ŞEMSİYE

Тolga Kaya

Acı acı çalan çalar saatin sesiyle uyandım. Uyku sersemi ellerimle yoklayarak, hain saati bulup ona kendi ellerimle gereken dersi verdim. Sefil fakirhanemde loş ışıklı, güneş yüzü görmeyen odamın lavabosunda, tıraş olmaya çalışırken bir yandan da kolumdaki saate bakarak servisi kaçırmamaya çalışıyorum. Dışarıda Ramazan ayı var ve yağmur yağıyor. Benimse cebimde beş para yok gecikmiş bir kira ve ödenmesi gereken faturalar var.

Hızla fırlıyorum evden. Servise yetişmem için on beş dakikalık bir yolum var. Hala ve ortalık zifiri karanlık.

Hayatımı gözden geçiriyorum yokuşu çıkarken, Türkiye’nin en belalı şehrinin, en belalı mahallelerinden birinde, zifiri karanlıkta sokak köpekleriyle, sabah namazına gitmeye çalışan yaşlı thamadeler ve benim gibi yarı ücretli üç beş parya ile birlikte yürüyorum. Birde üstüne üstlük yağmur yağıyor, tam yolunda gitmeyen her şeye, hayata, karanlığa, şu şehri Konstantiniye´ye küfrü basacakken elimdeki şemsiye gözüme ilişiyor. Sanki onu fark etmemişim de fark edince şaşırmışım gibi ona yeniden bakıyorum. Şemsiyeye daha bir sıkı sarılıyorum, çünkü o hayatımda o anda yolunda giden tek şeymiş gibi görünüyor bana, çünkü beni, yolunda gitmeyen her şey yetmezmiş gibi birde yağmurda ıslanmış olmaktan koruyor.

Yürüyüşümü hızlandırıyorum. Çünkü bu lanet servis şoförü asla beklemiyor, yavaşlattığı arabadan sizi olmanız gereken yerde görmezse gaza basıp gözden kayboluveriyor ve benimde cebimde servisi kaçırırsam otobüse verecek tek kuruş param yok.

Bir yandan hızlı hızlı yürürken bir yandan da yanımdan geçen insanlara elimdeki şemsiyeyle fiyaka atıyorum. Öyle pahalı bir şeyde değil üstelik, yağmur yağmaya başlayınca birden yağan yağmur gibi bitiveren seyyar satıcılardan alınmış ucuz adi bir şey. Ancak benim için keyif nedeni, hayata daha sıkı sarılmam için bir neden bulmuşum gibi beni mutlu ediyor. Aniden yağmurla birlikte birde rüzgar çıkıyor, bende usta bir dümenci gibi rüzgara göre yön veriyorum ona. Çünkü biliyorum ki, ters bir hareketimde parça parça olacak. Kaldırımlarda tek tük şemsiye cesetleri görüyorum telleri kırılmış.

Servisin geçtiği noktaya az kaldı şu köşeyi döndüm mü ordayım. Saate bakıyorum tam servis saati, köşeyi döner dönmez uğursuz servisi görüyorum. Kaldırıma doğru yavaşlıyor ve aniden hızlanıp yola devam ediyor. Elimde şemsiye donup kalıyorum tam kallavi bir küfür basacakken aniden yönünü değiştiren rüzgar beni gafil avlıyor “uleeeeeeeeennnnnnn” dememe fırsat kalmadan ters dönüyor ve telleri kırılıyor. Ellerimde parçalanan şemsiyeye acı acı bakarken yağmur damlaları “tıp tıp” kafama düşüyor ve ben ağlamamak için kendimi zor tutuyorum.

Kös kös fakirhaneye doğru dönüyorum sırılsıklam olmuş vaziyette.

Eve giriyorum radyoyu açıyorum. Yavaş yavaş ıslanan elbiselerimi çıkartırken radyodan bir haber sesi geliyor: ”Değerli yazarımız Orhan Pamuk Nobel Edebiyat Ödülünü kazandı.”

Birden radyoya dönüyorum içimde büyük bir neşeyle ”Hay yaşa” diyorum. Yatağa uzanırken birden telefonum çalıyor.

– Lan Allah’ın Kabardey’i işe gittin mi? Gitmediysen kahvaltı yapalım. Senin evin oralardayım. Bizim komiseri bir yere bıraktım. Biraz zamanım var hadi hazırlan, diyor arkadaşım. Neşem biraz daha yerine geliyor

– Tamam lan deli Abaza evdeyim gel diyorum.

Keyfim eni konu yerine geliyor. Bak işte diyorum kendi kendime, karamsar olmak için bir neden yok. Orhan Pamuk Nobel’i kazanmış, arkadaşımla da kahvaltı yapacağım. Kırılan şemsiyemin acısı içimde hafifliyor birden.