Ghuaze, 1911
Geçtiğimiz Cuma günü kulüpte tanımadığımız yeni bir yüz vardı. Üzgün görünüyordu, mahcuptu. Her haliyle yorgun ve yılgın bir insan olduğu anlaşılıyordu. Refikimiz Süleyman Tevfik Bey onu bize tanıttı:
Yedi yıl önce Çerkesya’dan göç etmiş olan Anzavur Talustan Bey ve cemaatinin temsilcisi Arslan Bey’miş!
Talustan Bey ve topluluğu, maliye takvimine göre 1320 yılında göç etmişlerdi. Göçe zorlandıkları zaman, 300 hanelik bir cemaat olarak Rakka taraflarına gönderilmişler. Bu grubun 40 hanesi birkaç yıl iskân bekledikten sonra hayal kırıklığıyla Kuneytra’ya geçmiş ve Telulhamr adlı bölgede yerleşmişler. Ancak oranın boğucu havasına ek olarak kötü kokulu bataklıklar ve yerel halkın zulüm ve baskısı sonucu bu 40 haneden 30’u yok olmuş.
Rakka’daki gruba gelince: Hükümet onlara 4000 dönüm kadar boş arazi göstermiş, haritası bile hazırlanıp verilmiş. Ancak yerel eşkıyaların silahlı tehdit ve saldırıları nedeniyle yedi yıldır hâlâ doğru dürüst yerleşememişler. Ne tarım ne de zanaatla uğraşma imkânları olmuş; bütün mallarını tüketip yoksulluğa düşmüşler.
Sonunda bu bitmek bilmeyen sıkıntılara bir çare bulamayınca İstanbul’a bir temsilci gönderme zorunluluğu doğmuş. Süleyman Tevfik Bey, millî duygularla bu temsilciye eşlik ederek İçişleri Bakanlığı’na, Meclis-i Mebusan Başkanlığı’na, Sadrazamlık makamına ve Yüce Makamlara dilekçeler sunmuşlar. Ellerinden geleni yapmışlar.
Arslan Bey, şimdi başkentte yaptıkları başvurular sonuçsuz kalırsa, Kafkasya’ya dönme kararı aldıklarını söyleyerek arkadaşının açıklamalarını tamamladı.
Biz buna da, diğerine de inandık. Çünkü bunlar gerçekten Kafkasya’dan Türkiye’ye göç ettiler mi? Ettiler. O halde felaket de zaten onların peşinden geldi.
Bu kısa hikâyenin ardından kendi kendime bir süre düşündüm:
Çerkeslerin bu topraklara nasıl içtenlikle geldiklerini, burada ne tür felaketlerle karşılaştıklarını gözümün önüne getirdim ve bu durumun daha ne kadar süreceğini anlamaya çalıştım…
Ancak mümkün olmadı.
Sadece her adımda şu gerçek daha da belirginleşti:
Çerkes milleti ve Çerkeslik yok oluşa doğru ilerliyor.
Çerkesleri bu yıkımdan kurtaracak, onları yeniden canlandıracak tek çare, yüzyıllardır özgürce yaşadıkları, suyuna, toprağına, havasına alıştıkları Kafkasya’da rahat bir şekilde yaşamalarıdır.
Bize öyle geliyor ki Çerkesler bu topraklara gelme konusunda bazı hayallere kapıldılar. Kendileri dinî yönden çok bağlı oldukları için memleketlerini Hristiyan egemenliğinde bir “Hristiyan toprağı” gibi görüp terk ettiler. Bu yanlış kanaat bir şekilde zihinlerine yerleşmiş.
Buna karşılık Osmanlı topraklarında daha saf, daha güçlü bir İslamiyet bulacaklarını umdular. Oysa bilmiyorlar ki bugün tüm Arap Irak’ı, Acem Irak’ı (İran) Şiilik baskısı altındadır. Yine bilmiyorlar ki Rumeli’nin yarısı, Anadolu’nun Sivas, Adana, Ankara, Konya gibi bölgeleri Bektaşilik ve Kızılbaşlık gibi anlayışlarla yoğrulmuştur.
Oysa bilen bilir ve kendileri de biraz düşünseler fark ederler ki bugün dünyadaki Müslüman beldeler içinde İslam ahlâkının en saf, en temiz ve en samimi hali sadece Çerkesya’dadır.
Demek ki Osmanlı topraklarında hayal ettikleri o “selef-i salihin” yani sahabe benzeri dindar yaşamı ancak kendi memleketlerindeki Müslümanlarda bulabilirler.
Ayrıca, bu göçün ekonomik bir gerekçesi de yoktur.
Çerkeslerin eski yaşam biçimi zaten paylaşımcıydı. Karşılıklı yardımlaşmayı, paraya dayalı alışverişi insanlığa ve özellikle de onur ve cömertliğe aykırı görürlerdi. Bu görüşleri daha dün gibi yakın bir geçmişteydi.
Kafkasya, doğanın her türlü bereketine sahip bir memleketti.
Oradaki bütün servet ve ürünler Çerkesler arasında ortak sayılırdı. Bu şekilde bir toplumda yoksulluk değil, refah ve mutluluk hâkimdi.
İstiladan sonraki günlerde, göçün bir hezimetten başka bir şey olmadığını fark etseler de, Kafkasya çevresinin olağanüstü desteğiyle memleket yeniden ekonomik ilerleme yoluna girmişti. Ticaret araçlarının gelişmesiyle bugün tanınan zengin Çerkesler ortaya çıktı: Trahovlar, Tuganovlar, Khırmızovlar, Şardanovlar gibi.
İstanbul ve Türkiye’de hayatlarının iyi sonuçlar doğurmayacağını anlayan bu insanlar sonunda Çerkesya’ya dönmüşlerdir. Keşke diğerleri de aynısını yapsaydı.
Eğer dikkatle incelenirse, bu göçlerin pek anlamlı sebeplere dayanmadığı görülür.
İlk başta makul bir zorlayıcı neden yoktur.
Eğer sebep dinî ise zaten en saf ve en doğru İslam ancak Çerkesya’da mevcuttur.
İkinci olarak, göç yoksulluk nedeniyle yapılmış değildir. Tam tersine, refah her zaman Çerkesya’da daha yaygın olmuştur.
Üçüncü olarak, göç mezhep baskısı ya da siyasi sebeplerle de olmamıştır. Rusya’daki devrimden sonra Çerkeslere karşı öyle bir baskı kalmadığı gibi, özgürlük orada daha da gelişme eğilimindedir.
Kısaca: Türkiye’yi Çerkesya’ya tercih ettirecek hiçbir gerekçe kalmamıştır.
Osmanlı topraklarına gelinmesinden bu yana geçen 49 yıl boyunca (1280/1864’ten 1329/1911’e kadar) burada Trahovlar seviyesine yükselmiş tek bir kişi bile çıkmamıştır.
Buna rağmen o 1280’deki büyük göç dalgasının etkisi hâlâ sürmekte ve Çerkesler dalga dalga gelmeye devam etmektedir.
Ancak bu gidişle inkıraz (çöküş) uçurumuna doğru yürüyorlar…
Geldikleri devletin onlara değer vermediği her hal ve hareketinden belli oluyor.
Bunu anlamak için çok uzun gözlem gerekmez.
Çerkeslerin hem eskiden hem de yeni gelenlerin iskânında nasıl başıboş bırakıldıkları ortadadır.
Bu durum o kadar açıktır ki uzaklarda örnek aramaya gerek yok.
İşte Anzavur Talustan Bey’in ve cemaatinin hali gözler önünde!
Yedi yıldır Rakka’da hükümet kapılarında sürünüp ezilmektense, yerel eşkıyanın zulmüne boyun eğip servetlerini tüketmektense, Çerkesya’ya dönme kararı almaları, onlar için en doğru, en faydalı ve en kısa kurtuluş yolu idi.
Nitekim geçen sene bir göçmen topluluğu daha aynısını yaptı.
Bunlar da Khabardeylerden oluşan 80 hanelik bir topluluktu.
İstanbul’da Tahtakale’de bir hanın içinde 5-6 ay sefalet içinde yaşadılar.
Gündüz Babıâli’de, gece ise hanede geçirdikleri zamanlar onların çilesiydi.
Şunu hepimiz biliriz: Her milletin yaşama ve var olma hakkı vardır.
Bugün Anadolu’da yok olmanın belirtilerini gösteren Çerkesler için, hayatlarını korumak ve varlıklarını sürdürmek bir görevdir.
Bu görev, Anzavur cemaatine düşen kısmıyla, Arslan Bey’in verdiği müjdeyle yani Çerkesya’ya dönüşleriyle yerine getirilmiş olacaktır.
Şapsığ ve Abzahların Çerkesya’da yer bulup bulamayacaklarını tartışmaya gerek yok. Çünkü onların yerleri hazırdır.
1864 felaketinde Türkiye’ye gelen yarım milyon Şapsığ ve Abzah’ın Kuban’da bıraktıkları geniş arazilerin büyük bölümü hâlâ boş durmaktadır.
Bunun ötesinde, Kuban Nehri kıyılarında yine Şapsığ ve Abzah bölgelerinde küçük düzenlemelerle canlandırılabilecek öyle topraklar vardır ki, bu nehrin hâlen işgal altında tuttuğu bu arazilerin yaklaşık 14 milyon desyatin (yaklaşık 15 milyon dönüm) olduğu hesaplanmıştır.
(Çerkesleri bu yıkımdan kurtaracak tek çare, yüzyıllardır özgür ve onurlu şekilde yaşadıkları, toprağına, suyuna, havasına alıştıkları Kafkasya’da rahatça oturmalarıdır.)