyle dahil olan bir aktör olmuştur.
Bugün ironik bir durumla karşı karşıyayız: Türkiye’de yalnızca siyasetçiler değil, birçok akademisyen ve aydın da her şeyi Batı’nın oyunu olarak açıklamaya çalışıyor. Ekonomik krizden toplumsal yozlaşmaya, eğitim sisteminden ahlaki çöküşe kadar neredeyse her sorunun arkasında bir “dış mihrak” arayışı var. Bu yaklaşım, entelektüel analiz değil; bir tür kolaycı savunma mekanizmasıdır. Çünkü dış güçleri suçlamak, içerideki yapısal sorunlarla yüzleşmekten kolaydır. Bu da bizi gerçek sorgulamadan, gerçek sorumluluktan uzaklaştırır.
Ama tarihin ilginç bir adaleti vardır: Dün zalim olanlar bugün bedel öder; dün bedel ödeyenler bugün zalimleşebilir. “Ahımız yerde kalmayacak” diyenlerin unutmaması gereken şey şudur: Belki de bugün yaşadığınız acılar, sizin değil, atalarınızın başkalarına ettiklerinin karşılığıdır. Bedel bazen bir nesle değil, torunlara çıkar.
Batı’yı eleştirirken; askeri üslerinden, ekonomik baskısından, kültürel nüfuzundan bahsederken; geçmişte başkalarına yaptıklarımızı da unutmamalıyız.
Hiçbir ulusun tarihi yalnızca mağduriyet üzerinden yazılamaz.
Her tarih, aynı zamanda gücün kimde olduğu dönemlerde başkalarının mağduriyetine sebep olunduğu sayfaları da içermelidir.
Ve işte bu yüzden: Evet, Batı’yı eleştirelim. Ama önce kendimize bakmayı bilelim. Tarihle yüzleşmek, kendi kusurlarını da kabul etmeyi gerektirir. Aksi takdirde biz yalnızca yeni mağdurlar değil, unutulmuş eski zalimler oluruz.
Oysa Batı’da –yüzeysel de olsa– bir yüzleşme kültürü gelişti. Danimarka, Viking geçmişiyle yüzleşme iradesi gösterdi. Bazı siyasetçiler bu dönemin yağmacı ve şiddet dolu tarihine dair sembolik özürler dile getirdi. Bu dönemi anlatan, sorgulayan müzeler açıldı. Almanya, Yahudi Soykırımı nedeniyle yalnızca özür dilemekle kalmadı; bu utancı kamusal alanda görünür kılan anıtlar dikti, müzeler kurdu, eğitim sisteminde bu karanlık dönemi nesiller boyunca aktarmaya devam etti.
Batı elbette çifte standartlıdır. Ancak zaman zaman kendi geçmişiyle yüzleşebildi. Türkiye ise bu konuda hâlâ sınıfta kalmıştır. Hâlâ geçmişiyle övünüyor; eleştiri ise bir tabu olmaya devam ediyor.
Kendi tarihini, kendi aidiyetini sorgulamak gerçek bir entelektüel dürüstlük ister. Bugün karşımızda çoğu zaman yalnızca uzmanlık alanı üzerinden konuşan akademisyenler var. Akademik bilgiyle konuşmak başka, entelektüel olmak bambaşkadır. Akademisyen, verilerle konuşur ama çoğu zaman sistemin sınırları içinde kalır. Entelektüel ise sorgular, karşı çıkar, rahatsız eder. Gerçeğin peşinden gitmek için konfor alanını terk eder. Türkiye’de entelektüel olmak, hele ki tarihi sorgulamak, hem cesaret hem vicdan ister. Bu yüzden tarihle hesaplaşma yalnızca unvanla değil, düşünsel cesaretle mümkündür.
ZAMAN İLERLİYOR, ZİHİN YERİNDE SAYIYOR
Özellikle Türkiye’de, hâlâ Osmanlı sanki yıkılmamış gibi düşünme ve hareket etme eğilimleri gözlemleniyor. İmparatorluktan kalan mirasla zihinsel bir hesaplaşma henüz gerçekleşmedi.
Bu nedenle 21. yüzyılda bile hâlâ geçmişin kutsanması üzerinden siyaset yapılabiliyor. Hâlâ tarihin karanlık dönemleri “altın çağ” diye yutturulabiliyor. Çünkü zihinsel olarak o çağlarda yaşıyoruz. Zaman ilerliyor ama zihniyet yerinde sayıyor. Oysa gerçek bağımlılık, zihinsel teslimiyettir.
NOT: Bu yazı, bugünün emperyal güç ilişkilerini meşrulaştırmak için yazılmadı. Aksine, geçmişin de en az bugün kadar sorgulanması gerektiğini hatırlatmak için kaleme alındı. Çünkü dünün güç sahiplerinin bugünün mağdurlarına yaptığını unutmak, sorgulamanın yarısını eksik bırakmaktır. Tarih bize defalarca gösterdi: Güç kimdeyse, onu bir başkasının üzerinde kullanmaya meyleder. Bu döngüyü kırmak; yalnızca bilimle, eğitimle, felsefeyle ve sanatla değil, aynı zamanda cesur bir yüzleşme, köklü bir zihinsel dönüşüm ve kolektif bir vicdan inşasıyla mümkündür. Gerçek özgürlük, zihinsel bağışıklıkla başlar. Ve entelektüel dürüstlük yalnız bugünü değil, dünü de sorgulamayı gerektirir.
Ahımız yerde kalmayacak mı diyorsunuz? Peki siz, kimin ahının bedelini ödüyorsunuz?
Bedel bir günde ödenmez; bazen yüzyıllar sonra, atalarınızın bedelini masumlar öder.