Dr. YEDIC Batıray Özbek
1968
Anlaşılmaz kelimeler mırıldanırdı hep kendi kendine.
Bazen en yakın dostu beyaz kedisiyle saatlerce bıkmadan konuşurdu. Sanki onunla dertleşirdi. Bu sevgiden mutlu olan hayvancık gururla dolaşır, bazen sandalyede bazen de yaşlı ihtiyarın kucağında mışıl mışıl uyur, gelip geçenlere, arada bir tepsiye para atanlara aldırmazdı.
Bir gün tüm bağırmalarına ve feryatlarına rağmen sahibi, kalın gözlüklü, beli bükülmüş yaşlı dedeyi bulamıyordu her zaman alışa geldiği, sırtının sevgiyle sıvazlandığı yerde. Kendini şefkatle sıvazlayan, güzel sözlerle acısını mutluluğunu paylaşan yaşlı adamı arıyordu miyavlayarak. Miyavlamalarını anlayan yoktu. Miyavlamaktan yorgun düşmüş halde her zamanki yerinde ürkek ürkek oturuyor, her ayak sesinde gözlerini açıyor, her ‘tık’ sesinde ürperiyor, telaşlanıyor kapıdan girip çıkanları telaşla süzüyordu.
Polisle başı derde girmişti günlerden bir gün. Hani gagası kırmızı olan leyleklerin ideolojileştirildikleri yıllarda. Leylekler nasıl o zamanlar kendini dünyanın en üstün yaratığı ilan eden insanlarla alay ettilerse, kedicikte aynı şekilde gelip geçenlerle alay ediyordu, zavallılıklarına acıyordu. Belki içten içe; bu üstünlüğü, kendi kendimize yakıştırıp verdiğimizden de zayıflığımızı anlayarak, gülüyordur da. Kedi dilini bilmediğimizden anlamak da zor geliyordu.
Poliste verdiği ifadede, kedisinin hiç bir yerinde kırmızı renk olmadığını söyledikten ve doğruluğu da kanıtlanınca, aklanarak: ”Hadi baba işine git. Özür dileriz senin rengin pek de kızıl değilmiş” diyerek bırakılır. ”Peki neden sorguladınız beni, bilmek isterim” deyince, biri ”kedinin rengi kızılmış diyerek şikayet ettiler de ondan” diye cevaplarlar. (1)
Onu devamlı görenlerden biri bu adam casus diyerekten şikayet etmiş. Yanına gelen birisi ile durmadan, Türkçe’den başka bir dille konuşuyor, diye ilave etmiş. Öyle ya koca Türkiye’de Türk’ten başka bir milletin ve dilin olmadığını ezberleyen bir kişi, haliyle Türkçe’den başka bir dilinde konuşulabileceğini de aklından hayalinden geçirmezdi.
Cahil olan bu bilgisizliğini bilmezse, kendi karakterini ortaya koyup ayaklar altına serebiliyor kolayca. Beli bükülmüş, kalın gözlüklü ihtiyar kendi anadiliyle konuşuyordu. Türkçe’yi pek beceremez, bir kaç kelimede Alamanca bilirdi. Onun ”Stein” kelimesini bilmesi yeni Almanca öğrenmeye başlamış bir öğrenci olarak beni hem şaşırtır hem de neden yalnız bu kelime aklında kaldı diyerek düşündürürdü. Bunun sırrını bir türlü çözememiştim.
Aslında pek yabancı da değildi kendisi bize. Antalya’nın Kızıltoprak mahallesinde Çerkeslerin yoğun olarak oturdukları yerde evine uğradığımı da hatırlıyordum. Hanımı olan yaşlı nine beni sever ve hatta bir adda takmıştı. Bana ”a sı Mantarıj”, amcaoğluma da ”a sı Lelavıj” derdi. Takma ad benim gücüme gider ama diyemezdim ona gücüme gittiğini. Diğer başka çocukluk arkadaşlarımdan birisine böyle takma bir ad taktığını da hatırlayamıyorum. Tasasız güzel çocukluk yıllarında renkli bir iz bırakırken bu yaşlı nine nedense beyi olan bu yaşlı kişinin varlığından bile hiç bir haberimiz olmamıştı. Bunun sırrını da çözememiş ve çözmeye de uğraşmamıştım.
Hayatın acı tokatlarını bir bugün yememişti ki! Nice felaketler başından geçmişti. Çok çok daha büyük felaketlerden koparak gelmişti bu günlere. Her gün yanına uğrayamaz zamanım olduğunca uğrar ve onunla konuşurduk Adigece. Beni görünce de, çok sevinirdi de. Anadilinde konuşmak, sohbet etmek, en büyük mutluluktu onun için. Birden bire canlanırdı mutlu olurdu o kutsal kelimeleri duydukça, dudaklarından döküldükçe.
Konuştukça dili bir başka çözülür ve şiirleşirdi cümleler sanki. Anavatan Adigey’e konu gelince gözleri yaşarır ve nedenini anlayamazdım. Bazen saatlerce konuştuğumuzda olurdu. Hayatını, hatıralarını anlatırdı usanmadan ahlar çekerek. Hele konu Çerkesliğe ve Çerkeslere gelince sevincinden yerinde oturamazdı.Adigey’i vatanını anlattıkça gençleşirdi sanki. Sonrada içini çeker içten içe kan ağlardı. Ölümden ne kaçabilmiş neden korkmuştu. Ölümü defalarca yenmesine rağmen vatanına olan aşkını asla yenememişti. Anlatırken ağlardı. Belki de ondan uzak yaşadığına ağlıyordu. Onu ayakta tutan tek şey vatan aşkı ve ona bir gün kavuşabilmekti. ”Burnum hep toprak, Adigey toprağı kokuyor” derdi her anlatışında. ”O kokuyu sen duyamazsın orada doğup büyüyüp en azından oraları görmezsen” der, gerçekten öyle midir, diyerek kendi kendime sorardım.
Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlara karşı savaşmış ve daha sonra da onlara esir olmuştu. Harpten sonra Avusturya’da, Drav kampında kalmıştı. Oradan kaçarak nasıl olduysa Türkiye’ye gelir. Yanında Penej Mahmut ve Kube Schaban da vardı. Yaşamı hep acılarla, korkularla doluydu. Buna rağmen hayata olan bağlılığını asla yitirmemişti. Bu yaşam gücünü daha çok anavatandan alıyordu. Oraya ölmeden bir daha geri döneceğine o topraklara yüz süreceğine kati olarak inanıyordu.
Yine bir gün yanına uğramıştım. Bir başka idi davranışları. Sevinçliydi de. Kati kararımı verdim demişti. Döneceğim ülkeme diyerek de ilave etmişti. Yaşamının tüm felaketlerini acılarını unutan bu yaşlı Adige tek bir şeyi unutamamıştı; Anavatanı Adigey’i. Yaşlandıkça da daha da çok düşünür olmuştu. Belki de ölümden korkuyordu. Korkuyordu çünkü vatanını toprağını göremeden ölebileceğini aklına gelince korkuyordu. Bu düşüncelerle hastaneye düşmüştü de. İki Adige hemşerisi hemen imdadına yetişmişti. Yoksa hastane masraflarını nasıl ödeyecekti ki? Bir kaç gün içinde iyileşerek tekrar iş yerine geri dönmüştü. Hele hele kalın gözlüğü var ya, başka bir sevinçti o. Önümü zor görüyordum. Şimdi karşıdaki bey dağlarını bile görebiliyorum hatta üstündeki ağaçları da tek tek sayabiliyorum diyordu küçücük bir çocuğun sevinci ile. Allah razı olsun o iki hemşehrimden (2) diye ekledi sevinçli sözlerine.
Bu gözlük yaşamının en büzük sevinçlerinden biri oldu. Bütün bunları anlatırken sahibine tekrar kavuşan kedisini de sıvazlıyordu. Kedi mutluluktan etrafa mırıltılar yayarken, gelip geçenler pür dikkat bizi dinliyorlar, anlamadıkları bu dile kafa sallıyorlardı. Genç Adige arkadaşlarla konuşurken yine nasıl olduysa onun sözü de geçmişti. Bunun artık böyle devam edemeyeceği üzerinde karara vardık. Bir çözüm yolu bulmalıydık.
Ayıp değil miydi bu kentte bu kadar Adige varken onun böyle bir yerde çalışması. Yakışır mıydı biz Çerkeslere, onur kırıcı değil miydi bizler için?
Burada şu kadar Adige yaşıyoruz. Herkes kendine zor gelmeyecek kadar para verirse, buradan kurtarırız der içimizden biri.
Doğru, çok doğru. Hemen isimleri tespit edelim de çalışmaya başlayalım diye ilave ederler diğerleri. Hemen kentte bildiğimiz, tanıdığımız thamadeleri bir araya getirerek durumu açıklayınca hemen hemen herkes olurunu vererek bizi desteklediklerini söylerler.
Herkesin vaat ettikleri aylık para tutarı da 500-600 TL kadar oluyordu. Dört yüzü de yeter artar da bile dedik sevinçle. Hemen paraları toplamaya başladık. Geriye de ev kalmıştı. Adigelerin çok yoğun yaşadığı yerde ona bir oda kiralayacak, en azından her gün sıcak bir öğün yemekte sırayla götürülürse herkese iki ayda bir sıra gelecekti. Tüm organizasyonu tamamladıktan sonra içimizden bir kaç kişiyi yanına gönderdik, durumu anlatıp, oradan alıp getirmeleri için. Hepimiz o kadar emindik ki, hemen kalkar gelir diyerekten.
Arkadaşlarımızı dinledikten sonra önce gözleri nemlenir sonra yaşlar akmaya başlar. Kendine geldikten sonra; Bir Adige olarak tuvalet temizlemenin ne kadar ayıp ve yüz kızartıcı olduğunu biliyorum. Fakat tutan iki elim, ayakta dikilip yürüyebildikçe, çalışabildiğim müddetçe dileneyim mi? Yoksa başkalarına yük mü olayım? Asla. Asla kabul edemem bu asil teklifinizi. Başkalarına, eli kolu tutarken gereksiz yere yük olmak da, törelerimize yakışmaz. Gururumuz Kaf Dağı kadar yücedir. Bu gurur kırılır fakat asla eğilmez. Beni sakın bir daha böyle tekliflerle rahatsız etmeyin. Allah sizlerden razı olsun. Beni düşünmeniz bana yeter. Ne zaman ki elim ayağım tutmazda çalışamaz olurum, o zaman bu yardımınıza hayır demem. Beni de daha fazla zorlamayın, diyerek sözlerini keser. Böyle bir cevabı hiçbirimiz beklememiştik. Dolayısıyla da şaşarak orta yerde donup kaldık.
Böylesine ince düşünebilen bir Adige’ye ilk kez rastlamıştık. Şaşırmamız sona erip gerçeklere geri dönünce hepimiz taktir ettik kendisini. Gurur duyduk Aydemir amcamızdan, şahsında Adige olduğumuzdan. İşte fakirlik, yokluk ve çalışmak. İşte asalet.
Aradan günler, aylar, seneler bir birini kovalayarak geçmişti. İnsan yaşamı bu fırtınanın önünde bir yaprak gibi kolayca sürüklenip gidiyordu. Bir gün onu yine arayıp sorup soruşturdum. Yok, yok. Aklıma hemen kötü yorumlar gelmeğe başladı. Amma yanılmışım. O hayalini kuruduğu, burnunda tutam tutam tüten vatan kokusuna geri dönmüştü. Kutsal ülkede nasibini yenerek, kutsal ülkesi Adigey’e geri dönmüştü.Toprak kokusundan sarhoş olmuşçasına hayat rüzgarının önüne takılarak Kafkas dağlarına takılıp kalmıştı ebediyen. Orada ölebilmek ve gömülebilmek yaşamdaki tek lüks isteğiydi.
En son konuştuğumuzda şu sözlerini duymuştum: Orası belki burası kadar serbest değildir. Belki de ölüm ipleri beni bekliyordur da. Ama hiç bir korkum yok. Bana vatan toprağı yeter.
İşte o günden bu yana kutsal topraklara gelenleri düşünür ve bunlardan kaçının pişman olduğunu düşünür dururum.
1) Şikayeti yapan kişi milletvekilliği yapmıştır.
2) Hastane ve gözlük paralarını karşılayanlardan birisi Ömer Özbek