ŞOĞUBE (ŞUAYİP)

Erhan Hapae

Geceleri öbür dünyaya gidip geldiğine ve meleklerle senli benli konuştuğuna inananlar, kendilerini makaraya alan diğerlerine anlatacak epeyce şeyler buluyorlardı yinede. Bir zamanların uzun boylu bu yakışıklı delikanlısı, sesini kimseye duyurmadan ve ortalıkta gözüktüğü zaman, ya bağların bitip mezarların başladığı küçük çimenlikte, üç köye de profil vererek namaz kıla ya da orada değilse, elinde gümüş bir ibrik, başında bir beyaz sarık ve bir asa gibi taşıdığı işli bastonu ile o profil vereceği yere giderken rastlanırdı. Çerkesler de, uzaklardan da olsa çapraz geçişecek iki kişi büyüğün veya erkeğin önünü kesemez, kıdemli olanın geçmesi beklenir sonra yola devam edilirdi. Şoğube için buda ciddi bir sorundu, kimse ile kesişmek veya karşılaşmak istemediğinden yön değiştirip olmadık şekilde yolunu uzatarak evine döner, önünü kesmemek için bekleşen kadın veya küçükleri uzun ve şaşkın bekleyişler içinde bırakıp, ortalıktan kaybolurdu.

Bütün bu münzevi hayatı içinde sürekli uzaklardaki o tepecikte yalnız başına tanrıya dua edip otururken görülen bu insan, hiçbir cemaate girmez, Cuma namazlarında kalabalıklaşan camiye gelmez, Cuma namazının kılındığı aynı dakikalarda o da uzaktan ibadetini yapar, cemaate katılmış  sayardı kendini. Artık ihtiyarlamış, gençliğini yitirmişti ancak fidan gibi boyu, mavi gözleri ve kırçıllaşmış sakalı ile halen çok yakışıklı ve halen dimdik yürüyebiliyordu. Birisi evli, diğeri epeyce saf iki ihtiyar kardeşiyle birlikte oturduğu evin alt katında bir odada yaşıyor, odasına yalnızca yemek götürüp getiren küçük yeğeni girebiliyordu. Evin tek gelini Koblı’nın kızı, kendisinden hiç şikayetçi değildi, hiçbir ilişkisi de yoktu zaten, hazırladığı yemek tepsisini küçük kızının eline tutuşturmak dışında.

Rençperlik yapan ailesi ile birlikte tarlaya gitmez, hasatta harman yerine gelmez, mısır koçanlarını ayıklama gibi dünyevi işlere karışmazdı. Başındaki Afgan usulü sarık dışında kıyafeti normaldi ve babadan kaldığı sanılan köstekli saati yeleğinin cebinde taşır, potinlerini temiz ve bakımlı tutardı. Yaygaracı, karısının ağzına osurduğu söylenen, biraz da kaçık amca oğlunun esprili sataşmalarını, yüzüne bile bakmayarak, sessizlikle aşağılar ve onu da sesini kesmek zorunda bırakırdı.

Yüzüne ve ailesine bir türlü sorulamayan sorular köylüler arasında gizlice konuşulur, kendileriyle hiç konuşmamış olduğu halde ondan etkilenmiş olanlar, zaman zaman onunla ilgili evliya masalları uydurunca, diğerlerinin eğreti gülümsemelerinin muhatabı olurlardı. Kimine göre tanrıya karşı işlediği o bilinmez suçtan dolayı, odası ve mezarlıktaki küçük çimenlik arasına mahkum edilmiş, getirdiği ikrar ve pişmanlığından dolayı açık havaya zaman zaman çıkmasına müsaade edilmişti. Bu kendisini kimseyle görüşmeme ve dar alan mahkumiyetine neden olan kabahatin ne olduğu hakkında yine kimsenin bir fikri yoktu. Kimine göre ise işlediği bir kabahat falan yoktu, meleklerin köydeki gözlemcisi ve ajanıydı, işlenen günahları geceleri onlara bildiriyordu. Kimilerine göre ise, Meleklerin ona ihtiyacı olamazdı onlar her şeyi görüyorlardı zaten.

Diğer yandan  içine düştüğü bir imkansız aşk ateşinin sonucunda yataklara düşüp, günlerce ateşler içinde kıvrandıktan sonra bu hale geldiğini iddia edenlerde vardı. Aşık olduğu kızın bu köyden olup olmadığı bilinmiyordu ve dünyevi birisi olup olmadığı bir yana üstelik kız olup olmadığı da muammaydı. Büyük bir ihtimalle bu yaşında halen bakir idi. Kendisinin açıkladığı hiç bir şey yoktu, annesi kimselerce hatırlanmıyor, kardeşlerine hiçbir şey sorulamıyordu. Biraz saf ve olağanüstü beceriksiz ağabeyi Vumar, bir keresinde sanki yaşlı bir kadın gibi cevap vermişti.

– A guşe çaxherep

Biliyorum tuhaf bir durum, ailemizin içinde yaşıyor bizlerle hiç konuşmadan ve hiç çalışmadan, o emredilecek yaşı çoktan geçti, gençliğinde de bir şey diyememiştik zaten, lütfen sizde üstelemeyin demek istiyordu, bu küçük cümlesiyle.

Çarıklı Erkanı-harp sayılacak kardeşi Yısmeyl, cami duvarı dibinde yakaladığı her kese, ulusal siyasetin her noktasını, Menderesin idamının haksızlığını, Sağır’ın (İnönü) ne kurnaz tilki olduğunu, Katibin evinde Cemal Gürsel paşa’ nın resmini gördüğünü, yüzünde nur olmadığını anlatıyor, Menderes’in kusurlarını sayıp, ihtilalin gerekçelerini haklı bulacak tek tük köylüye de haddini bildiriyordu. Bütün bunları eğlenceli mavralarla anlatmasına rağmen ağabeyi hakkında sorulan temkinli soruları duymazlıktan geliyor, geçen zaman içinde Demirel ve Ecevit çekişmesinin inceliklerine varıyor ama Şoğube‘nin sessiz mahkumiyeti bu geçen uzun yıllar boyunca, kimsenin anlayamayacağı şekliyle sürüp duruyordu.

Dedauvların öğretmen olmuş kızı Sadye, Onun hikayesinin peşine düşmüş, bizim Keseyhable köyünde çözemediği sırları komşu göçeri köyünde, Besleneylerin arasında arıyor, tatmin olamadığı cevapları Shapsugh köyünde dillendirip ne bildiklerini sorgulamaya çalışıyordu. Hiç kimsenin elle tutulur bir şey bildiği yoktu. Köylerinde hatırladıkları bir kırık kalp durumu yoktu, kendi köylerinde zaten hiç görmemişlerdi onu, Keseyhable ye çeşitli nedenler ile geldiklerinde tesadüfen gördükleri daha çokta duydukları bu esrarengiz münzevinin hikayesi ile ilgili bildikleri, onun sıra dışı bir suskun olduğundan ibaretti  ve sırları çözecek yeni bir şey aramak boşunaydı.

Aslında bir evliya hali vardı ve muhtemelen öyle birisiydi, fakat tanrı tarafından insan içine girmesi ve sesini çıkarması yasaklanmış olduğundan, köyde yaşayan bilumum ahalide, yine aynı tanrı tarafından merak etmeye mahkum edilmiş durumdaydı ve kimileri kendi uydurdukları yakıştırmalar ile avunup duruyordu. Onun sırrını çözmenin başka yollarını arayanlarda yok değildi. Onun, biz dünyeviler tarafından anlaşılmasını zor ve imkansız bulanlar, Onun, kendini merak edip duran köylüleri nasıl algıladığıyla ilgili sorgulamalara başladılar. Öyle ya, O suskun bir münzeviydi ama biz kimdik onun gözünde. Her gün tanrıya şikayet edilmesi gereken, iflah olmaz günahkarlar mıydık. Yoksa öbür dünyaya gerekli iltifatı yapmaktan imtina eden cahiller sürüsü mü. Aslında böyle bir hor görme söz konusu değildi. Ne bakışlarında nede davranışlarında böyle bir şey sezilmiyordu, bu sadece ondan çekinen birkaç kişinin hüsnü kuruntusu olabilirdi.

Yinede köy camisinin önünde sabahın ilk saatlerinde ölüsünü görenler şaşkınlıkla karşıladılar durumu. Bu, köye ilk girişi ve caminin önünde ilk görülüşü idi ve bir ölü olarak. Köylüler öleceğini hissettiğinde o kutsal mekana ulaşabilmeyi istemiş olabileceğini, sabahın alaca karanlığında sabah namazından önce gelip orada ibadet ederek ölmeyi yeğlediğini anlatıyorlardı. Bütün bu yorumların ve telaşla ölüyü ne yapacağını şaşıran kalabalığın arasına, O nu en son gören iki kişiden biri olan köyün çobanı, Şağube nin kardeşleriyle birlikte geldi

Gece uyuyamamış, köy meydanına çıkmıştım. Cami meydanını gören duvar dibindeki tomrukların üzerinde oturuyor iken, başı sarıklı bunu gördüm, camiye doğru gidiyordu, onun beni gördüğünü sanmıyorum. Köy içinde  ilk defa görmüştüm. Camiye girdi ve herhalde namaz kıldı ve çıktı. Yavaşça avludan uzaklaşırken bir ses duydum.

– ŞOĞUB

Sesin sahibi, bütün küfürleri ezbere bilen 6 yaşındaki, köyün en haylaz çocuğu Fatih’ti sanırım. Şoğube bir an durakladı ama ses çıkarmadı.

ŞOĞUB  diye tekrarladı karanlığın içinden gelen çocuk sesi.

Şoğube durdu ve sese doğru dönerek sessizliğini ilk defa bozdu.

Sıd yavrum dedi. Sesini ilk defa duymuştum. Durmuş kulak kesilmişti, ben şaşkınlık içindeydim.

Ananın … dedi karanlıktaki ses ve bir duvarın üstünden atlayıp karanlığa karıştı.

O geriye doğru bir adım attı ve ne olduğunu anlamama fırsat vermeden devrilip düştü. Başına yetiştiğimde herhalde ölmüştü.