Sezai Babakuş
03.02.2012
2012’yi sevmedim, rehavet ve karamsarlık olup çöktü üstüme. Günlerdir miskinliğin postunda yatıyorum. Ivır-zıvır özlük işler, biraz gazete-dergi, biraz internet-facebook, biraz televizyon-kitap… Bir de, penceremden görünen manzaraya dalıp gitmeler; Anadoluhisarı ile Kandilli arasında, Göksu ve Küçüksu derelerinin birlikte oluşturduğu küçük delta semalarında alan savaşı veren martı’larla karga’ların bıkmak yorulmak bilmez dalaşları, kazara aralarına karışan acemi güvercinlerin ürkek kaçışları, sığırcık sürülerinin senkronize uçuşları, ahalinin çömertliğinde semirmiş kedi ve köpeklerin aylak yürüyüşleri… İşte böyle, gri-ıslak kubbenin altında ve tembelliğin sıcak koynunda geçti günler..
Bu kez kar da işe yaramadı. Beni hep sevindiren, özgür kılan ve bu dünyanın ötesine kanatlandıran bu masalsı güzellik, tam da kışın karanlık gölgesi ruhumu zaptetmek üzereyken yetişip yüreğimi aydınlatan doğanın bu en büyük mucizesi nedense bu kez iş yapmadı, yapamadı. Bu kez, sihri yitip gitmiş sıradan bir gösteriye bakıyor gibiyim.
Beni miskinliğin postundan kurtaracak bir şans daha geçti elime; Kaf-Fed’in Bolu’daki ‘ortak akıl’ toplantısına yollandım. Hareketse hareket, mevzuysa mevzu, tartışmaysa tartışma. Dostlar sofrasında sohbet-muhabbet gırla. Dahası ne!.. Ama nafile. Bu kez olmadı, olamadı. Negatif enerjimi oraya da taşıdım, kem-küm’den öte bir katkım olmadı ortak akla. Sessizce özür diledim, kendimden ve hazerundan…
2012’yi sevmedim, peş peşe ölümler getirdi. Önce Theo’yu aldı. Masumiyetin, merhametin, iyiliğin ve umudun sesi-sineması Theo Angelopoulos’u. Artık küçük insanların büyük destanları yazılmayacak, artık çaresizliğin sessiz çığlığı beyaz perdeye yansımayacak. Onun gibilerini yitirdikçe vicdanımız daha hızlı körelecek. Daha bencil, daha açgözlü ve daha acımasız olacağız… Theo’nun filmlerini gözümde canlandırmakla meşkulken, daha yakınlardan iki iyi insan yittip gitti; Üner Özbay-Yismeyl ve Sebahat Lugon- Deguf… Ve onlara, varlığıyla gururumuzu okşamış olan güzeller güzeli bir insan daha katıldı; Keriman Halis Ece-Bijnov… Eksik kaldım. Temsil ettikleri iyiliği, güzelliği, masumiyeti ve merhameti özledim. Şimdiden…
Yaa işte, 2012 böyle başladı; debelendikçe daha da içine çeken bir bataklık gibi. Sanki aklım, yüreğim, bedenim esir düştü. Ocak bitti. Takvimden sildim, yok saydım. Bakalım, gelecek aylar ne gösterecek. Neyse ki kar, karamsarlığımı örtmek için daha kararlı, beni özgür kılmak için daha istekli. Umudum var, belki değişir ve hep olmakta olana dönüşür. Umudum var, eksilmesin…
Hayatı plan-program üzerine kuran, moda değişle ‘hedef odaklı’ yaşayan biri değilim. Yine de, geçen yılın başında ‘2011’de yapacaklarım’ listesi çıkarmıştım. Mavra’larla sahici’leri, kişisel’lerle toplumsal’ları harmanladığım 18 maddelik bir ilk hedefler manzumesiydi bu. 2012’ye girerken, 2011 için belirlediğim hedeflerin ne kadarını tutturduğumun hesabını yaptım. Vasat bir karne çıktı, çöpe attım.
Vasat, idare-i maslahatın diğer adıdır. İştah kaçıran, tatsız-tuzsuz, renksiz-kokusuz birşey… 2011’in karnesi ‘vasat’ değil de ‘iyi’ ya da ‘kötü’ olsaydı, muhtemelen aynı yolda devam edip 2012 için de hedefler belirleyecektim. Zira başarı da başarısızlık da motive edicidir. Ama ‘vasat’ insanı bloke eden bir sonuçtur. O yüzden, 2012’de kendime hedef koymak yerine, gündemi irdelemekle yetineceğim.
Baştan belli olan birşey varsa, o da 2012’nin zor bir yıl olacağıdır. Tek tek bireyler bakımından zor olacak, toplumlar-ülkeler bakımından zor olacak. Yıl yeni başlamışken, daha şimdiden kaytarma yolları arar oldum. Nedense aklıma sık sık, okulları bombalanan haylaz öğrencilerin “yaşasın okul yok, ders yok, sınav yok” diye sevindikleri bir film sahnesi geliyor. Yoksa bilinçaltım, 2012’yi ‘kıyamet yılı’ gören Maya kehanetine selam durma sevdasına mı düştü?.. O yüzden mi, Zecharia Sitchin’in bu kehanete bilimsel sos katan “12. Gezegen” kitabına yeniden sarılmam?.. Bundan mıdır, Roland Emmerich’in umudu Çin işi ‘Nuh’un gemileri’ne yükleyen sinematoğrafisine geri sarmam?…
Öyle kıyamet meraklısı değilim elbet. Bu çocukca akıl sürçmesinin nedeni, belki de, yaşadığımız coğrafyada ve çevresinde giderek şiddetlenen çatışma halinin 2012’de pik yaparak büyük bir yıkıma yolaçma ihtimalidir. Yani, bölgesel bir kıyamet tehlikesinin gözle görülür-elle tutulur hale gelen varlığıdır… Baksanıza; Ortadoğu adım adım mezhep savaşına sürükleniyor; Mısır, Irak, Suriye iç savaşın tehditi altında; ABD ve İsrail’in İran’ı vurması ve bunun büyük bir savaşa dönüşmesi an meselesi… Yetmez mi?… Peki bunlar, zaten kendi fay hatları üzerinde kıpırdaşan Anadolu’yu ve Kafkasya’yı iyice sarsmaz mı?… Teyet mi geçer, bizi?… Hadi onlar teyet geçsin, ABD-Gürcistan ittifakının Kafkasya’yı adım adım Rusya ile çatışmaya sürükleyen sismik alaverelerini ne yapacağız?…
Neyse, çocuk yanım istediği kadar kaytarmaya çabalasın, istediği kadar haytalık kapısı arasın dursun, bilirim ki Maya kehanetine bel bağlayıp oturmak olmaz. Evet, şiddetli sarsıntılar olacak. Ama büyük okul yıkılmayacak, hayat dersleri devam edecek. Üstelik daha da ağırlaşacak, ödevler çoğalacak ve sınavlar iflah kesecek…
Türkiye’nin 2012 için ilan edilmiş en canalıcı gündemi yeni anayasa. Henüz kamuoyunda dişe dokunur bir hareket yaratmamış olsa da, gün geçtikçe ortalık ısınacak. Demokrasi, hukuk, insan hakları gibi kavramları ‘hep bana’ diye tarifleyip hiç eden iktidarın ‘herkes için anayasa’ umuduna ne kadar saygı duyacağını, hazırlık çalışmaları ilerledikçe daha iyi anlayacağız. Ancak, yeni anayasa sürecinde kayda değer bir ağırlık oluşturması beklenen aydınların sindirilmesine, gazete ve televizyonların, üniversitelerin susturulmasına, sivil toplumun yıldırılmasına bakarak gidişatı şimdiden değerlendirebiliriz. Yanısıra, yeni anayasanın çokkültürlülüğe cevaz verip vermeyeceğini, bunun en güçlü savunucuları olan Kürt siyasetçilerinin, toplum önderlerinin ve aydınlarının topluca içeri tıkılıp bertaraf edilmesinden anlayabiliriz. İktidar partisinin anayasa mevzusuyla mücehhez şahsiyetlerinin ‘ulan’ vurgusuyla edebileştirdikleri hitabetlerinden, demokrasi ve hukuk bakımından ne kadar umutvar olacağımızı da kestirebiliriz. Ya da, otuz yıldır baskıcı 12 Eylül anayasasının gölgesine sığınıp varlıklarını sürdüren iki muhalefet partisinin demokrasiyle imtihanının nasıl olacağını da tahmin edebiliriz. Olsun, yine de merakla bekleyip dikkatle izleyeceğiz. Dur bakalım noolacak?…
Diğer toplumsal kesimlerin ne düşündüğü ve ne dediğiyle fazlaca ilgilenmesek de, biz kendi istek ve beklentilerimizi Kaf-Fed eliyle tarifleyip Anayasa Komisyonu’na verdik. İstiyoruz ki bu çorbada bizim de tuzumuz olsun ya da bu çorbadan bize de bir pay düşsün. Hala biraz çekingeniz, biraz ürkek. Ama umudumuz var ve beklentimiz yüksek…
Dünyanın 2012 için ilan edilmiş en canalıcı gündemi ise ekonomik kriz. Ocak sonunda Davos’ta toplanan yüksek zevat, kapitalizm gemisinin gidişatını masaya yatırdı. Kimi, ‘deniz bitti gemi karaya vuracak’ dedi. Kimine göre ise biraz rota değiştirerek ve kıvrak manevralar yaparak yola devam etmek mümkün. En çok, en semirmişler-en şişmanlar panikte. Zayıflamaktan korkuyorlar. Diyorlar ki, böyle giderse toplumsal ayaklanmalar ve kontrol edilemez çatışmalar başlar.
Öyle görülüyor ki kriz büyüyecek ve hiç değilse şişmanların bir kısmını zayıflatacak. Ama bunun zaten bir deri bir kemik olanlara bir faydası olmazsa, aksine orta hallileri de en diptekilerin hızasına doğru iterse, görün o zaman kıyameti…
Ekonomik kriz elbette bütün dünyanın sorunu. Yine de en çok Amerikalıları korkutuyor. Bu iki yüzlü bir korku. Bir yüzünde refah kaybı, diğer yüzünde ise dünyaya hükmetme iddiasının zaafa uğrama ihtimali. Belki de daha kahredici olanı ikincisidir. Açıkca söyledikleri üzere, en çok da Çin’in yükselişinden rahatsızlar.
İngilizler, dünyaya hükmetmenin geçici birşey olduğunu tarihi deneyimlerinden iyi bildikleri için gayet sakinler. Olsa olsa refah kaybına uğrar, biraz zayıflarız diyorlar. Almanlar da öyle. Şimdilik en tuzu kuru olanlar onlar. Üstelik bunu, Nazizmin yerle bir etmesine, büyük miktarda savaş ve soykırım tazminatları ödemelerine, Almanya’nın diğer yarısını geri almak için Ruslara yüksek ‘hava parası’ vermelerine ve şimdi Avrupa Birliği’ni ayakta tutmak için kesenin ağzını açmalarına rağmen başarıyorlar. Fransızların korkusuysa, Avrupa’da insiyatifi tamamen Almanlara kaptırmak. Bu yüzden hırçınlar. Libya gibi çaresizlere karşı abartılı askeri atraksiyonları, petrol hesabı kadar Almanlara pazu gösterme saiklidir.
Deniyor ki, dünyanın efendiliği sırayladır; önceki gün Latinler (Romalılar), dün-bugün Anglo-Saksonlar (İngilizler ve Amerikalılar), yarın Çinliler… Çok heves etmiş olmalarına rağmen Almanlar, Fransızlar ve Ruslar şanslarını iyi kullanamadılar. Bakalım Çinliler efendiliği becerebilecek mi?… Yoksa sırayı Hindulara mı kaptıracaklar…
Bu noktada bir Kaberdey fıkrası gelir aklıma: Uzunyayla’nın ücra köyünden bir Kaberdey, akraba ziyareti için Ankara’ya gelir. Elindeki adresi sora ede yürür, başkentin telaşlı kalabalığında. Koca bir caddeyi geçmek üzere hamle yapmışken trafik polisi düdük çalıp durdurur, ‘bekle orda’ der. Çaresiz beklemeye koyulur, bizimki. Polis dükük çalıp ‘araçlar geçsin’ der, geçerler. Sonra yine düdük çalıp ‘yayalar geçsin’ der, geçerler. Bu böyle devam eder epey zaman. Bizimkisi bekler ha bekler. Ben diyeyim bir saat, siz deyin iki saat. Sonunda bu işte bir terslik olduğunu anlayıp polise seslenir. Polis bey, polis bey… Araçlar geçsin diyorsunuz, yayalar geçsin diyorsunuz. Peki ne zaman Kaberdeyler geçsin diyeceksiniz? Kaberdeylere ne zaman sıra gelecek?…
Evet, sıra Kafkasya’nın gündeminde… Hem iç hem dış dinamikleri bakımından çok büyük değişiklikler olmayacak gibi. Rusya’da 4 Mart’ta yapılacak başkanlık seçiminden sürpriz beklenmiyor, Putin’le yola devam edilecek. Bu da, Rusya’nın bugüne kadarki Kafkasya politikalarının pek değişmeyeceği anlamını taşıyor. Yine de küresel güç Amerika’nın ve yerel ittifakı Gürcistan’nın Kafkasya’daki hamleleri belirleyici olacak. Bu ittifakın Kuzey Kafkasya’yı Rusya’ya karşı organize etmeye yönelik saha çalışmaları devam ederse ve Rusya bunu ciddi bir tehdit olarak algılarsa, elbette bölgenin iklimi sertleşecektir.
Tersi de olabilir. Amerika üç yıllık saha çalışmalarına bakarak, ‘bu işte kar yok’ sonucuna varabilir. Ya da, önceliklerini yeniden tanımlayıp dikkatini başka yerlere, örneğin ‘büyüyen tehdit’ diye tanımladığı Çin’e ve çevresine kaydırabilir. Bu durumda Gürcistan’ın tek başına, Abhazya ve G. Osetya’yı geri döndürmek hayali ve Rusya’dan rövanş almak hırsıyla Kuzey Kafkasya’yı etkilemesi pek mümkün olmayacaktır. Sonuçta üç yıldır yükselen tansiyon düşebilir, Adigelerle Abazaları birbirinden koparmaya yönelik çabalar hız kesebilir.
Önümüzdeki 21 Mayıs, gidişatı biraz daha anlamamızı sağlayacak. Amerika ve Gürcistan’ın, Adigeleri kazanma umuduyla başlattığı ‘Çerkes soykırımı’ hamlesinin son adımı önümüzdeki 21 Mayıs’ta Anaklia’da anıt açılışıyla atılacak. Anavatandakileriyle diyasporadakileriyle Adigelerin ve diğer Kuzey Kafkas halklarının bu anıt açılışına ilgi-alakası, Amerika ve Gürcistan’ın oyunu hangi düzeyde sürdüreceğini belirleyecek. Ve de, Rusya’nın bu oyuna karşı alacağı tavrı…
Bunlar dış dinamiklerin etkisi. Bir de kendi içimize bakalım. Maalesef dış yönlendirmelere fazlasıyla açık bir toplumuz. Tıbbi değişle enfeksiyona açığız. O yüzden daha önce İngilizlerin Osmanlı destekli eli, şimdi de Amerikalıların Gürcistan destekli eli kolayca içimize girebiliyor. İstedikleri zaman birleştirerek, istedikleri zaman ayrıştırarak Rusya’nın karşısına dikiyorlar. Birkaç kuru-sıkı sözle pohpohlanmamız, birkaç boş vaadle umutlandırılmamız, feodal kibrimizin ve egomuzun biraz okşanması motive olmamıza yetiyor. Cesaret desen hazır, kahramanlık tutkusu desen bolkepçe…
İşte böyle yüzyıllardır Ruslara karşı savaştık, savaştırıldık. Şöyle helalinden bir yutkunup, ‘artık Ruslarla savaşmayacağız’ diyebilsek, bütün oyunları bozacağız. Bu kez diyebiliriz, demeliyiz. Kibrimizi ve egomuzu bastırıp, cesaretimizi dizginleyip, yeni bir kırılmaya-sürülmeye maruz kalmadan yola devam edebiliriz. Bu kez, başkalarının hesabına cesur-cengaver olmaktansa kendi hesabımıza akıllı-uslu olmayı seçebiliriz. Seçmeliyiz. Bu seçimi Adigeler-Abazalar birlikte yapacağız. Birliği koruyarak yapacağız…
Son olarak, kısaca kendi özel gündemime değineceğim. Yukarıda sözünü ettiğim miskinlik postunda yatarken biraz da kendimi sorgulamaya çabaladım. Son yıllarda siyasi kimlik alanını boşladığımı, giderek eknik-kültürel kimlik çizgisine sıkışan bir toplumsal mücadele anlayışına ve pratiğine saplandığımı fark ettim. 2012’de bunun üzerinde etraflıca düşüneceğim ve mümkünse yeniden ‘hayatın her alanında’ gerçeğine dönmeye çalışacağım. Kimbilir belki bu sayede, etnik-kültürel kimlik mücadelesine de daha doğru ve daha fazla katkı vermenin yollarını bulurum…