Sezai Babakuş
24.09.2010
Biliyorum, bu başlık altındaki yazı epey uzadı. Yine de, kimi okuyucuların merakına binaen son bölümü yazmakla yükümlüyüm. Sıkılanlar pas geçsin, alınmam…
Bir önceki bölümde Hasdal maceralarını anlatmış, Harbiye’deki Askeri Müze’nin zeminine doğru yola çıktığımı belirtmiştim. Akşamüzeri nizamiye kapısını geçip avluya girdik. Darbenin yapıldığı tarihten beri hemen hemen dokuz ay geşmiş olmasına rağmen getirilenlerin-götürülenlerin yoğun trafiği şaşırtıcıydı. Nakil astsubayı kapıya gitti, dönüşü 45 dakikadan fazla sürdü, “buranın müşterisi çok, zar-zor kabul ettiler” dedi. Sanki lüks bir otelde yer ayarlamıştı…
Sanırım zeminden beş kat aşağıya indik. Gürültüler, iniltiler, hırıltılar moral bozucuydu. Kendimi epey yabancı hissettim. Neyse ki, beni devralan iki asker joplarıyla bir güzel patakladılar da hızla intibak ettim. Demir kapıyı yumruklayıp seslendiler: Bir gomonist daha geldi… Kapı açıldı, daha iri kıyım iki işbilir asker koridor boyu döve ite sürüklediler. Bir kapı daha açıldı, tekmeleri sayesinde bir kapıdan içeri yuvarlandım. Kan, sidik ve nemle karışmış çürük et kokusunun hüküm sürdüğü yarı karanlık bir mahzendi. On-onbeş saniye içinde gözlerim karanlığa alışmaya başladı, hırpalanmış ve kanlı paçavralara sarılmış insan bedenlerinin hakim olduğu büyük bir mahzen. Parçalanmış elbiseler, patlamış ayaklar, yara bere içinde suratlar, kafalar. Ben-Hur filmindeki cüzzamlılar mağarasından beter görüntüler. İnleyenler, sayıklayanlar, ağlayanlar, küfredenler… Bu dehşet görüntü kafamdaki, göğsümdeki, sırtımdaki acıları söküp aldı.
Hasdal nere, Harbiye nere!.. Demek biz Hasdal’da, bir binbaşının iyi saate olsunlarının lüksünü yaşamışız. En azından (işittiklerimizi saymazsak) gördüğümüz, hikayede olduğu gibi cehennemin reklam servisiydi. Darbenin gerçek yüzünü şimdi görüyor ve anlıyordum. Hoşgeldin 12 Eylül, hoşgeldin faşizm…
Bir süre çöktüğüm yerde kımıldamadan durdum, biraz nefeslendim. “Umut küfredenlerde” diye düşündüm. Ya benim gibi yeni getirilenlerdi ya da herşeye rağmen daha teslim olmamışlar. Birini gözüme kestirip, yanına süründüm. Merhabama, geçmiş olsunuma, kimsin, neredensinime ilgi götermedi, “cıgaran var mı”yı soran sesi derin bir kuyutan yankılanır gibiydi. Sırt çantama ve üzerimdeki herşeye girişte el konulmuştu. Bakışı yeniden sabitlendi ve sessizliğine gömüldü. Uzandım, uykuya daldım.
Buranın iyi (!) tarafı zamanla ilişiğini kesiyor olmasıydı. Dönüşü olmayan sonsuz bir karanlığın içinde gibisindir. Kapının sürgü demirleri gürültüyle açıldığında ne kadar süre uyuduğunu bilemezsin. “Yeni gelen öne çıksın” komutunun seni ilgilendirdiğini zar-zor kavrarsın. Döve sürükleye götürülürsün koridorlar boyu, en ücra karanlığa itilirsin. Bu kez tek başına tecrid edilirsiniz. Bazen mazgaldan biraz ekmek biraz su düşer payına, bazen de kapıda beliren gölgelerin gazabı. Sorgu yok, soru yok. Sadece kaba dayağın zonklamaları ve sessiz karanlığın ürkütücü eli. Boğazını sıkar, nefesini keser, aklını hükümsüz kılar. Bilemezsin ne kadar süredir buradasın. Zaman yitip gitmiştir. Yaraların katılaşır ve kabuk bağlar. Sonra vakit gelir, gecenin sessizliğinde apar topar yeniden nakil yoluna düşersin.
Gayrettepe DAL
Ancak arabadan indirildiğinde anlarsın, nerede geldiğini. Neredeyse evin kadar tanıdığın Gayrettepe Şube’desindir. Askerden polise devredilirsin. Zemine, en zemine indirilirsin. Burası DAL’dır…
Askeri darbelerin olmazsa olmaz üç ayağı vardır; asker, polis, yargı. Sacayakları gibi birbirini tamamlar. Asker ağır silah gücü ile duruma kabaca hakım olur; polis uzmanlığı bu hakimiyeti ete-kemiğe büründürür, yargı ise hukuk becerisi ile hakimiyeti kurumsallaştırır. Birinci demem odur ki, hiçbir askeri darbe polis ve yargı güçünü yanına almadan başarılı olamaz. Bu yüzden, 12 Eylül darbesinde askeri hiyeyarşi kadar polis ve yargı hiyeyarşisinin de günahı vardır, suç ortaklığı vardır. İkinci demem odur ki, askerden polise geçtiyseniz yolu yarıladınız sayılır. Sonrası yargıdır. Yargı, darbe hukukuna (!) uygun bir incelikte kaderinize hükmeder. Zemine, en zemine indirilirken bunları düşünürsünüz.
Yine bir koridor kapısı açılır, gardiyan polisler nakil kağıdınıza bakar ve kayıtsız bir ifadeyle devralır sizi. Yan yana hücrelerin dizildiği loş bir koridorda yürürsünüz.
Kapı gürültüsü mukimleri uyandırmıştır, sağdan soldan tıkırtılar yükselir. Küçük bir mazgaldan tanıdık bir sesleniş duyarsınız, sonra bir başkası. Küçük çapraz mazgallar arasında adınız yankılanır koridor boyunca. Sanki evinize gelmiş gibi sevinir, gülümsersiniz. Gardiyan polisler bıkkın bir alışkanlıkla bir hücrenin kapısını açıp içeri iter sizi. Mazgaldan içeri düşen koridorun loş ışığında hücrenizi yoklarsınız; iki adım en, üç adım boydan ibaret bir müstakiliyet. Bir sedir, üzerinde süngerden bir şilte. Kısa keşiften sonra mazgallardan koridora dökülen fısıltılara katılırsınız, önce sizi sorarlar sonra kendilerini anlatırlar. İstanbul’dan, Ankara’dan, Bursa’dan, Eskişehir’den, Diyarbakır’dan, Adana’dan, İzmir’den toparlanmış, çeşitli askeri kışlalarda günlerce-haftalarca ağırlanmış (!) dostlarınız. Parti MYK üyeleri, GYK üyeleri, il başkanları vs. Elli-altmış kişilik tanıdıklar buluşması. Ne oldu, nasıl oldu, nerelerden buraya gelindi üzerine kesik kesik bilgilenirsiniz. En şanslılardan bir olduğunuzu anlarsınız. Arada bir gardiyan polislerin uyuklaması bölünür, birinin sesi yükselir: Gürültü yapmayın be!..
Gayrettepe’ye daha önce üçü-dört kez gelmişliğim vardır; birçok günlük gözaltılar nedeniyle. Her defasında 10-15 kişinin ayakta durarak bile zor sığabildiği toplu hücrelerde kalmışımdır. Rutubetli, pis, ağır kokulu iğrenç hücrelerdir. Gayrettepe’nin tek kişilik hücreleri sadece şimdi bulunduğumuz DAL’da vardır. Burası Gayrettepe’nin hatırlı müşterileri (!) için hazırlanmış özel bölümüdür. Genellikle haklarında kaçakçılık, yolsuzluk vs. soruşturma açılan işadamları ve üst düzey kamu yöneticileri ile zaman zaman paylaşım savaşında ayağı sürçen mafya babalarının uğrak yeridir. Ya bize torpil geçilmişti, ya da diğer bölümler tamamen dolduğu için buraya gönderilmiştik.
Burası düzenli bir yerdir. Sabaha erdiğinizi nöbet değişiminden anlarsınız. Peşinden tuvalet-temizlik sıranızı beklersiniz. Sonra bakkaliye siparişleri. Seçenekler ekmek, zeytin, peynir, helva, süt ve su kadar boldur. Hasdal’a göre vasat, Harbiye’ye göre ziyafettir. Eski gazete kağıdına sarılı nevalenizi alır, önce mazgal ışığında payınıza düşen gazete parçasını okursunuz. Yemek bitince vızıldanmalar başlar, gardiyan polisin insafı tutar, her beş hücrede bir sizin paranızla alınmış Maltepe cıgarasından yakıp mazgaldan uzatır. Sonrası kapı altından çapraz fırlatma becerilerine kalmıştır. Sigara ilk yakıldığında ‘torik’tir. Giderek ‘palamut’, ‘lüfer’, ‘uskumru’, ‘çinekop’ olur. Bir kaza olmazsa eğer, isteyen herkese birkaç fırt duman düşer. Öğlen böyle, akşam böyle. Zaman akar yavaş yavaş.
Sevenlerinizin iz sürmesi epey zaman alır. Nihayet küçük bir paket ulaşır elinize. Birkaç iç çamaşırı, küçük bir havlu, tı-shirt, sabun, diş macunu, bemix, biraz para. Ve küçük bir not: Seni merak ediyoruz, iyi misin, sevgiler?…
Sevinirsiniz. Hasretiniz depreşir, boğazınıza bir yumruk oturur, gözünüz yaşarır. Minnet duyarsınız sevdiklerinize. Sizi unutmayanlara sarılmak, teşekkür etmek istersiniz.
Dışarıya yazılı not göndermek yasaktır. Polis sözlü alır iyi olduğunuz notunu. Yerine ulaşır, ulaşmaz allah vere.
Rus ilticacı sürprizi
Günlerden bir gün, ya da gecelerden bir gece ana koridor kapısının sürgüleri şakırdadı. Arada bir İngilizce, arada bir bilmediğimiz bir dille durmadan söylenen bir ses koridora sürüklendi. Getirilip benim sıranın sonundaki hücreye konulana kadar anladığım birkaç sözü şöyleydi: Beni burada tutamazsınız, Amerikan ya da İngiliz elçiliğine götürün…
İtirazları avaza dönüşünce polisler sordu, bunun dilinden anlayan var mı… Seslendim. Hücre kapım açıldı, mızmızcı adamın hücre kapısına yanaşıp kırık dökük İngilizcimle derdine tercüman olmaya çalıştım.
Anladık ki, adamın adı (doğruysa) Yuri Yevlinski, Batı’ya sığınmak üzere Azerbaycan-Nahcıvan üzerinden Sovyet sınırını aşarak Türkiye’ye gelen bir Rus muhalif. Sınırda derdest edilmiş, iki haftadır ordan oraya sürüklene sürüklene İstanbul’a kadar getirilmiş.
Kadere bakın ki, gele gele, Sovyet sosyalizmine teşne bir siyasi parti grubunun tıkıldığı hücrelere düşmüş. Absürdlüğün bu kadarına pesdi yani. Adam için trajik bir durumdu, bizim içinse traji-komik. Hem merak uyandırıcıydı, hem eğlendirici.
Adam haykırıyor: Benim siyasi bir kimliğim var, burada tutamazlar!..
Bizim hücredekiler cevap yetiştiriyor: Hepimiz siyasi kimliğimizden dolayı burada tutuluyoruz.
Adam direniyor: Ben hukukçuyum, haklarımı biliyorum.
Bizim hücredekilerden avukat olanlar (Alp Selek, Müşfik Erem) gülüyor: Biz de hukukçuyuz, ama buradayız.
Adam ısrar ediyor: Bana böyle davranmaları yasalara aykırı.
Bizim koro karşılık veriyor: Bize böyle davranılması da yasalara aykırı.
Adam sonunda pes ediyor: Lütfen beni Amerikan veya İngiliz elciliğine teslim etsinler, ya da Yunanistan sınırına bıraksınlar…
Polislerden klasik cevap: Merak etmesin, gereği yapılacak
Adama soruyorum; aç mısın, susuz musun. Hiç oralı değil. Rusça bir şeyler sıralıyor, söyleniyor, susuyor. Sıkça tekrarladığı ‘blad’ sözcüğünün ne anlama geldiğini yıllar sonra anlayacaktım. Sanırım sabah olmuştu, adam götürüldüğünde. Gidiş o gidiş…
Hasdal’da sorulmuştu, Sovyet işgali ne zaman diye. Ne işgali be, bize gele gele ilticacılar geliyordu işte!.. Sanki Sovyetler’in çözülmeye başladığını anlamamız için bir işaret gönderilmişti. Ama kalın kafamızın bunu kavraması epey zaman alacaktı…
Fransız gazeteci şakası ve Emil Galip Sandalcı
Bir zaman sonra (belki birkaç gün) yeniden ana koridor kapısı şangırdadı. Hemen girişteki hücreye biri konuldu. Çapraz mazgal haberleşmemiz çalıştı, bana gelen bilgi, getirilenin bir Fransız gazeteci olduğuydu. Burası iyice uluslararası olmaya başlamıştı. Adı neymiş, neden getirilmiş sorularına cevap ararken, haberleşmemizin, üç çapraz karşımdaki ‘uykucu Zeki’ yüzünden aksamaya uğradığını, gelenin Fransız değil Türk gazeteci olduğunu öğreniyoruz. Allah allah, kim ola ki?.. Nihayet doğru bilgiye ulaşıyoruz. Gelen, Emil Galip Sandalcı’ydı.
Kendisini şahsen tanıyordum. Bağımsız sol aydınlar arasındaydı. Birçok gazetede ve TRT’de yöneticilik yapmıştı. Herkesin saygısını kazanmış meslek duayenlerindendi. En son Demokrat gazetesinde köşeyazarlığı yapıyordu. Polise seslendim, kendisine merhaba demek için izin istedim. Mazgaldan gelen sesi yorgun ve titrekti. Uzun süre Harbiye’de tutulmuş, hırpalanmış. Biraz su verdim. Polisten bir cigara kopardım. Keyfi yerine geldi. Dört-beş gün kadar bizimle kaldı. Sonra götürüldü.
Emil Galip Sandalcı, Türkiye’nin pekçok sol aydını gibi askeri müdahalelerde ve ara rejim dönemlerinde büyük bedeller ödedi. Gayrettepe’deki bu rastlaşmamızdan bir süre sonra serbest bırakıldı. 1983’de yeniden tutuklandı. 1984’de “Aydınlar Dilekçesi” davasında yargılandı. 1986’de İnsan Hakları Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı ve derneğin İstanbul şube başkanlığını yaptı. Bu zaman zarfında pekçok karşılaşmamız, görüşmemiz oldu. 10 Aralık 1993’de öldüğünde Abhazya’daydım. Hayatını aydınlanmaya, özgürlüğü yüceltmeye ve daha iyi bir Türkiye oluşturmaya vakfeden bu yiğit insanı saygıyla ve sevgiyle anıyorum.
Hendekli polisin hıncı
Burada bulunduğumuz süre içinde hiçbir sorgulamaya ve buna bağlı olarak kötü muameleye maruz kalmadık. Ben Hasdal’da, “devam edecek” tehditiyle tamamlanan bir sorgudan geçmiştim, diğerleri de buraya gelmeden önceki istasyonlarda (!) sorgulanmıştı. Zaten legal bir siyasi parti olduğumuz için gizlimiz-saklımız yoktu ve ellerinde yeterince bilgi-belge vardı. Bundan sonrası, askeri savcılık sorgulaması olacaktı.
Benim, diğerlerinden daha az eziyet görmüş olmam taktir-i ilahinin gözünden kaçmamış olmalı ki, sopasını Hendekli bir polis eliyle gösterdi. Koridor kapısı açılıp adım söylendiğinde heyecanla seslenmiştim. Hücre kapım açıldı, 40 yaşlarında boksör görünüşlü bir sivil polis, Hendekli olup olmadığımı sordu. Evet. Abaza mısın?. Evet. Emin Babakuş’un neyi oluyorsun?. Bakışları tekin değildi, ne çare ki sorularını cevapladım. Kardeşiyim. O nerde? Yurtdışında. Bir hiddetle saldırdı. Bir şiddet, bir nefretle…
Hem, “ulan o abini bir elime geçiremedim, şimdi de sen mi komünist kesildin başımıza” diye söyleniyor, hem pata-küte vuruyordu. Ulan şöyle, ulan böyle diye diye vuruyordu. Konuşmasından Abaza olduğunu anladım. Ve belli ki o da Hendekli’ydi. Yani bizden biri (!). Kendisini tanımıyordum. Hıncı, Hendekli Abazalar’ın solcu olmasına tahammül edemeyen bir ‘kutsal görev’ ifacısı olduğunu söylüyordu. Her ne idiyse, dayağı yiyen ben oldum. Daha önceki gözaltılarda yine Hendekli bir sivil polise rastlamıştım. Ama o Abaza değil Manav’dı. Sigara ikram edip moral vermişti…
İşte Gayrettepe’de payıma düşen ekstra servis, Hendekli Abaza polisin hiddetiydi. Neyse, böylece aile adına ve Hendekli solcular adına bu polise olan borcumuzu da ödemiş oldum..
Selimiye kışlası
Gayrettepe’ye gelişimden onyedi gün sonra yine yollara düştüm. Önce hepimize kapalı kasa bir askeri araca çuval çuval yük taşıttılar, sonra tutuklu-hükümlü nakliye araçlarına bindirildik. Boğaziçi Köprüsü- Kadıköy yolu-E-5-Harem güzergahından Selimiye kışlasının yolunu tuttuk. Sağdaki büyük açık alanda kadını erkeği, çocuğu yaşlısı yüzlerce insan bulunuyordu. Bunlar, İstanbul’un dört bir yanından Selimiye’ye getirilen ve burada tutulan yakınlarından haber alabilmek umudu ile bekleşen insanlardı. Silahlı askerlerin gözetimi altındaydılar. Haberci askerlerden medet bekliyorlardı. Kaygılı, yorgun, çaresiz insan kalabalığı.
Bizi taşıyan araçlar nizamiye kapısını geçip geniş avluya vardı. Araçtan çıkan herbirimize nakliye aracındaki çuvallardan yüklendi. Bunlar ‘suç delillerimiz’di. Kitaplar, dosyalar, evraklar vs. Adet böyleymiş, Selimiye’ye suç delilleriyle sevkedilinirmiş. Bir elimizde kişisel eşya torbalarımız, diğerinde suç delili çuvallar la büyük ‘kabul’ salonuna girdiğimizde, kayıt sırası bekleyen epeyce grup vardı. Herbiri farklı örgütten ya da fraksiyondan. Önce, taşıdığımız yükün hacmine ilgi-alaka yaptılar. Bu kadar çok yük taşıdığımıza göre önemli bir örgüttendik. TİP’li olduğumuzu ve çuvalların kağıttan ibaret olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğramış gibi ilgilerini kaybettiler. Bozuntuya vermeden ‘kabul’ sıramızı bekledik.
Nemrut bir astsubay, “yürüyün bakalım” dedi. Yine alt katlara, bir-iki-üç, eskiden süvari birlikleri için at ahırları olarak kullanılan zemine indirildik. Büyük bir demir kapıdan genişce bir sahanlığa alındık. Büyük kapı kapandı, daha küçük bir kapının mazgalından bir ses gürledi: Soyunun, bütün giysilerinizi ve kişisel eşyalarınızı elinize alıp buyana doğru sıraya girin!… Tereddüte mahal bırakmamak için tamamladı: İç çamaşırları da çıkarılacak ve anadan üryan olunacak. Hadi, sallanmayın!..
Ve o küçük kapıdan yedinci sırada giriş yaptım. İzbandut misali askerlerden biri “elbiseler masaya” dedi, diğeri “üç adım ileri” komutu verdi. Daha ilerde joplarıyla yolu tutan ikisi, “gel hele” der gibi bakıyordu. Biri elbiseleri dikikledi, cepteki paraları boşalttı, ayakkabı bağlarını çıkardı, hepsini eşya torbama doldurup benzeri torbaların bulunduğu yığına fırlattı. Diğeri çıplak bedeni tepeden tırnağa süzdü, işini ağızdan kıça kadar yakın bakışlarla tamamladı. Sonra kontrolden geçirilmiş elbiselerimi verdi, “giyin” dedi. Giyinirken ilerde joplarıyla vuruş egzersizleri yapan iki askeri süzdüm, niyetleri belliydi.
Şu hayatta hiç değilse joplu saldırılarda nasıl davranmak gerektiğini öğrenmişimdir; işin püf noktası mümkün olduğunca enseden ve kafadan darbe almamaya çalışmaktır. Böyle yaparak kendimi joplu askerlerin insafına bıraktım. Onlar da kafaya, enseye vurmak için ısrar etmediler. Birkaç dakikalık dolu sağanağından sonra, bir başka asker yürümemi emretti. Burası, yürü yürü bitmez devasa bir galeriydi. Demir parmaklıklardan ibaret kapılarıyla büyük koğuşlar vardı. İçleri insan doluydu. Gelirken açık alanda gördüğüm meraklı-kaygılı insanların haber alma umutları olan çocukları, kardeşleri, eşleri vs.
Yüz metre kadar yürüdükten sonra, benden önce bu düzenli çarkın işleyişinden geçmiş olanların konulduğu koğuşa vardım. Peşimden diğerleri. Peşinden başkaca insanlar. Koğuş doldukça doldu. Bu eski at ahırına, atların bile bu kadar şıkış-tepiş doldurulmuş olacağını sanmıyorum. Üç-beş saat içinde bırakın adım atmayı, kımıldayacak yer kalmamıştı. Sanırım ikiyüze yakın insan vardık.
Rizeli gaspçıların trajedisi
Koğuş mukimlerinin birbirini tanıması epey zaman aldı. Çeşitli sol gruplardan insanlar. Tek istisna, siyasetle ilgili olmayıp silahlı gasptan getirilen beş kişilik Rizeli gruptu. Anlattıkları gerçekse, hikayeleri traji-komik’ti.
Bunlar, birbirine akraba kafadarlar grubuydu. Kendilerine kazık atıp İstanbul’a gelen ve Tarlabaşı’nda kuyumculuk yapan bir diğer akrabalarından intikam almanın kurbanı oldular. Yıllar sonra izini sürdükleri bu akrabanın dükkanını, kendilerince kusursuz bir plan yapıp soymuşlardı. Günlerce dükkanın etrafında keşifte bulunup plan hazırlamışlardı. Sonunda, bir akşam üzeri tam dükkanın kapanma saatinde içeri girip kendilerini kazık atanın kafasına silahları dayamışlar, kepenki indirmişler, adam bağlamışlar, ağzını tıkamışlar, altınları omuz çantalarına doldurmuşlardı. Sessizce ortalığın tenhalaşmasını beklemişler, vakit geldiğinde peş peşe dükkanı terkedip, ara sokaklara dağılmışlar, anlaştıkları üzere Aksaray’da buluşup bir otele yerleşmişlerdi. Herşey yolundaydı…
Ertesi gün, kaldıkları odaların kapısı çalınmış, otel görevlisi böcek ilaçlaması yapılacağı için müşterilerin iki saat süreyle oteli terketmesi gerektiğini söyleyince çaresiz sokağa çıkmışlardı. Omuzlarında altın dolu çantalarla… Zaman geçirmek için aylak aylak dolaşırken, köşebaşında gelişigüzel kimlik kontrolu yaparak can sıkıntılarını gidermeye çalışan iki askeri gördüklerinde biraz telaşlanmışlar. Onların telaşı askerleri meraklandırmış. Çantalarda ne var, sorusuna grubun en genci atılmış: Altın vardır… Askerler gülmüş, hadi ya!.. Genç gaspçı ‘doğrucu davut’luğuna ısrar etmiş; Evet ya, altın vardır… Çantalar açılır, çil çil altınlar. Grubun büyüğü durumu kurtarmaya çalışmış: Biz altın işi yaparız, İstanbul’dan alır Rize’de satarız…
Askerlerin şüpheciliği artmış, grubu birkaç yüz metre ilerdeki askeri araçtaki komutanlarına götürmüşler. Sorular, sorgular. Oradan jandarma karakoluna. Çorap söküğü gibi, Selimiye’ye kadar gelmişler.
Genç olana sorduk, niye çantada altın olduğunu söyledin. Cevabı Karadeniz havasına uygundu: Ne yani, gümüş var diye yalan mı söyleyeydim…
Sadece gasp ve hırsızlık olsaydı sivil mahkemeye gideceklerdi. Silahlı çete kurmak ve silahlı gasp suçuyla askeri mahkemeye gönderilmişlerdi. Bizim gruptaki avukatlar, durumlarının umutsuz olduğunu anlamışlardı. Yine de morallerini bozmamak için hafifletici sebeplerin çokluğundan sözediyorlardı. Üç gün sonra mahkemeye çıkarıldılar. Geri dönmeleri bir saat sürmedi. Yüzleri kireç gibiydi. Her birine 24 yıl verilmişti. Askeri mahkeme hafifletici sebeplerle hiç ilgilenmemişti. Gece boyu ağladılar. Ağladıkları için askerlerden dayak yediler. Ağladılar, dayak yediler… Ve ertesi sabah Sağmalcılar cezaevine sevkedildiler.
Bit mi, pire mi?…
Bir tekerleme duymuştum, “bit yiğitte, pire itte” diye. Yoksa tersi miydi, hatırlamıyorum. Her ne idiyse, sözün özü biz adamakılı bitlenmiştik ey dostlar. Öğle az buz değil. Apış aramızdan koltuk altlarımıza, saçımızdan sakalımıza. Bu, acı veren sinir bozan bir komedidir. Hem durmadan başını kıçını kaşır durursun, hem gülersin. Bütün koğuşta hart hurt kaşıntı sesleri yükselir.
Alın size meşguliyet. Koğuştaki avukatlara sorarız: Hocam, tutukluluk halinde bitlenmek insan haklarına aykırı değil midir… Muzip olanlardan biri hakim, biri savcı, biri avukat rolü üstlenip tiyatro başlatırlar. Uzun uzun mütalalarda bulunup, karar verirler: Evet, faşizm döneminde de olsa tutukluların bitlere karşı savunmasız bırakılması insan haklarına aykırı bir durumdur… Demek faşizmden de beter bir durumla karşı karşıyaydık. Faşizmbit mi desek, ne?…
Şaka bir yana durum vahimdi. Kaşınmaktan her yanımız yara bere olmuştu. Geldiğimizden beri doğru dürüst temizlik yüzü görmemiştik. Duş yoktu, tuvaletlerde akan su ile temizlenmeye çalışmak ayrı bir işkenceydi. Sonunda da olan oldu işte.
Sen Hasdal’da, Harbiye’de (gerci orda bit bile yaşayamazdı), Gayrettepe’de bitlenme de gel, İstanbul ve havalisinin askeri güçüne hükmeden Selimiye’de bitlen. Ey 1.Ordu Komutanlığı, utan utan!… Ya ite kırdırırsın bizi, ya bite.
Zor sınav: İnsanlık mı, nefret tutulması mı?..
Birgün, tek başına biri getirildi ve bizim koğuşa kondu. Sessizce bir köşeye sindi. Akşam yoklamasında kim olduğunu öğrendik. Zihni Açba’ydı. Birçoğumuz onu ismen tanıyorduk, ülkücü camianın bilinen isimlerindendi. Tanınır-bilinir olması fikir öncülüğü ya da liderlikle ilgili değildi, adının pekçok silahlı saldırıya karışmış olmasındandı. Bu iddialarla pekçok kez yakalanmış, sihirli ellerin marifetiyle salıverilmişti. Solcuların dünyasında o, en az 12 yoldaşı katleden “faşist cellat” tı. Ve kaderin cilvesine bakın ki, Akyazılı bir Abaza’ydı. Gayrettepe’de beni pataklayan Hendekli Abaza polis bunu görseydi, eminim alnından öperdi…
Yoklamada adı okunur okunmaz, bütün koğuştan “yuuu” homurtuları yükseldi. Elbette bu bir öfke ünlemesiydi. Koğuş baskısından ürkmüş olsa gerek, sessiz kaldı. Asker yine gürledi. Neden sonra Zihni, “burda” diye elini kaldırdı. Askerler koğuşun tepkisinden bu kişinin önemli biri olduğuna hükmetmişlerdi. Görevleri buraya gelen herkesi önemsizleştirmekti. Yetmezmiş gibi adını iki kez söyletmişti. Bunlar es geçilebilirdi de, “burda” derken sağ elini değil de sol elini kaldırmış olması affedilemezdi. Üç joplu izbandut içeri girip alanı genişlettiler. “Ulan burdada mı solculuğa devam ediyorsun” üzerinden pata-küte giriştiler. Bu, kabul sırasında atılan dayak gibi değildi, epey fazlasıydı. Joplar kafasına, yüzüne, sırtına, böğrüne, bacaklarına peş peşe indi. Değim yerindeyse pestilini çıkardılar.
Burada, koğuşta bulunan hepimiz insanlıkla nefret tutulması arasında keskin bir sınavla karşı karşıya geldik. İçimizdeki insanlık, bu denli ağır saldırıya uğramış birine ilgi ve yardım eli uzatmayı, nefret ise “beter olsun” deyip kendi haline bırakmayı öneriyordu. Bu kolay bir sınav değildi. Ve her birimiz çıt çıkarmadan bibaşımıza bu sınavı verdik. Benim açımdan durum daha karmaşıktı. İnsanlığa bir de Apsualık ekleniyordu. Hareketlenecek gibi oldum, diğerlerinin bakışı beni durdurdu. Sonuçta, bu büyük sınavı nefret kazandı. Kimse, uzun süre yerde yatan bu adama el uzatmadı. Ve hiç kimse, o sıkış-tekiş koğuşta askerlerin dayak atmak için genişlettiği alana girmedi ve kendisine iki metreden fazla yaklaşmadı. Hatta, belki bazılarımızın içinden “bir tekme de ben vurayım” geçmiş olabilir. Ama nefretin de bir sınırı vardı, buna yeltenen kimse olmadı. Bu sıkıntılı durum iki gün sürdü, sonra alıp götürdüler. Sanırım Ankara’ya, MHP’lilerin tutulduğu Mamak’a gönderildi.
Yıllardır bu sınav anını düşünürüm. Doğru olan mı kazanmıştı?. Emin değilim. Sadece şunu söyleyebilirim, eğer Zihni Açba şöhretini haketmişse, yani iddia edildiği gibi silahlı saldırılara karışmış ve insanları öldürmüşse nefretin kazanması doğruydu; kendisini affetmem. Değilse, insanlık ve Apsualık kaybetmiştir; kendimi affetmem…
Neyse, ayrı bir bilgi notu olarak şunu belirtmek istiyorum: 12 Eylül döneminde İstanbul’un dört güzide toplama merkezlerinde bulundum, içerde binlerce insana rasladım. Hasdal’da gördüğüm milli talebe birliğinden genci de sayarsam sadece ikisi sağ cenahtandı. 12 Eylül’den sağcıların da büyük zarar gördüğü söylemi, abartılı bir şehir efsanesi midir acep!..
… hey özgürlük
Onüç gün sonra sabah saatlerinde bizim gruptakilerin adları okundu. Koridorda sıraya sokulduk, rap rap yürüdük. Yürüdük, yürüdük… Yanlamasına ve boylamasına. Merdivenleri çıktık, koridorları geçtik. Kapısında “1.Ordu Komutanlığı, Sıkıyönetim 2 Nolu Askeri Mahkemesi” yazan büyük bir hole alındık. Burası koyu yeşilin, kahvenin ve bordonun hakin olduğu renklerle ciddilenmiş bir yerdi. Büyük ahşap duvar üzerinde Atatürk resmi, “Ne mutlu Türküm diyene” sözü ve imzası vardı.
Askerler, iskemlelere oturmamıza izin verdi. Ne kadar rahat, ne kadar keyifli bir andı. Umarım bitlerimizin bir kısmı o güzelip koltuklara geçip kemirmiyordur (!).
Holün sağında “Duruşma Salonu” yazan büyükçe bir kapı, solunda ise daha küçük kapılar vardı. Birkaçında “Askeri Hakim”, bir kısmında da “Askeri Savcı” yazıyordu. İsim yoktu.
Duruşma Salonu yazan kapı açıldı, asker ilk ismi okudu; Alp Selek. İçeri girdi, kapı kapandı. Beş dakka sürdü, sürmedi. Tutuklanması kararıyla dışarı çıktı. Onu bizden ayırıp, başka bir köşeye oturttular. Sonraki isim, tutuklama. Sonraki, tutuklama… Habire tutuklama. Bu mahkemenin şakası yoktu be. Nihayet onyedinci kişi girip çıktığında durum değişmişti; tahliye… Onu başka bir köşeye koydular. Oturduğum yerde tırnaklarımı kanatırcasına kemiriyordum, adım okundu. İçeri girdim. Gözlemciyimdir ya, bu odada hiç havamda değildim. Tek gördüğüm yüksekte oturan iki silüet. Kimlik tespiti faslını geçtik. Ne zamandır partilisin, görevin nedir, amacınız nedir, dış yardım alıyor musunuz, hiç Sovyetlere gittin mi, geçen yılki yasaklı 1. Mayıs’a katıldın mı… Fasa fiso sorular. Bu kadar eziyet, bu kadar yer-yol, gele gele bu sorular için miydi? İki silüet fısır fısır kendi aralarında konuştu. Karar okunurken gözlerimi kapadım: TCK’nın 141/1 ve 142/2 maddelerini ihlal suçundan tutuksuz yargılanmasına… Doğru mu duydum, “tutuksuz” mu dendi. Evet. Yani tahliye. Yüzüm gevşedi, içimden hurra çektim.
Salondan çıkarılıp, holdeki şanslılar köşesine katıldım. Biz diğer köşedekilerden utanarak sevincimizi içten içe yaşıyorduk. Hatta onlar kadar kaygılı ifadeler takınmıştık. Ne yaparsınız, bu işler böyledir.
Herkesin ön duruşması bittiğinde, önce tutuklananlar götürüldü. Onlara moral verecek birkaç söz söylemek isterdik. Ama olmadı, olamadı. Sonra, diğer görevli askerler bizi aldı, eşyalarımıza el konulduğu sahanlığa indik, torbalarımızı aldık, hızlı adımlarla yukarı çıkarılıp Selimiye’nin ana kapısının dışına bırakıldık.
Henüz gözlerim günışığına alışamadan biraz yürüdüm. Başım döndü, olduğum yerde çoktum. Gözlerim doldu, hıçkırdım. Yere uzandım. 4,5 aylık esaret sona ermişti. Özgürlük sanki ağır geldi. Bir çift ayak sesinin ağır ağır yaklaştığını duydum, gölge oldu başımda. Gözlerimi açtım, yaşlı bir kadın. Yorgun ama sevecen gözlerle baktı, “geçmiş olsun oğul” dedi. İçten, helal edercesine… Oğlundan haber bekleyen bir kadındı. Büyük kalabalığın içinden çıkıp bana ulaşmıştı. Oğlunun adını söyledi, tariflemeye çabaladı, gördüğüm biri değildi. Ona içerinin çok kötü olmadığını geveledim. İnandığını sanmıyorum.
Koluma girdi, kalabalığa doğru yürüdük. İsim söyleyen, fotoğraf gösteren, tarif eden peş peşe soruyordu. Yapacak bir şeyim, söylecek bir sözüm yoktu. Sadece, “merak etmeyin hepsi iyidir” demeyi tekrarlıyordum. Neden sonra, bana ilk ulaşan kadın kalabalığa seslendi: Bırakın çocuğu, evine gitsin… Ve bana seslendi: Haydi git oğul evine git, sevdiklerine kavuş…
Harem yoluna doğru yürüdüm, Selimiye Kışlası’nın son kontrol noktasını geçtim. Geri dönüp uzun uzun Kışlaya baktım, baştan sona. Devasa bir binaydı, hiç bu kadar büyük olduğunu bilmezdim. Ve sağdaki açık arazide yumalanmış insan kalabalığına baktım. Biliyorum, içerdekilerin hepsinin özgürlüklerine, dışardakilerin hepsinin de sevdiklerine kavuşmasını dilemek abartılı bir istekti. Yine de, yüksek sesle dilekte bulundum…
Sonra, yaşlı kadının söylediği gibi evime, sevdiklerime, sevenlerime yollandım. İçimde buruk bir sevinç, arada bir kendi kendime söylenip, arada bir kaşınıp ve arada bir ıslık çalarak… Bite karşı yapmanız gereken yiğdiklerinizi yakmak ve sirke banyosu yapmaktır.
Evet, gözaltına alındıktan 4,5 ay sonra 17 Haziran günü (1981) serbest bırakıldım. Mahkeme safhası devam etti. Duruşmalara katıldım, mahkeme salonunda tutuklu dostlarımla saf tuttum. Dava dört yıldan fazla sürdü, 16 Ekim 1985 tarihinde sona erdi. Üst düzey yöneticilerin hemen tamamı 5 ile 12 yıl arasında hüküm giydi. Aralarında benim de olduğum pekçok kişi hakkında ise beraat kararı verildi.
12 Eylül (1980) askeri faşist darbeden benim payıma düşen budur. Sendikacı olan büyük kardeşimin payına daha fazlası düşmüştür, 2,5 yıl tutuklu kalmıştır. Yakın çevremde pek çok kişiye daha da fazlası düşmüştür. Ve tanıdığım-tanımadığım gencecik insanlar ölüme gitmiştir.
Hasdal’daki binbaşının akibeti
Hasdal’daki Faik binbaşının akibetini merak ediyor musunuz?. Hani, bize gösterdiği tolerans ve yardım yüzünden hakkında soruşturma başlatılan binbaşı…
Özgürlüğüme kavuşmamdan epey sonra, Nesin Vakfı’nın mali işlerini yürüten Nurten Tuç’tan (Kendisi Dostlar Tiyatrosu’nun da kurucularındandır ve parti üyesidir) öğrendiğim üzere, bizim binbaşının akibeti, “study case” yani vaka çalışması gerektirecek kadar ilginçtir…
Binbaşımız, soruşturma sonunda askeri disipline uymadığı, görevini ihmal ettiği, polisin soruşturmasını engellediği vs. kusurlarından emekliye sefkedilmiştir. Buraya kadar herşey normaldir. Daha sonra Aziz Nesin onu, Çatalca’daki Nesin Vakfı’na müdür yapmıştır. İşte anormellik burada kendini göstermiştir…
Bu vakıf, eğitim olanaklarından yoksun çocukları okutmak için 1973’de kurulmuştur. Çok sayıda çocuk vakıf merkezinde yatılı olarak barındırılmakta ve okutulmaktadır. Bu çocuklar Aziz Nesin’in gözbebekleridir. Her çocukla yakından ilgilenir, eğitim süreçlerini yönlendirir, ihtiyaçlarının yeterince karışılanıp karşılanmadığını kontrol ederdi. Öyle ki, çocuklara bu ilginin, onlara sunulan imkanların fazlaca lükse kaçtığı haberleri çıkardı. İşte bizim binbaşı böyle bir vakfın başına getirildi. Ve bu görevlendirmenin ne denli büyük bir hata olduğu epey bir süre sonra anlaşılacaktı.
Doğaldır ki, uzun yıllar askeriyede astlarına kök söktürmüş bir binbaşının, Aziz Nesin’in abartılı sevgisine mazhar olmuş “şımarık” çocuklara müdürlük yapması, “bir kurdun kuzulara bakıcılık etmesi” gibi birşeydi. Giderek çocukların gülüşleri silinmeye, bakışları donuklaşmaya, iştahları kaçmaya başlamış. Diğer personelin meraklı soruları cevapsız kalıyordu. Nurten ablanın Aziz Nesin’le birlikte vakfa gittiği bir gün, çocuklardan birinin hüngür hüngür ağladığına tanık olunmuş. Nurten abla çocuğu bahçeye çıkarmış, tatlı tatlı-uzun uzun konuşmuş.
Döndüğünde çocuğun anlattıklarını Aziz Nesin’e söylemiş. Aziz Nesin deliye dönmüş, bütün çocukları soyundurup tek tek kontrol etmiş, yara-bere ve çürük izleri olanlarla uzun uzun konuşmuş. Anlaşılan oymuş ki, binbaşı gizliden gizliye bu “şımarık” çocukları dövüyormuş. Bırakın dövmeyi küçük çapta işkence ediyormuş. Dayak yemeyen çocuk yokmuş. O dakka binbaşının işine son verilmiş, savcılığa suç duyurusunda bulunulmuş. Doğrusu bunları duyunca üzüldüm. Demek iyi saate olsunları bazen iyi yüzünü bazen kötü yüzünü gösteriyordu.
Özet ve sonuç
12 Eylül faşist darbesine karar veren, planlayan ve uygulayanlar ve onlara taşeronluk yapanlar, sadece Türkiye tarihi bakımından değil, dünya tarihi bakımından da insanlığa karşı büyük suç işlemişlerdir. Bunlar, Türkiye’nin gördüğü en büyük toplum düşmanlarıdır. Türkiye’nin hukuk sistemi bu suçluları yargılasın ya da yargılamasın, insanlık onları çoktan yargılamış ve mahkum etmiştir.
12 Eylül’cülerin suçu yüzbinlerce insanı kovuşturup-soruşturmak, onbinlercesini hapse tıkmak, binlercesine işkence etmek, yüzlercesini sakat bırakmak, onlarcasını işkencede öldürmek, idam etmekten ibaret değildir. En az bunun kadar, toplumun omurgasını çökertip ruhunu çürütmekten, geleceğini çalmaktan da suçludurlar.
12 Eylül faşist darbesinin karar vericileri ve planlayıcıları ABD-NATO-Gladio üçlüsüdür. Bu, Evren ve arkadaşlarının kurmaylığını, akıl ve beceri kapasitelerini çok çok aşan büyük bir operasyondur. Dönemin askeri hiyerarşisi, Özel Harb Dairesi ve Kontrgerilla gibi gizli teşkilatlanması, polis ve istihbarat, sivil-askeri yargı ve devlet bürokrasısı bu planın uygulayıcılarıdır. Suçlular ve birinci derecede suç ortakları bunlardır. İstisnaları saymazsak, dinci-muhafazakar sağ ve milliyetçi-muhafazakar sağ siyasi kadrolar, iş dünyası, medya ve akademik elit çevreler ise tamamlayıcı, çanak tutucu ve şakşaklayıcı unsurlar olarak bu kara tarihin ortaklarıdır.
12 Eylül faşist darbesi esas ibibariyle Türkiye’de yükselen solu bastırmak ve sindirmek için planlanıp yapılmıştır. Yanısıra, ABD bakımından güvenilmez addedilen milliyetçi sağa da gözdağı verilmiş, söz yerindeyse ayar çekilmiştir.
ABD-NATO-Gladio üçlüsü benzeri operasyonları yine sol’un yükselişte olduğu İtalya, Yunanistan, İspanya, Fransa, Almanya ve başkaca pekçok Avrupa ülkesinde daha usturuplu yöntemlerle yapmıştır. ABD’nin, Şili ve benzeri Latin Amerika ülkelerinde edindiği “iktidar değiştirme” deneyimi, Avrupa’ya taşınmış, Türkiye’de ise kabusa dönüşmüştür.
12 Eylül’ün siyaseten en karlısı halen iktidarda olan dinci-muhafazakar sağdır. Darbe ile birlikte bu kesime “yürü ya kulum” denilmiştir. ABD böyle istemiştir ve darbe liderliği bunu sağlamak için bizzat kolları sıvamıştır.
Bugünkü siyasi iktidar, 12 Eylül darbesi ile himaye edilen dinci-muhafazakar sağ siyasetin, zaman tünelinde ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne uygun olarak ılımlı islama dönüştürülmüş halidir. Dün Sovyetlere karşı “yeşil kuşak” projesinde radikal islamı kullanan ABD, bugün de “ehlileşmiş islam” eliyle küresel çıkarlarını korumaktadır. Bugünkü siyasi iktidarın oluşmasında okyanus ötesi büyük gücün ve onun bağrında palazlanan yardımcı gücün büyük rolü vardır.
12 Eylül’den nemalanmış bu iktidarın 12 Eylül’e karşı söylemleri, okyanus ötesinin yeni planlarının bir parçası değilse, esnaf işi bir illüzyondur. Göbekleri yağlandıkça ‘liberal’leşerek bu iktidara yamanan kimi eski solcular, bu illüzyonun havlu ve ayna tutucularıdır.
Demokrasi adına asıl sınav ve mücadele, bundan sonradır…