İZ BIRAKANLAR UNUTULMAZ

ÇETAO Nadir Yağan

İnsan yaşamında iç burkan anılar da vardır.İç burkucu olup olmadığı zamanın, o upuzun gelen yılların su gibi hızla geçip gittiğinin fark edilmesiyle yalnızca sizin hangi gözle ve ne kadar dikkatli baktığınıza bağlıdır biraz da.

Zira bu dünya kimse için cennetten bir köşe değildir ve herkes kendi acısını yaşar, onun izini de bir şekilde taşır. Sokaklar, işyerleri, televizyon, gazeteler, baktığınız her yer iç burkan olaylarla doludur ya da sizin burkulacak bir içiniz varsa onu burkacak şey çoktur aslında.

Örneğin; tam unuttum, hatırlamıyorum derken çoğu kimsenin adını sanını bilmediği bir Abhaz olan Kujba Cezmi bir ses, bir koku hatta anlık bir görüntü ile çıkıverir karşınıza ve size yarıda bıraktıklarını, amaçlarını, umutlarını, yapamadıklarını ve yaptıklarını,Abhazya’da Gürcü işgaline karşı savaştığını ama genç denilecek yaşında anavatanında savaş sonrası bozulan toplumsal psikolojinin kurbanı olup soydaş kurşunlarıyla vurularak toprağa düştüğünü hatırlatarak olanca azmiyle bir kez daha yaralamayı başarır.

Savaş sonrası,düzensizliğin hüküm sürdüğü,ülkede iç güvenliğin henüz sağlanamadığı güçlü olanın kazandığı, ortama en iyi uyum sağlayanların hayatta kaldığı kaos ortamında kalbimizi ağrıtarak, içimizi sızlatarak gitmiş bir can. ‘Ah be!’ dedirten. Ölüm her daim üzer ama genç yaşta ve beklenmedik bir ölüm çok üzer. Her beklenmedik ölüm gibi ölümü iç burkmuş, yürek yakmıştır Cezmi ağabeyin. Yakışmamıştır böyle gülen bir yüze ölüm, kim ne derse desin..

İnternetin olmadığı dönemde mektupla iletişim yolunu kullanmış, üzerinde kargacık burgacık el yazılarıyla isimleri yazılı olan zarfların sevincini tatmış olanlar yine bilirler ki o zamanlar anavatanla iletişimin ilk adımları ulaşıp ulaşmadığı bile bilinmeyen davetiyeler,mektuplar ve yayın saatleri sınırlı radyolardır.

Adapazarı’nda bir polis memuru olan Kujba Cezmi, işte o zamanlarda Abhaz radyosunun diasporaya yönelik yayınlarının sadık bir dinleyicisidir. Radyo yayınlarının sunucusu ve aynı zamanda Abhazya’nın aydın genç kızlarından biri olan Alina’yla yazışarak tanışmış ve vatana dönme arzusu güç kazanmıştır.

Duyguları sözcük karakterlerine yansıtan ve sonsuza kadar saklanabilecek, kimi zaman tozlu bir kitabın arasından çıkartarak okuyabileceğin mektupları yazmayı bilen biriydi o.

Kafka’nın “kadınların mektup yoluyla bağlanabileceği doğru mudur” sorusunun yanıtı, kendisinin Milena’yı, Cezmi’nin de Alina’yı mektuplarıyla etkilediğini bildikten sonra şüphesiz ki ‘evet’tir..

Benim gibi daha pek çok sevenlerinin hayatında hem güzel hem hüzünlü hem derin bir yer bırakmıştır Cezmi ağabey. Eşi Alina ve oğulları Nart’la Gürcistan’ın Abhazya’yı işgalinden önce bir Abhazya ziyaretimizde Sohum’un Mayak mahallesinde yaşarlarken tanımıştım onları ve evlerinde misafir olmuştum. Bizlerin bol betonlu hayatta çarpık kentleşmeyle neredeyse unuttuğumuz hep içimizde ukde olarak kalmış bahçeli, tek katlı, mütevazı bir evde mutlu, sakin bir yaşam sürüyorlardı. Yazılmış en şirin, en güzel dizelere sahip olduğunu düşündüğüm “mavi gözlü dev” şiirindeki “mini minnacık ev” gibi bir evde.

Savaştan hemen sonra Abhazya’ya yerleştiğimizde ilk aylar Sohum’da yan yana iki evde yaşadık.

Şanslı bir insanım. Diaspora derneklerinde, toplantılarında, dergilerinde boy göstermeyen ama bugüne kadar tanıdığım en süzülmüş yurtseverlerden biri olan Kujba Cezmi’yi sağlığında kanlı canlı,yakışıklı bir adamken tanıma, sohbet edebilme mutluluğuna eriştiğim için.

“Hayat”, demiş, Gabriel Garcia Marquez, “Ne yaşadığın değil, nasıl hatırladığın ve neler hatırlattığındır… “Böyle başlar kişilerin resmi tarihleri.

Cezmi ağabeyi ne zaman düşünsem ortak komşumuz sağır ve dilsiz Migrelle konuşmaya çalışırkenki hali; uzun boylu, kıvırcık saçlı, yeşil gözlü, görüntüsü gözümün önüne düşüveriyor. Bir de her daim tiril tiril olan, asla halkının, dostlarının karşısına paldır küldür çıkmayan bir adam olduğunu anımsıyorum. Anılar düşüyor peşime…

İş yaparken bile Red Kit gibi dudağının ucundan düşürmediği sigarası pek yakışırdı ona. Dumanı gözüne kaçınca yüzünü buruşturur, hafiften tek gözünü kısar, işini yapmaya devam ederdi. Bu hali işine çok özen gösteriyormuş, üzerinde düşünüp taşınıyormuş imajı verirdi.
Gözlüğüm gözümdeyken kaybettim sanıp aramam gibi o da bazen dudağında sigara varken yenisini yakmaya çalışırdı.

Üç dört yaşlarındaki oğluyla arasında benzerine az rastlanır türden saf, katışıksız, koşulsuz ama aynı zamanda geleneksel ve de duygusal bir baba-oğul paylaşımı vardı. Kucağına alıp ‘oğlum’ diye haykırmaz, pederşahi ses tonuyla Abazaca adam, erkek kişi anlamına gelen ‘Akatsa!’ diye çağırırdı.

Derin sevgisini tüm çıplaklığıyla göstermese de aslında üstüne titrerdi. Üzüntüsü ile kahrolur, es kaza ağladığı bir zamana denk gelirse ayağının altından zemin çekiliyormuş gibi rengi atar, etrafındakilere kızardı.

O zamanlar Abhazya “Ölene tabut, kalana zabıt, maktul derdest, katil firar, asayiş berkemal” deyişini aratmayacak, henüz devlet otoritesi ve iç güvenlik sağlanamadığı için hukuk ve yasaların işlemediği, can ve mal güvenliğinin olmadığı bir dönem yaşıyordu. “Sara seybaşıveyt” yani ben savaştım diyen hiçbir kuralı tanımıyor, kendini her konuda haklı sayıyor, soygun, adam kaçırma, kişisel sebeplerle adam öldürme, gibi suçlar işleniyor, suçlular bulunamıyordu. Gençler arasında narkotik bağımlıları vardı.

Cezmi ağabeyin en çok kızdığı söz de buydu işte. “Ben savaştım” deyip kendini yasalardan üstün görmek, her şeye peşinen hakkı olduğunu düşünmek.

“Savaş bitti ama daha yapacak çoook iş var, ben savaştım deyip oturmamalıyız, çalışmalıyız” diyordu o hep. Çalışıyordu da. Kardeşi Necmi’yle birlikte kafe inşa ediyordu. Çalışmaktan mutlu olan,her koşulda hiç boş durmayan, kafasını dolu tutmayı çalışma ile başararak hayatını geçiren bir adamdı. Herkesin henüz normal bir yaşama geçmeyi erken bulduğu bir süreçte çalışkanlığı ve girişkenliğiyle dikkat çekiyordu.

Abhazya‘nın bağımsızlık mücadelesine büyük emeği geçen bu yiğit insandan yine kendisi gibi silah arkadaşlarından biri şöyle bahsediyor “Oçamçıra çıkartmasında geri çekiliyorduk çünkü elimizde yeterli silah ve cephane yoktu. Cezmi ağabey “Çocuklar ben nasılsa sizden yaşlıyım bir şey olacaksa bana olsun siz arkama geçin” deyip grubun önüne geçti.”

Ülkenin her karış toprağına iz bırakan mücadelenin birçok zorlu aşamasına yılmadan, hiçbir zaman geri adım atmadan, büyük bir cesaret, istek ve çabayla kendini katanlardan biri olmakla birlikte; mütevazı, emekçi, çalışkan, küçüklerine kol kanat geren, halka bağlılığın en güzel temsilini vatanına dönerek, vatanı için savaşarak, kişiliğiyle, yaşamdaki tercihleriyle göstermiş biriydi de aynı zamanda.

Abhazya’nın içinde bulunduğu kaostan zarar görmememiz için yan yana iki evde yaşadığımız sürece evimize birinin geldiğini bahçe kapısının gürültüsünden bilir, gelen kişinin iyi niyetli mi kötü niyetli mi olduğunu anlamak için balkondan balkona yine kendisinin kurduğu köprüden sessizce geçerek birkaç dakika sonra içeri girerdi mutlaka.

Bizi korumayı başardı ama kendini koruyamadı Cezmi ağabey. 1995 yılının bir Ocak sabahı yine kendisi gibi savaşa fiilen katılmış kardeşi Necmi’yle birlikte kendi elleriyle emek emek inşa ettikleri kafenin önünde acımasızca vurularak aramızdan ayrıldı. “Akatsa”nın büyüdüğünü göremeden,ona hayatın kurallarını, beklentilerini, kaçınılmazlıklarını istediği gibi öğretemeden.

Vurulduklarını duyduğum an ‘öldüler’ sözcüğünü duymak istememiş içimden ‘Onlar neler gördüler. Atlatırlar bu badireyi de’ demiştim, hayata tutunma azimlerine ne çok güvenmiştim.

İnsanın kolunun kanadının kırılması da gerçek gibidir. Sanki önceden omzunuzda bir çift kanat varmış ve sizi dik tutuyormuş ama ne olduysa işte o iki kanat birden yok olmuş, siz de omuzlarınızda o eksiklik boşluk hissiyle, artık uçamayacak bir kuş gibi savunmasız-çaresiz kalakalmışsınız gibi hissedersiniz.

Hayat yaralı ve yorgun yüreğimize bir acıyı daha çiviliyor, hayat bizi, hayatını Abhaz halkının haklı özgürlük kavgasına adamış bir yiğit insanından, bir Abhazya kahramanı ve yurtseverlik ustasından daha ayırıyordu.

Sevdiklerimiz tarafından hiç beklemediğimiz bir hareket, bir söz karşısında yüreğimize taş oturur. Taş ağırdır, itelemesi zahmetlidir, güçtür kısacası onu oradan kaldırmak. Hükmedilmez kolay kolay o duyguya, gücümüze gider işte…

Atılgan yapısı, alçak gönüllü kişiliği, yurtseverliği, çalışkanlığı ve yaratıcı özelliğiyle bütünleştirdiği kısa yaşamından geriye hafızalarımızda bir resim kalıyor. Biz tanıklık etmiş olanların yüreğimize ve belleğimize kazınmış ve on yılı aşkın bir zamandır bizi acıtıp duran Abhazya var oldukça hep hatırlanacak ve ibretle anılacak bir resim…

Savaşın, yol açtığı doğrudan acılar yanında toplumların geleceğine ilişkin olumsuzlukların habercisi olduğunun ve savaşın ardında bıraktığı kaosun ilk imha ettiği şeyin merhamet olduğunun, sorunlarını dayatma, şiddet ve güç kullanma yoluyla çözmeye alışmış insanlar için insan hayatının önemsizleştiğinin, bozulan psikolojilerin bir süre sonra vicdansız bir gözü dönmüşlüğü beraberinde getirdiğinin, toplum savaştayken ahlakın değiştiğinin, kardeşin kardeşi acımasızca öldürebildiğinin resmi.

Bir gün sosyologlarımız anavatana dönenlerin yaşadıkları travmaları, o tarihin içinde toplumda kalan izleri, oluşmuş yaraları araştıracaktır mutlaka. Ülkenin kaderini, toplumların psikolojisini etkileyen olaylar, kişiler aniden unutulabilse de bazen bu ortak toplumsal hafızadan yine de toplumsal hafıza denen şey çok uzak bir zamanda olmuş şeyleri capcanlı hatırlayan çok yakın bir zamanda olanları unutuveren bazı olaylara ise ne yapacağını merak ettiğimiz hatırlama biçimidir ama her halükarda acıyla beslenir.

Borges’in öykülerinden birisinde hastalıktan muzdarip bir kişi yaşadığı hiçbir şeyi unutmuyordu ve sürekli geçmişi düşünmek zorunda kalıyordu, bu yüzden de aklına yeni düşünceler gelemiyordu, garip bir yaratık olup çıkıyordu. Sanırım ben de onun gibi olacağım kimse bu tür olayları ve kişileri hatırlamanın gerekliliğini anlamasa ve anlatmasa da.

Hayata henüz verecekleri ve hayattan henüz alacakları olan Kujba Cezmi ve Necmi, yitirilişlerinin üzerinden yılların su gibi hızla geçip gitmesine rağmen zaman zaman özgün kişilikleri, yiğitlikleri,gösterdikleri içten dostluk ve kardeşlikleriyle seriliveriyorlar gözümün önüne. “Sevdiğim çiçek adları gibi, sevdiğim sokak adları gibi, bütün sevdiklerimin adları gibi, adınız geliyor aklıma.”

Onlar; Abhazya’ya bir Cezmi yetmez, daha çok daha çok Cezmilere, Necmilere ihtiyacımız var dediğimiz, ihtiyacımızın doruğa çıktığı bir zamanda halklarının onlara en çok ihtiyaç duyduğu bir süreçte halklarından ayrıldı ve miras olarak da ‘önce barış’ şiarını bıraktılar. Anılarına selam olsun!

Bugün özgür ve onurlu bir hayatın sahibi olan Abhaz halkı ,savaşta ve savaştan sonra yitirdiklerinden aldığı güçle özgürlük, bağımsızlık ve demokrasi kavgasını sürdürecektir.

“Ancha” Canlar Ülkesi Abhazya’ya çektiği acıları unuttursun ve bir daha o kötü günleri göstermesin.