YEMUZ Nevzat Tarakçı
Çoğumuz bazen gördüğümüz bir parçayı gerçeğin bütünü sanırız.
Gerçeğin, sadece bizim gördüğümüz, kavradığımız, anladığımız kısımdan ibaret olduğuna inanırız.
Bu eksik bilgiyle deli gibi doğru olmayanı diretiriz.
Ah şu bilmediğini de bilmeyenler!
PARÇA BÜTÜN İLİŞKİSİ KURAMAYANLAR
Sadece görüneni görenler, parça, bütün ilişkisi kuramayanlar.
Görünenin derininde, daha derinde, çok daha derinde başka derinlikleri fark edemeyenler.
Ezber bozamayanlar, geniş düşünemeyenler, kısır bilgilerle yetinerek sadece görünende ısrar edenler.
Daha da kötüsü, parçadan bütünü görebilenleri aldanmış sanıp onları linç etmeye kalkanlar.
Bilmediğini bile bilmeden karşı tarafı adanmışlıkla itham etmek sizce de çok acınası bir durum değil mi?
HER ŞEYİ BİLDİĞİNİ SANA GAFİLLER
Bilmediğini dahi bilmeyenler, işte onlar, her şeyi bildiğini sanan gafillerdir.
Her konuda söyleyecek sözü, her mecliste beyan edecek görüş olan had bilmez cahiller çoktur.
Hiç bilmediği konuya dalar, her işe burnunu sokar. Daha da kötüsü bilenleri tenkit etme cüretini gösterir. Ne özür dilemeyi bilir ne sözünden döner. Bunlar, içi boş, ancak çok ses çıkaran davul gibidir.
BİLMEYENLER KONUŞUR BİLENLER SUSARSA…
Bilmediğini de bilmeyen patavatsızların, sosyal medyada mekân tuttuğu, herkese saldırdığı, efelik tasladığı bir zamanda; okuyan, araştıran, sorgulayan, olayları detayıyla değerlendirebilen, moda ifadeyle, büyük fotoğrafı görebilen kesim, “Ben, inandığım doğruları sosyal medyada ifade ederim ama ya linç edilirsem?” korkusunu yenemeyip köşesine çekilirse toplum doğrularla nasıl buluşacak?
Bu suskunluk, duyarlı, donanımlı kesimin, okumayan, araştırmayan, sorgulamayan, ezberleriyle yaşayan kesimin tutsağı haline getirmez mi?
Ah şu bilmediğini de bilmeyen kesim!
Ah şu herkesi kör, sağır sanan zevat!
Değil mi ki her büyük keşfin temelinde aynı şey vardır: Bilmediğini fark etmek.
Bilmediğimizi itiraf etmeden gerçeği asla öğrenemeyiz.
En tehlikeli insan türüdür bilmediğini bilmediği için her şeyi bildiğini sananlar.
“Bilmiyorum!” deme cesaretini göstermek gerçek anlamda bir erdemdir.
FİL HİKAYESİ
Elimdeki küçük bir parçayı devasa bir bütünün küçücük bir parçası olduğunu bilmeyenler. Küçücük parçayı bütün sananlar, aldananlar, şu herkesin bildiği küçük hikâyeyi birlikte okumaya, dinlemeye ne dersiniz?
Bir Hintli, hayatlarında hiç fil görmemiş insanların yaşadığı bir köye bir fil getirir. Fili karanlık bir ahıra koyar. Ertesi gün, fili köylülere gösterecektir. Ama meraklı birkaç kişi hayvanı hemen görmek için o kapkaranlık ahıra toplanır. Ancak ahır o kadar karanlıktı ki fili gözle görmek mümkün değil. Adamlardan hiçbiri de yanlarında mum getirmeyi akıl edememiştir. O göz gözü görmeyecek kadar karanlık ahırda, file ellerini sürerek onu tanımaya çalışırlar.
Birinin eline filin kulağı gelir; “Fil bir oluğa benzer,” der.
Başka birinin eline ayağı gelir; “Fil bir direğe benzer,” der.
Bir başkası da sırtını ellemiştir; “Fil bir taht gibidir,” der.
Herkes filin neresini elledi, bu kısmı nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya başlar. Bundan dolayı fili tarifleri de farklı farklıdır. Eğer ortada bir mum olsaydı, fili tariflerinde bir farklılık kalmazdı
BÜYÜK RESMİ GÖREBİLMEK
Demek ki dokunabildiği bir parçayı gerçek hakikat sanarak ısrarcı olmak değil marifet!
Marifet, parça, bütün ilişkisi kurabilmektir.
Filin ne olduğunu anlamak, aslında hakikatin ne olduğunu idrak etmek anlamına gelir.
Eğer hakikate nüfuz etmek istiyorsak, kendi noksan, eksik parçalı görüşümüzü bir kenara bırakmalı, geniş bir perspektife yönelmeli, büyük resmi görebilmeliyiz.
Ne demişler “Kişi, kendini bilmek gibi irfan olamaz!”
Değil mi ki en büyük erdem: “Kendini, haddini bilmektir!”
Unutmayalım, bilenler susarsa koyunu kurtlar değil çobanlar yer!