Ayse Nart
Türkiye’de entelektüel yok. Bu elbette herkes için geçerli değil, ama genellemenin işaret ettiği ciddi bir gerçek var. Akademisyenler var. Bilgili insanlar da var. Fakat gören, sorgulayan, derinleşen, içselleştiren, düşündüğünü davranışa yansıtan entelektüel neredeyse yok. Çünkü bilgi, burada bir donanım değil, bir süs. Ama entelektüellik, sadece bilgiye sahip olmakla değil, o bilgiyi nasıl taşıdığın, nasıl düşündüğün ve neye dönüştürdüğünle ilgilidir. Bu bir duruştur. Bir yaşam biçimidir.
Türkiye’de bilgi, tevazuyu değil, gösterişi besliyor. Kibir, neredeyse entelektüel kisvesi altında normalleşmiş durumda. Konuşmalar, tartışmalar bir şey anlamak ya da yeni bir fikir üretmek için yapılmaz. Genellikle karşı tarafı ezmek, susturmak ya da itibarsızlaştırmak için yapılır. Herkes kendi fikrini en yükseğe koymak, karşısındakini küçümsemek ister. Bu yüzden karşılıklı fikir üretmek değil, karşılıklı üstünlük kurmak yarışıdır sahnede olan. Kibir düşünceyi boğar, çünkü insanı öğrenmeye kapatır.
Bir başka büyük sorun da tartışma kültürünün yokluğu. Gerçek tartışma, fikirlerin birbirine değip yeni bir anlam alanı açtığı yerdir. Ama bizde fikirler çatışmaz, insanlar çarpışır. Herkes ya kendi doğrusunun en doğru olduğunu ispatlamaya çalışır ya da karşısındakini cehaletle suçlar. Tartışma dediğimiz şey, çoğu zaman karşılıklı etiketleme, kişiselleştirme ve üstünlük savaşıdır. Oysa entelektüel, haklı çıkmak için değil, hakikate biraz daha yaklaşmak için konuşur. Dinlemeyi bilir. Kendi fikrini sorgulayabilir. Türkiye’de ise dinlemek zayıflık, “anlamaya çalışmak” ise neredeyse teslimiyet sayılır.
Bir başka eksiklik de içselleştirme sorunudur. Bilgiyi zihne almak kolaydır. Ama o bilgiyi davranışa dönüştürmek, hayatın içine yerleştirmek zordur. Türkiye’de bilgi çoğunlukla tüketilir; hazmedilmez. Okunanlar birikiyor, ezberleniyor ama anlamaya, değiştirmeye, dönüştürmeye gitmiyor. Bilgi bir donanım değil, bir gösteriş unsuru hâline geliyor. Sonra da kendini çok bilen ama hiçbir şeyi göremeyen, yaşamayan, hissetmeyen insanlar çoğalıyor.
Tüm bunların temeli aslında çocuklukta atılıyor. Çünkü entelektüellik bir yetişkinlik hali değildir sadece; çocukken atılan zihinsel tohumların sonucudur. Merakı bastırılan ya da şekilsizce serbest bırakılan çocuklar, ileride düşünen bireyler olmaktan çok uzak kalırlar. Türkiye’de çocuklar ya sürekli susturulur, ya da her istedikleri yapılır. “Sen sus, büyükler konuşur” diye bastırılan çocuk kadar, sınır tanımayan, her dediği yapılan çocuk da sorgulamayı öğrenemez. Düşünce ya korkuyla ya da doyumla körelir. Oysa çocuk sorguladığında, düşünmeye, neden-sonuç kurmaya, anlamaya başlar. Gerçek entelektüellik orada doğar.
Türkiye’de entelektüelliğin önünü tıkayan bir başka gerçek daha var: akademik yapı ve akademisyen kültürü. Akademisyen olmak, entelektüel olmakla karıştırılıyor. Oysa akademi, bilgi üretimini sistematikleştiren bir kurumdur; sorgulamayı değil, uzmanlaşmayı teşvik eder. Türkiye’deki akademisyenlerin büyük kısmı, sadece kendi alanında derinleşmiş ama o alanın dışına çıkmaktan çekinen bir tavır içindedir. Disiplinler arası düşünmek, hayatı bütünlüklü görmek neredeyse lüks sayılır. Üstelik pek çok akademisyen, sahip olduğu bilgiyi bir ayrıcalık olarak görür. Onu paylaşmak değil, onunla yüksekte kalmak ister. Eleştiriye kapalıdır. Özellikle gençlerden gelen farklı bakışlara tahammülsüzdür. Bu da akademiyi bilgiyle dolu ama fikirle yoksul hâle getirir.
Gerçek bir entelektüel yalnız kalmayı göze almalıdır. Türkiye’de ise yalnızlık korkulan bir şeydir. Çünkü yalnız kalmak, destek grubundan dışlanmak, cemaatten aforoz edilmek anlamına gelir. Oysa entelektüel, fikirlerini önce kendisine yöneltir. Gerekirse kendi grubunu da eleştirir. Onay değil, hakikat arar. Türkiye’de fikir sahipleri çoğunlukla bir “düşünce tarikatı”nın içindedir. Herkes kendi grubunun fikirlerini tekrar eder. Masadan kimse kalkmak istemez, başka masaya oturmaksa neredeyse ihanettir. Bu yüzden kimse yeni bir şey söylemez. Söyleyen varsa da yalnız bırakılır. Yalnız kalan ise ya susar ya da dışlanır.
Bu yalnızlıkla bağlantılı bir başka sorun daha var: popülerlik arzusu. Türkiye’de entelektüel gibi görünmek için gerekli olan tek şey “görünür” olmaktır. Sosyal medya hesaplarında çok takipçili olmak, konferanslara çağrılmak, TV’ye çıkmak, alıntılanmak. Gerçek düşünsel derinlik değil, dolaşımda olma hali değer kazanıyor. Böyle bir ortamda cesurca düşünmek değil, alkış alacak cümleleri söylemek teşvik ediliyor. O yüzden konforlu, düz, herkesin seveceği kadar yuvarlak fikirler çoğalıyor.
Sonuç şu: Türkiye’de bilgi var, ama bilgelik yok. Konuşan çok ama dinleyen yok. Fikir çok ama derinlik yok. Sorgulayan değil, yargılayanlar sahnede. Kibrin sağladığı konfor, hiç kimseyi yalnızlığa, içe dönüşe, düşünceye ve hakikate götürmüyor. Herkes kendi çevresinde, kendi fikirleriyle, kendi rahatlığında. Kimse başka bir masaya oturmak istemiyor.
Ve işte bu yüzden…
Türkiye’de entelektüel değil, konforlu cümlelerin adamları yetişiyor.