ALEVİLİK İNANCI

ALEVİ-BEKTAŞİLİĞİN TARİHİ KÖKENLERİ
İrene Melikoff

pirsultan.net

BEKTAŞİ-KIZILBAŞ (ALEVİ) BÖLÜNMESİ VE NETİCELERİ

Bektaşiliği belirtmeye çalışırsak, Bektaşilik her şeyden evvel bir Türk halk dini olduğunu söyleyebiliriz. XIII. Asırdan itibaren Anadolu’da gelişmeye başladı. Sonraki asırlar boyunca bağdaştırmacı yapısında bazı yabancı unsurlar yer aldıysa da, Bektaşiliği Türk kökenlerinden ayırmak mümkün değildir.

Bektaşilik, Hacı Bektaş Velinin etrafında belirginleşmiş bir öğretidir. Hacı Bektaş ise, efsaneleşmiş büyüleyici bir kişidir. Keramet sahibi ve mucize yaratan bir kişi gibi görünüyor. Öyle olduğu için, onu Şii’lerin sekizinci İmamına, dolayısıyla da soyunu Peygambere kadar çıkarmak mümkündür. Fakat, bu eklentiler asırlar boyunca meydana gelmiştir. Gerçeklikte ise, Hacı Bektaş doğduğu ortamdan, yani Orta Asya’dan gelen ve Anadolu’ya göç eden Türkmen boylarından ayırmak imkansızdır.

Bununla birlikte, Hacı Bektaş’ın şöhreti ilk önce aynı soydan gelen ilk Osmanlı Sultanları’nın kendisine gösterdikleri ilgiye bağlıdır. Bektaşilik, Anadolu’da gelişmesine rağmen, onun kökenleri daha eski zamanlara dayanıyor. Halk geleneğine göre, Hacı Bektaş, Orta Asya Velisi Ahmet Yesevi’nin müridi olmuştur. Bu ise gerçeğe aykırıdır. Çünkü Ahmed Yesevi’yi, Hacı Bektaş’tan bir asır evvel, yani XII. yüzyılda, Yesi’de, şimdiki adıyla Türkistan’da – Kazakistan’da yaşamış ve oradaki Türkmen boylarına İslam dinini öğretmiş bir kişi olarak biliyoruz. Ahmed Yesevi, Buhara gibi İslam kültürünü yaygınlaştıran meşhur bir kültür merkezinde okumuş, Hanefi uleması olan Şeyh Yusuf Hamadani’nin müridi olmuştur. Fakat buna rağmen, yurttaşları olan göçmen Türkmenleri arasında yaşamayı tercih etmiş ve onlara İslam’ı yaymıştır. Ahmet Yesevi ve Hacı Bektaş arasında tarihsel bağlar olmamasına rağmen, yine de, Hacı Bektaş’ın, Anadolu’da Ahmet Yesevi’nin orta Asya’daki rolünü devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Gerçekten de Hacı Bektaş, Anadolu’ya göç eden Türkmen boylarına İslam dinini yaymaya çalışmıştır. Ahmet Yesevi gibi, bu dini, göç eden kavimlerin anlayışı ve geleneklerine uyarlamaya çalışmıştır.

O nedenle, Bektaşiliğin manevi kökenlerini orta Asya’ya kadar götürmek mümkündür. Ve Bektaşilik bir dereceye kadar Ahmet Yesevi öğretisinin devamı olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte, din kavramı canlı bir öğe olması nedeniyle, yeni bir ortamda farklı gelişmelere ve farklı değişikliklere uğrayacaktır. Az veya çok, yerleştiği ortamın etkilerine uyacaktır.

Böylece, süreç içinde, Bektaşilik bir dini senkretizm, yani bir bağdaştırmacılık şeklini alacaktır. Bağdaştırmacılık, dışarıdan gelen yeni öğelere de açık olacaktır. Bir taraftan, yerleştiği yeni ortamdan gelen inançlar ve gelenekler, diğer yandan tarihi ve toplumsal olaylara ait etkiler iz bırakacaktır.

Bu savımıza örnek olarak, Ahi teşkilatının veya Hurufîlik gibi dışardan gelen inançların etkilerini gösterebiliriz. Aynı şekilde, özellikle Anadolu tarihinde önemli bir yeri olan Türk-Safavi çatışmalarının sonucu ortaya çıkan Kızılbaş hareketini de örnek gösterebiliriz. Bu son olay, kesin bir sonuç ortaya çıkardı. XVI. yüzyıldan sonra, Bektaşi hareketinde bir bölünmeyi görüyoruz. Başlangıçta, Anadolu halk dini gibi görünen bu hareket ikiye bölündü: Bir taraftan Bektaşilik, diğer yandan Kızılbaşlık.

Oldukça yakın bir zamanda, yani son asrın başında, Kızılbaşlık ismi yerine Alevilik sıfatı kullanılmaya başlandı. Bu genel bir girişten sonra, her tebliğimde belirttiğim neticeleri tekrarlamaya mecburum. Zira araştırdığım konu, hep aynı konudur. Ve gerçeği değiştirmek olanaklı değildir. Tekrarlamalar olmasına rağmen, yine de her seferinde çıkardığım sonuçlara, yeni öğeler eklemek zorundayım. Çünkü konuyu derinden inceleyince, her seferinde, o ana kadar keşf edilmeyen yeni ayrıntılar ortaya çıkıyor. Şüphesiz konunun özü değişmiyor, ancak ayrıntılar bu öze yeni zenginlikler kazandırıyor.

Hacı Bektaş, bilindiği gibi XIII. yüzyılda, Baba İlyas’ın izinde ortaya çıkıyor. Baba İlyas, ünlü Baba-i İsyanlarının lideridir. Tarihi kaynaklar onun hakkında kesin bilgiler vermektedirler.

XIV. yüzyıl tarihçesi Elvan Çelebi ve XV. yüzyıl tarihçesi Aşık Paşazade, her ikisi, Hacı Bektaşı, Baba İlyas’ın müridi olduğunu yazmaktadırlar. Şeyh Eflaki de ayın bilgileri aktarmaktadır.

Baba İlyas ve taraftarları, 1230 civarında “Horasan”dan, yani Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmişlerdir. Baba İlyas’ı inceleyen ünlü Fransız tarihçisi Claude Cahen, Baba İlyas ve taraflarının belki de Harezmilerle birlikte, Moğollardan kaçıp Anadolu’ya geldiklerini düşünüyordu. Bu sav doğru olabilir. Bu tespitten hareketle, onların Mevaraun nehri yöresinden, yani Ahmet Yesevi’nin yaşadığı bölgeden gelmiş olabilecekleri sonucunu çıkarabiliriz.

Öyleyse, Hacı Bektaşı, Ahmet Yesevi’ye bağlamak yanlış olmayacaktır. O zaman da, halk gelenekleri, belirli ölçülerde, haklılık payı kazanacaklardır. Hacı Bektaş Baba-i isyanlarına iştirak etmiştir. Kardeşi Mintaç ise bu olaylarda şehit olmuştur.

Fakat tarihi kaynaklar, Hacı Bektaş’ın bu isyanların son bölümüne ve Malya’daki savaşa kesin olarak katılmadığını göstermektedirler. Hacı Bektaş, bir müddet saklı kaldıktan sonra, Suluca Karaöyük’te bugünkü adıyla Hacı Bektaş kasabasında ortaya çıkmış ve orada Çepni bir boy arasında yaşamıştır. Bir derviş hayatını sürdürmüştür. Kendisi Çepni olmadığı için, Vilayetnamesinde bazı çatışmalardan bahsedilmektedir. Sözü edilen Çepni boyu, onu kabul etmiş ve benimsemiştir. Hacı Bektaş bir aziz gibi yaşamış ve keramet sahibi olduğu söylenir. Saygı ve sevgiye layık bir veli olmuştur. Etrafında çok taraftarı olmasına rağmen, Hacı Bektaş mürit edinmeye çalışmamıştır. Bu gerçeği, Aşıkpaşazade’nin yazdığı Tarih eserlerinden biliyoruz.

Hacı Bektaş, kerametlerini bir kadına Kadıncık Ana’ya aktarmıştır. Kadıncık Ana, Aşıkpaşazade’ye göre, onun evlatlık kızıdır, Vilayetname’ye göre de manevi karısıdır. Ama, ne olursa olsun, Kadıncık Ana bir Bacıyan’i Rum’dur. Bacıyan’i Rum, o zaman ki dört toplumsal sınıflardan biriydi. Ve bir kadın teşkilatıydı. Kadıncık Ana, bu toplumsal yapının önemli bir şahsiyetiydi.

Kadıncık Ana, XIV. asırda yaşamıştır. O devir, Osmanlı İmparatorluğunun büyük zaferleri dönemidir. Bir çok Bektaşi dervişi, ilk Osmanlı Sultanlarının zaferlerine katılmış, kimileri gazi olmuşlardır. Abdal Musa, bu derviş-gaziler arasındadır.

Osmanlıların soyu, bilindiği gibi, Oğuzlardan gelmektedir. Kayı boyundandırlar. O sırada, Anadolu’da gelişen batın’i dervişlerin bir çoğu aynı soydan gelmekteydiler. Örneğin, Çepniler, Kayılar gibi Oğuz soyundandırlar.

İlk Sultanlar döneminde, Abdal dervişler ve Osmanlılar arasında sıkı bağlar vardı. XIV. ve XV. yüz yıllarda, ilk Osmanlı İmparatorluğu yapısında dört toplumsal sınıf vard;. Gaziyan’i Rum, Ahıyan’i Rum, Abdalan’i Rum ve Bacıyan’i Rum. / Büyük zaferler döneminde, Osmanlı ordusunda derviş olan gazilede vardı. Bu dervişler, Abdal olan unvanlarına, Gazi Unvanı eklemekten gurur duyarlardı. Böylece gazi olan Abdallar Trakya ve Balkanların fetihlerine iştirak etmişlerdir. Bunların arasında yukarda da işaret ettiğimiz gibi, Abdal Musa, Geyikli Baba, daha sonraları Gül Baba ve benzerlerini sayabiliriz.

Hacı Bektaş’ın şöhreti, Osmanlılar arasında büyük olması gerekir. Çünkü Yeni Çeri ordusu kurulduğu zaman, Yeniçeriler, Pirleri için Hacı Bektaş’ı seçtiler.

Oruç’a göre Sultan Orhan’ın kardeşi Ali Paşa, meşayık yolunu tutmuş, derviş olmuştur. Kardeşine, Yeniçeri ordusunun himayesi için Horasanlı Hacı Bektaş’ı tavsiye etmiştir. Bu himaye ancak manevi olabilirdi, çünkü Hacı Bektaş, ananeye göre, 1271 yılı civarında vefat etmiştir. Bu, Osmanlı Sultanlarının Bektaşi tarikatına olan teveccühünü kanıtlamaktadır.

Bu teveccühün sayesinde, İmparatorluğun ilk yıllarında, Bektaşi tarikatının üstün bir yeri olduğu görülmektedir. Bektaşilerin şöhreti ve başarıları, Osmanlıların desteklerinden geldi. Onların sayesinde, Bektaşilik en önemli halk tarikatı oldu. Tabii olarak, o zaman Şii ve aşırı Şii inançlar henüz Bektaşilik öğretisine girmemişlerdi. Bu aykırı inançlar, daha sonra, Bektaşiliğin içine Hurufîlik sokulduğu zaman ve özellikle, ilk Safavilerin, örneğin Cüneyd, Haydar ve Şah İsmail propagandalarının sonucu ortaya çıktılar.

Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör dervişleri” adlı ünlü eserinde, ilk Osmanlı Sultanlarının, dervişleri nasıl kullandıklarını göstermektedir. Bu dervişlere, feth edilen yerlerde topraklar verildi. Dervişler yerleşik olmuş, zaviye ve tekke kurmuşlardır. İslam dinini ve Türk medeniyetini buralara yaymışlardır. Bu yüzden, Trakya’da ve Balkanlarda Bektaşilik tarikatı çok gelişti. Hacı Bektaş’ın ismi Rumeli’de derin izler bıraktı.

Trakya’daki en mühim Bektaşi tekkelerinden biri, Edirne civarında, Kızıl Deli Tekkesiydi. Şimdiki Bulgaristan’ın Deli Orman bölgesinde, Demir Baba tekkesi Otmçin Baba, Akyazılı Baba tekkesi ve saire. Bu saydığımız tekkelerin ayrı bir özelliği vardır, ancak bu, yazının konusu dışındadır.

Bektaşiliği incelemek için, nefesler çok önemli ve ciddi bir kaynaktır. Bazı nefeslerde, Hacı Bektaş’ın ismi Rumeli’nin fethi ile bağlı görünüyor. Sizlere iki örnek sunacağım. Her ikisi de Kul Himmet’in nefesleridir. Kul Himmet XVI. yüzyılda yaşamış bir şairdir. Pir Sultan’ın yakını olduğu söyleniyor. Çok tanınmış bu nefesinde Kul Himmet’ten anlamlı mısraları buluyoruz;

“Seher vakti Şah kervanı gidiyor,
Anun katarından ayırma bizi…”
“Urunu inşad eden Bektaş’i Veli,
Anun katarından ayrıma bizi…”

(İsmail Uzunlu, Antoloji, II, 349-350)

Ayın’i Cem’de bu mısra, bazen şöyle söylenmektedir:

“Urum’u fetih etti Bektaş’i Veli”

Başka bir nefesinde;

“Hacı Bektaş tekkesine gireli,
Dervişleri gül göründü gözüme”

Yine Kul Himmet diyor ki;

“Hacı Bektaş vatan tutmuş Urumdan”

(Antoloji, II, 334-335)

Bu iki misalde, Hacı Bektaş, ya Rum’u feth etmiş gibi, veya irşad etmiş gibi görünüyor.

Şimdiye kadar soruna genel olarak baktık. Bektaşilik ve Alevilik daha doğrusu Kızılbaşlık aynı kökten gelen bir olgudur. İkisi, başlangıçta halk diniydiler. Fakat zamanla, bilhassa XVI. yüz yıldan itibaren bölünmeler oldu ve iki farklı toplum oluştu. Bir yandan, yerleşik olan, tekkeye bağlı ve az çok örgütlenmiş Bektaşiler, diğer yandan, köylerde veya kırlarda oturan ve en eski zamanlardan beri dinleri batini olan Kızılbaş denilen toplumlar.

Bu Kızılbaş toplumların, Osmanlı belgelerinde, doğrudan doğruya belirgin bir isimi bile yoktu. Onlara ZINDIK, RAFİZİ, MÜLHİP gibi kötüleyici adlar veriliyordu. Sonra onları kökenbilim bakımından yanlış olan “Alevi” sözcüğüyle adlandırmaya başladılar.

Kızılbaş ismi Şah İsmail’in babası Şeyh Haydar (1460-1488) zamanında belirmiştir. Doğu Anadolu ve Azerbaycan Türkmen aşiretlerinden gelen, Safavi taraftarlarına Kızılbaş deniliyordu. Sebebi, başlarına taktıkları kızıl külahlardan kaynaklanıyor. Bu 12 yönlü Külaha Tac’i Haydar derlerdi.

Kızılbaş denilen toplumlar bir çok isyan hareketlerine karıştıkları için, Kızılbaş kelimesi Osmanlı belgelerinde kötüleyici bir anlamla yüklenmiş, o nedenle, oldukça yeni bir geçmişte Kızılbaş yerine Alevi sözcüğü kullanılmaya başlanmıştır. Ali’ye aşırı bir sevgi, hatta tapınmaya kadar giden bir sevgi gösterdikleri için, onlara “Alevi” derlerdi. İran’da ise Ali’ye tapanlara “Ali-İlahi” denir. Alevi ise, Ali soyundan gelen, yani Seyyit olanlara denilir. Yukarda değindiğimiz gibi, bu sözcük kökenbilim açısından yanlıştır.

Dana önce de açıkladığımız gibi, Trakya da ve Balkan ülkelerinde, özellikle Arnavud elinde, Bektaşiliğin etkisi çok büyüktü. Hatta, II. Sultan Abdülhamit döneminde Arnavud elinde, Bektaşilik resmi din olarak önerilmiş, ancak Sultan Abdülhamid doğal olarak ve şiddetli bir şekilde, buna karşı çıkmıştır.

Trakya ve Balkanlar, Osmanlı İmparatorluğunun egemenliğinde kaldığı dönem içinde, Bektaşilik, Alevilikten daha üstün bir konum elde etmiştir. Kimi Jön Türkler Bektaşi oldukları için, Bektaşiler ülkenin aydınları ve ilericileri arasında yer almışlardır.

Sözü edilen ülkelerin Türkiye’den bağımsız olmalarından sonra, Alevilik, Bektaşilikten daha önemli bir konum kazandı. Günümüzde, Alevilik öne çıkmıştır. Bektaşilik arka plana itilmiştir. Öyle de olsa, unutmamalıyız ki, Bektaşilik ve Alevilik öz olarak aynı olgudur.

Onları birbirlerinden ayırmak olanaklı değildir.

 

ON İKİ HİZMET
Pir Ali Baba
Türkülerin Sesi

On iki hizmet, Cıvat ibadeti sırasında görevli, on iki kişinin yerine getirdiği hizmetin adıdır. Cıvat’ta on iki hizmetten görev alan canlar, yaptıkları işe göre, ad alırlar. Bu on iki hizmetin sahipleri sırası ile şunlardır:

1. Pir makamı, talib toplumunun en yüksek temsilcisi olan Pir, ibadethane’de Pir postuna oturur ve Cıvat ibadetini yürütür.

2. Rayber makamı, talib Yol’unun ruhani önderi olan Rayver, ibadethane’de oniki hizmetten görev alan canlardan sorumlu olduğu gibi, hem inanç bazında günün mana ve anlamı üzerine konuşmalar yapar, hem de Cıvat yürütme yetkisine sahiptir.

3. Mürşit makamı, talib Yol’unun yargı makamının başı olan Morşıt, Cıvat’ta özünü dara çeken davacı veyahut davalıya müsevi muamele, tarafların söz haklarını muhafaza etme, taliblerin kendilerine serbestçe arzettikleri hadiseleri hazır bulunan canların büyük bir ekseriyetinin müşterek rızaları unsuru ile hüküm verme yetkisine sahiptir. Morşıt’in kararında katiyet asıldır ve talib Morşıt kararına ihtiraz edemez.

4. Haberci hizmeti, hem Cıvat’ın yapılacağı günü ve ibadethaneyi köylüye haber verir, hem de Cıvat’ta gözcünün yardımcısıdır.

5. Gözcü hizmeti, Cıvat’ın iç düzeninden sorumlu olduğu gibi, edeb ve erkana aykırı hareketlere müdahale etme yetkisine sahiptir.

6. Çıracı hizmeti, hem çıra yağını tedarik etmek, hem de ibadethanenin aydınlatma işinden sorumludur. Şu cihete de dikkati çekmek gerekir ki, çıra güneş’in nuru temsilen yakılır. Cıvat süresince pirler dahil, hiç kimse sırtını ışığa çeviremez. Çünkü güneş’in nuru olmasaydı yaşamda olmazdı.

7. Kurban ve Niazcı hizmeti,
talibler maddi imkanları dahilinde kurban ve miazlarla Cıvat’ın olduğu ibadethaneye gelip, Cıvat’a katılırlar. Cıvat’a gelen canlar, beraberin de getirdikleri kurban ve miazlardan sorumludur.

8. Süpürgeci hizmeti, Cıvat süresince, her hizmetin sonunda, Divan’ın önüne süpürge çalmakla görevlidir.

9. Kapıcı hizmeti, hem ibadethane’nin giriş çıkış güvenliğini sağlamak, hem de Cıvat’a gelen canların emanette bıraktıkları eşyalardan sorumludur.

10. Sucu hizmeti, hem ibadethane’nin su ihtiyacını tehmin etmek, hem de Cıvat’a gelen canların su ihtiyacını tehmin etmekle görevlidir.

11. Zakir hizmeti, Cıvat süresince Hak, Hızır ve Pir kelamını içeren nefes, sazla okuyarak ibadetin akışını sağlamakla birlikte, Semah da yörütür.

12. Bekçi hizmeti, köylüler ibadethane’de toplandıkları için, köyün can ve mal güvenliğinden sorumlu olmakla birlikte, olası saldırı ve tehlikelere karşı, köyü müdafaa etmek ve ibadethane’yi olaydan haberdar etmektir.

Kaynak: Varto’ya tabi Taşçı Köyünden kain, Pir Bozi Ucağ’ında bulunan risaleden alınmıştır.

 

HIZIR KİMDİR?
Hasan Kılavuz
Hamburg, 29 Ocak 2006
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği

Hızır kültü, Ortadoğu’daki bütün halkların söylencelerinde vardır. Hızır ayında oruç tutulur, Cem bağlanır, ve Semah dönülür. Alevilik Cem ve Semah`da gizlidir. Anadolu’da binlerce mekan ve yerin adı Hızır ismiyle çağrılır. Kur`an ve Tevrat`ta adı anılır. Halk inançlarında Peygamber sayılır. Hızır İlyas bayramı, Hızır postu, Hızır suyu, Hızır dağı, Hızır ziyareti ve Hızır orucu vs. gibi isimlerle anıla gelmiştir.

Hızır kültü, orta doğudaki bütün halkların söylencelerinde vardır. Hızır ayında oruç tutulur, Cem bağlanır, ve Semah dönülür. Alevilik Cem ve Semah`da gizlidir. Cem ve Semah Cem Evinde yapılır. Cem Evi yoksa Talib ve Pir hangi mekanı uygun görürse Cem orada o mekanda bağlanır.

Anadolu’daki Kızılbaş Aleviler`de Hızır, özlem ve umudun atlısıdır.

İnancımızda en yüce ve ulu makamın sahibi olan bir erdir. Hızır Aleyselam veyahut Hızır Nebi, Boz Atlı Hızır olarak da çağrılır. Abu hayat, ölümsüzlük suyu içmiştir. Tabiata can veren odur, darda kalanlara yardım eden odur. Ak sakallı bır Pir-i fanidir.Gezindiği yerlerde çayır çimen biter, güllük gülistanlık olur. Uğradığı hanede bolluk ve bereket eksilmez. Rüyasına girdiği kişinin derdine derman, yarasına ilaç olur. Bin yıllardır Anadolu Alevileri bu inancını hep canlı ve saklı tutar. Anadolu Alevileri için bazen Ali görünmüş, bazen Pir Hünkar olarak gelmiş, vakti gelmiş Pir Sultan olup mazlumun yanında belirmiş. Alevi Ulularının canlı bedeninde görünen Hızır`ın kendisi olduğuna inanılır. Yeri ve zamanı geldiğinde insanı sorgulayan, yeri geldiğinde insanı ödüllendiren, dilekleri  ve istekleri, özlemleri yerine getirdiğine inanılan, Anadolu Kızılbaş Alevi ve Bektaşilerin tanrı misyonunu yüklediği düş varlığıdır.

Dua okundu hazıra      / Boz-At ile düşmüş yola
Destur verildi Hızır`a /  Kara gözlüm cark ederek

Anadolu’daki Kızılbaş Alevilerin gelenekselleşmiş inanç kültürü içinde en önemli ay Hızır ayıdır. Kışın şubat ayının ilk haftasından başlayıp şubat sonuna kadar, dört hafta boyunca Alevilerin yerleşim birimlerinde, üç gün oruç tutulur. Tutulan orucun kutsal gerekçesi binlerce yıl önceki mitolojik söylenceye dayanır. Nuh’un gemisinin tufanda, fırtınaya yakalanması ve insanların bu felaketten kurtulmak için „Yetiş ya Hızır, bizi kurtar.“ Diye feryat edip yalvarmalarından dolayı duaları kabul olur ve fırtına diner, gemi ve içindekiler sağ salim kurtulurlar. O günden başlayarak kurtulan topluluğun üç gün oruç tuttuğu söylencesi günümüze kadar gelmiştir.

Bundan 40 sene önceye kadar Anadolu’daki Alevilerin yaşadığı küçük yerleşim birimlerinde, Hızır günleri başladığında, evlerde zevkli bir çalışmaya girerlerdi. Evin her tarafı güzel bir şekilde temizlenir. Toprak evlerin tabanı ve duvarları beyaz toprakla şerbetlenerek sıvanır ve evin içini hoş bır koku kaplar. Yün yataklar havalandırılır bütün çarşaflar yıkanır ve gelecek misafirlerin şahsında haneye Hızır uğrayacağına inanılır. Alevilerde mihman Alidir deyip daima misafirin geleceği hesaplanarak ön hazırlık yapılırdı. Ambarlardan bir miktar buğday boşaltılıp saçta kavrulduktan sonra el ile çevrilen taş değirmende öğütülerek, temiz bir leğen veya sininin üzerine un elekten geçilerek döküldükten sonra, üzerine temiz bir tülbent veya çarşaf örtülerek evin el ayak deymeyeceği tenha ve yüksek bir yerine koyulurdu. Ev halkı içindeki gençler genellikle, niyet tutarak bu işi zevkle yaparlardı. Bir gün sonra tepsinin üzerindeki örtü açılır, şayet bir iz varsa, tutulan dileğin yerine geleceğine inanılırdı. O eve Hızır’ın uğradığı söylenirdi.

Orucun üçüncü günü sabahı bu el değirmeninde öğütülen irmiğe benzeyen undan yemek yapılır. Bu yemeğe halk dilinde kavut denilir. İçine tereyağı ve şerbet dökülerek bütün köy halkı hane hane dolaşıp, lokmalarını yiyip  dualarını yaparlar. Kurbanı olanlar kurbanlarını keserler.

Hızır ayı başladığı günlerde Cem`ler yapılır, lokmalar dağıtılır, kabirler ziyaret edilir. Dedeler taliplerini sorar talipler Pirlerinin yolunu gözler.

Bin yıllardır kutsiyetine inandığımız Hızır ve Hızır günleri için Aleviler ve onların yol kılavuzluğuna soyunan dedeler, kendi ecdatlarının gösterdiği direngenliği göstererek bu inanç günlerini yaşatmışlar. Günümüzde Alevi örgütlenmesi içinde olsun veya olmasın, bütün Alevilerin yürekli bir şekilde korkmadan, “Komşular ne der?”, “İş arkadaşları ne der?”, “Siyasiler ve hükümet ne der?” diye   ikilemeye girmeden Alevi inanç günlerini geçmişteki gibi özünü bozmadan, çağdaş bir anlatım ve bu günün genç kuşaklarının kabulleneceği en uygun rituelleri işleyerek ve hiç bir tarafa savrulmadan yaşatmalıdırlar.

Bir bütün olarak Aleviler nerde olursa olsun kutsiyet`ine inandığımız ve kutsallık taşıdığı için günümüze kadar geldiğini bildiğimiz değerleri iyi korumalıyız.

Örgütlü güç olarak hepimiz bir ağızdan sesli haykırarak sahip çıkmalıyız. Cem evlerine, Ceme, Semaha, inancımızın olmazsa olmaz, değerleri olarak bakıp yozlaştırmadan bizden sonraki kuşaklarında sahiplenmesini sağlamalıyız.

Son zamanlarda Cem evleri diye Alevi kurum ve kuruluşlarının el yordamıyla sahiplendiği mekanlara girildiğinde, oranın bir ibadet havası vermediği göze çarpıyor. Eğer Cem evi ibadet yerimiz ise!, ki öyledir. O zaman oranın ayrı bir ağırlığı ve kutsiyeti olmalıdır.

Binanın bir odasının veya salonun bir köşesinin, bu kutsiyet havasını vereceği şekilde donatıp orayı ibadet yeri olarak belirlemeli ve bunu herkesin mutlaka bilmesi lazım. İnanç merkezleri diye kurduğumuz sahiplendiğimiz yerler, çay-kahve içilen, eğlencelerin  yapıldığı mekanlara dönüşmemeli. Bu böyle devam ederse hem abes kaçar, hem de diğer inanç kurumları karşısında, Alevi kurum ve kuruluşlarını zor durumlara düşürebilir.

Bütün uygarlıklarda ibadethaneler, büyük veya küçük, daima ve her dönem, sükunet ve sessizliğin hakim olduğu mekanlardır. Bu mekanlara nezaket kurallarına göre girilir ve zarafetle oturulur. Huşu içerisinde ibadete durulur ve haz alınır, ruhen doyulur. Bin yıllardır semaha bir kutsallık yüklemişiz ve hep cemlerimizde ve ibadet mekanlarımızda semaha durmuşuz. Elbetteki Anadolu’nun her tarafında değişik yerleşim birimlerinde yerleşen Aleviler arasında değişik figürlerle dönülüyor. Elbetteki saz ve deyiş olmadan Semah dönülmez. Alevilerin unutmaması gereken bir husus var. Özellikle Alevi gençliğinin duyarlı olması gereken bir konudur. İnancımızın kutsallık yüklediği bu yüce değeri olan Semah rituellerini düğün salonlarından ve türkü barlardan çıkarmalıyız. Semahı olur olmaz her siyasi ve politik kimlikli Aleviliği  bilmeyen politikacıların oturduğu tribünlerin önündeki alanlarda, meydanlarda dönmeyelim. Örgütlü güç olarak bundan böyle bu değerlerimize sahip çıkalım. İnanç gizemlidir. Her şatafatlı ve eğlenceli olan mekanlarda semah dönüldükçe bu gizem ve kutsallıktan çok şey alıp götürüyor. Aleviler Semah´ı seyirlik yapmamalıdırlar ve hep bir ağızdan konuşmalıyız.

İçinde bulunduğumuz bu kutsal Hızır ayında bütün Alevi Dedeleri, Alevilikteki bütün değerleri özünü bozmadan güzel anlatmalıdırlar. Gözümüz gibi koruduğumuz AABF ve ona bağlı birimleri yukarıda deyindiğimiz konular hakkında duyarlı davranırlarsa, özverili çalışırlarsa bu yüce inancın değerleri bozulmadan bizden sonraki nesle, çocuklarımıza güzel bir miras olarak kalır.

Boz Atlı Hızır cümle Canların muradını vere.


ALEVİLİKTE CEMEVİ
Dr. İsmail Kaygusuz
Hamburg, 29 Ocak 2006
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği

Alevİlİk’te Cemevİ (ya da Meydanevİ) bİr tapınma yerİdİr; İnanç rİtüellerİ orada uygulanır

Cami, cem sözcüğünden türetilmiş ve “toplanma yeri” demektir. Hemen anlaşılacağı gibi Cemevi ile aynı anlamı taşıyor. Ancak cami bu gerçek anlamından uzaklaştırılarak “Tanrı’nın evi”, “Tanrı’ya dua etme (namaz kılma) mekânı”, “Müslümanların tapınağı” biçiminde isimlerle kutsal görev yükletilmiştir.

Cami, cem sözcüğünden türetilmiş ve “toplanma yeri” demektir. Hemen anlaşılacağı gibi Cemevi ile aynı anlamı taşıyor. Ancak cami bu gerçek anlamından uzaklaştırılarak “Tanrı’nın evi”, “Tanrı’ya dua etme (namaz kılma) mekânı”, “Müslümanların tapınağı” biçiminde isimlerle kutsal görev yükletilmiştir. Kuran ayetlerinden hiçbirinde ve Muhammed’in davranışlarında görüldüğü gibi, Tanrı’nın adının anılması (Kuran 33, 41: Ey insanlar! Tanrıyı sıkça zikredin.) ve ona dua edilmesinin ne yeri ve zamanı ne de duruş biçimi belirlenmiştir. Gece ve gündüz boyunca inananın istediği zamanda ve yerde (Kuran 73, 20: Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, bazen yarısını, bazen da üçte birini yatmadan ibadetle geçirdiğini…Rabbin biliyor); yatarken, otururken, at veya deve üzerinde çeşitli pozisyonlarda, hatta raksederek Tanrı’ya dua edilebilir (Kuran 3, 191: Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar…Kuran 2, 239: Eğer -herhangi bir şeyden- korkarsanız, salatınızı yürüyerek yahut binmiş olarak yerine getirin…) Bir Müslümanın, kilisede ve havrada Tanrısına dua edebileceği gibi, elbette ki evinin bir köşesinde, camide ya da Cemevi’nde bunu yerine getirmesi de olağandır. Demek ki, İslam’ın özünde, yani Kuran ve hadislerle kesinkes belirlenmiş cami-mescit yapısı türünden bir İslami tapınak yoktur. Eğer öyle olsaydı Ali şu sözleri söyler miydi:

“1024. Duydum ki, bir cami yaptırıyormuşsun devlet hazinesinden, inşallah başaramayacaksın.

1025. Alıp dağıttığı narların karşılığını fuhuş ile ödeyen bir kadına benzetiyorum senin şu cami yaptırma işini.

  1. Bunu anlayan insanlar ona dediler ki; bela onun üstüne olsun, ne zina işle ne de sadaka dağıt!” (Hazreti Emir Ali İbn-i Ebu Talib, Çev. Vedat Atil:, Hazreti Ali Divanı.İstanbul 1990, s. 125)

Nasıl ki Tanrı’ya dua etme-yakarma (Arapça salat, Farsça namaz), Muhammed’den sonra biçim ve kurallara bağlanmış ise, camiler de, özellikle Sünni (Hanedan) İmparatorluklarında kutsanıp, İslam tapınağı olarak birer ihtişam simgesi olmuştur.

Ortodoks İslam’ın geliştirip zorunlu kıldığı, Kilise ve Havra karşılığı dinsel tapınak olarak Cami kavramı, Heterodoks İslam’da yoktur. Abbasi dönemi heresiograflarının (din sapkınlığı yazarları) verdikleri bilgilere göre; Babek-Hurremiler dinsel törenlerini belirli gecelerde kırsalda, açık alanlarda kadın erkek toplu halde yapıyorlar. Orta yerde yakılmış bir ateşin çevresinde hep birlikte raksederek şarkılar söylüyorlardı. Ayrıca Babekilerin, egemen oldukları bölgelerde yaşayan Ortodoks Müslümanların köylerine -kendileri içine hiç ayak basmadıkları halde- camiler yaptırdıklarını şaşkınlık içinde yazmaktadırlar.

Nuvayri’nin Nihayat al-Arab adlı yapıtında anlattığına göre Karmatiler 891 yılında ilk kez Küfe yakınlarında ulaşılması güç bir kale inşa ettiler. Genişliği 13.44 m. olan surların çevresinde geniş hendek kazdılar. Bu kale inşaatını çok kısa bir zamanda tamamlayıp, onun içinde çok büyük bir bina yaptılar. Her yandan gelen kadın ve erkekleri ayırım yapmaksızın buraya yerleştirdiler. Adına Dar al Hicra (Göçmen Evi) diyorlardı. Daha sonra yaklaşık iki yüzyıl boyunca Karmatiler, tapınmalarını ve topluluğun sorunlarını görüştükleri toplantılarını kale ve kentlerindeki bu Dar al-Hicra’larda yaptılar.

1051 yılı kışında başkent al-Ahsa’yı ziyaret eden Nasr al-Husrev, İslam şeriatını tümüyle yadsıyan Karmatilerin, kentte yaşayan Ortodoks Müslümanların (Sünni ve Şiiler) toplu dua etmeleri için bir İranlı tüccarın Cuma camisi yaptırmasına izin verdiklerini anlatmaktadır. Görülüyor ki Heterodoks İslam, yani bu proto-Alevi toplulukları, kendileriyle birlikte yaşayan Sünnilerin inanç ve ibadetlerine engel olup, kendi düşünce ve inançlarını zorla dayatmıyorlar. Ancak propaganda ve aydınlatma yoluyla Dai’ler zaman içinde başarabilirlerse onları kendi inançlarına çeviriyorlardı.

Alevi konar-göçer Türkmenlerin Anadolu’dan bir Cem betimlemesi vardır: 13. yüzyılın ilk çeyreğinde, Baba İlyas’ın Piri Dede Garkın’ın Elbistan ovasında dört yüz Türkmen obasının dört yüz şeyhini, bir mürşit ve büyük Şeyh olarak topladığını ve kırk gün kırk gece Cem sürdürdüklerini, Elvan Çelebi Menakıbu’l  Kudsiyye’sinde (s.16-17) anlatmaktadır. Cem süresince katılımcı şeyhler, Dar’a durarak yol içindeki eksiklikleri-noksanlıklarını dile getirip mürüvvet dilemekte. “Sürünerek huzuruna geldik, suçluyuz suçumuzu kabul ettik!” demektedirler. Cem toplu tapınmasının sonunda, büyük bir keramet göstermiş bulunan Baba İlyas halife ve büyük Şeyh seçilmiştir…

Büyük İsmaili Hind ve Sind baş dai’lerinden Pir Sadruddin’in (ölm. 1416) İmam İslam Şah’ın isteği üzerine 1396 yılı içerisinde Pencap ve Kaşmir’de Gat Ganga’lar yaptırdığını biliyoruz. Hind diyalektlerindeki Gat Ganga’nın tam Türkçe karşılığı Cem Evi’dir. İsmaili Aleviler de toplu tapınmalarını camilerde değil ve Cemevi’nde yapıyorlardı. (Muhammad Umar: Islam in Northern India. Aligarh 1993: 370 vd.)

Daha sonraki yüzyıllar içinde Alevi inançlı halk toplulukları yerleşik düzene geçmiş. Bu ekonomik ve toplumsal düzenin daha alt yerleşim birimleri olan köy ve kasabalarda kurulmuş zaviye ve dergâhların Meydanevi ya da Cemevi’nde toplu tapınmalarını, baskıcı yönetimler yüzünden gizli olarak sürdüregelmişlerdir. Hacı Bektaş Veli Dergahı külliyesindeki Meydanevi bunun en önemli kanıtıdır.

Alevi-Bektaşilerin Heterodoks İslam olarak bir tapınma yeri vardır ve bu Cami değil, Cemevi’dir. Cemevi (ya da Meydanevi)  bir tapınma yeridir; inanç ritüelleri orada uygulanır. Ama biz, inandığımız Tanrıya tapınmamızı; Tevhid’imiz, Dar’ımız, Semah’ımızla ve nefeslerimiz ve sazımızla, Kuran’ın buyurduğu gibi her yerde yaparız. Tarihsel örnekleri yukarıda verdik, meydanlarda da evlerde de uygularız inancımızın gereklerini. Başbakan, Alevileri camiye çağırıyormuş: Açınız Cuma akşamları Sultanahmet, Süleymaniye, Fatih, Selimiye…camilerinin kapılarını; sazımızla, müziğimiz ve semahlarımızla gelip toplu tapınmamız olan Cem’imizi yapmazsak, bize Alevi demesinler! Başbakan İslam dinini Sünnilik, daha doğrusu sadece Hanefi şeriatı olarak algılamaktadır. Çünkü İmam Hatip Okulu ders kitaplarından öyle öğrenmiş. Daha fazlası da beklenmez…

 

CENAZE TÖRENLERİ
Enver Cemal Şahin
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği MYK Üyesi Basın Yayın Sekreteri

Ülkemizde gerek Alevilik ve gerekse diğer inanç gruplarında olsun, kendi içinde dahi tek tip cenaze kaldırma töreni yapılmamaktadır. Her ne kader Sünnilikte, Diyanet tarafından bu iş tekleştirilmeye çalışılsa dahi, bölgeler arasında bazı farklılıklar var. Bu farklılıklar diğer inanç gruplarında olduğu gibi, Alevilerde de var. Cumhuriyet döneminden, bilhassa 1950’li yıllardan sonra kırsal kesimden kentlere göç nedeniyle, Alevi gelenek, görenek ve dinsel inançlarında da bazı değişiklikler olmuştur. Bu değişiklikler şehirleşmiş Sünni gelenek, görenek ve dinsel inançları doğrultusunda oluşmaktadır. Eğer bu durumlara karşı bir önlem alınmazsa, Alevi toplumun edep ve erkan kültürü, süreç içerisinde yok olma ile karşı karşıya kalacaktır.

Örneğin: Binlerce yıldır Alevi edep ve erkanlarına göre yapılan cenaze törenlerinden öylesine uzaklaşıldı ki; Alevi toplumunun anlamadığı şekilde, Arapça okunan dualar ve tekbirlerle cenaze kaldırılmaktadır.

Alevilikte: “Hak ile bir olmak”, “Hak ile Hak olmak” ve “Haktan geldik, Hakka gidiyoruz” gibi deyimler vardır. O nedenle, Alevili geleneğinde bir kimse öldüğünde, o kişi için “öldü” denmez, “Hakka yürüdü”, “Don değiştirdi” gibi deyimler kullanılır.

Ayrıca, Alevi inancında ne cennete gitme hayali ve ne de cehennem ateşinde yanma gibi bir düşünce yoktur. Bu konuda yol ulularımız bizlere: “Eşim bana huri, evim de cennet” ve “cehennem narını” ise, insanların yaşam süresi içerisinde çektikleri azaplar olarak öğrettiler.
CENAZE KALDIRMADA UYGULANAN YÖNTEMLER

Alevilikte, Helallik Meydanı ve Cenaze Meydanı diye iki meydan vardır.

1- Helallik Meydanı

Eğer bir can Hakka evinde yürüdü ise, yanında bulunan bir kişi “Allah, Muhammet, ya Ali” der, o canın gözlerini kapatır. Temiz bir tülbent, bez veya bunlar gibi bir şeyle çenesini bağlar. Hakka yürüyen canın giysileri üzerinden çıkarılır ve bir döşek üzerine sırt üstü yatırılır. Bu döşeğe “Hak döşeği” ya da “Rahat döşeği” denir. Döşeğe yatırılan canın kolları düzgün bir şekilde yanlara uzatılır. Ayrıca ayakları da düzgün bir şekilde uzatıldıktan sonra, ayak başparmakları birbirine bağlanır. Bundan sonra canın üzeri temiz bir çarşaf veya bir örtü ile örtülür. Sonra o yöreye göre örf, adet ve gelenek var ise (duvaz imam, deyiş okumak gibi) o uygulanır. Bu uygulamaya “Dar çekmek duası” denir.

Dar Çekme Duası’na bir örnek:

Hata yaptım ise Huda için bağışla

                        Muhammet Mustafa için bağışla

            Eğer günahım çok fazla ise

Aliyyel-Mürtezâ için bağışla

Fâtima-i Zehrâ, Hatice-i Kibriyâ

Onların hürmeti için bağışla

Hasan aşkıyla meydana girip de

Hüseyin-i Kerbelâ için bağışla

İmam Zeynel-Abâ, Muhammet Bâkır

Câfer, Musa-i Kazım, İmam Rıza için bağışla

            Muhammet Taki ve Naki

            Hasan-ı Askeri için bağışla

Muhammet Mehdî-i sahip-zamanı

Eşiğinde gedâ için bağışla

Şah Hatayî Oniki İmam aşkına

Gel ol nûr-ı Hudâ için bağışla…

Eğer bir can Hakka hastane gibi yerlerde yürümüş ise, yukarıdaki işlemler oradaki görevliler tarafından yapılır.

Yıkama İşlemleri

Yine bir can hastane gibi yerlerde Hakka yürümüş ise, o mekanda yıkama işlemleri yapılmakta ve o canın yakınları da orada yıkanmasını istiyorlar ise, o can oradaki görevliler tarafından yıkanır.

Eğer can evi ya da cemevleri gibi mekanlarda yıkanacak ise, öncelikle teneşirin temiz olmasına dikkat edilir ve Hakka yürüyen can özenle teneşire taşınır. Kafasının altına bir yastık konur. Edep yerleri uygun bir bezle örtülür. Cenaze kadın ise, kadın; erkek ise, erkek tarafından yıkanır. Yıkamaya başlarken görevli kişi şu sözleri söyler:

Yüce Tanrım niyet ettik önümüze gelen bu canı dünya kirlerinden temizlemeye, noksan ve eksiklerimizi olursa sen yüce katında bağışla. Bu canın ruhunu şad eyle. Boz Atlı Hızar yardımcımız olsun, der.

Yıkama işlemleri için önceden sabun, sünger ve eldivenler hazırlanır. Cenazeye abdest aldırma diye bir kural, Alevi geleneğinde yoktur.  Yıkama işlemleri ile görevli kişi eldivenlerini taktıktan sonra yıkama işine öncelikle “avret” yerlerinden başlar. Daha sonra vücudunun üst kısmından başlayarak, vücudunun her tarafı iyice yıkanır.

Yıkama işlemi bittikten sonra, cenazenin yakınları, eşi, dostu cenazeye  “helallik suyu” dökebilirler. Bundan sonra cenaze temiz havlularla kurulanır. Kurulama işleminden sonra, önceden hazırlanan kefene sarılır. Erkek kefeni üç parçadır: Ahret gömleği, eteklik ve sargıdan oluşur. Kadın kefeni ise beş parçadır: Gömlek, eteklik, sargı, baş örtüsü ve göğüs örtüsünden ibarettir. Bu işlemler yapıldıktan sonra cenaze tören alanında uygun bir yere konur. Bu arada orada bulunan canlardan konuşmak isteyenler Hakka yürüyen can için özel olarak söylenecek sizleri var ise onları söyledikten sonra, görevli kişi şunları söyler:

Değerli canlar: Haktan geldik, Hakka dönüyoruz. Bütün nefisler ölümü tadar. Ölüm ansızın bizi bir yerde yakalıyor. Bizler zamanı fırsat bilmeliyiz. Ölmeden önce asli görevlerimiz olan sevgi, saygı, merhamet duygularımızı yeniden geliştirip; birbirini seven, sayan ve birbirinin hakkına, hukukuna sahip çıkan bir noktada olmamız gerekiyor. Kimliğimize, kültürümüze, öğretimize sahip çıkmalıyız. (Buna benzer başka şeyler de söyleyebilir.)

(Hakka yürüyen kişinin ismini söyleyerek) …. can bugün Hakka yürüdü. Haktan rahmet diliyoruz. Yüce Hakk onu 12 İmamların şefaatına eriştirsin.

Eşine ve çocuklarına sağlık ve afiyet versin.

-Bismi Şah.

Hakkı, hakikati özünde gören ve bu yüzden Enel Hak diyen 72 millete bir nazarla bakıp; eline, diline, beline sahip çıkmayı kendisine ilke edinen; dini, sevgi, kâbesi insan, kitabı  bilim; mazlumun yanında, zalimin karşısında yer alan ve şimdi Hakka yürüyen bu can, sizin içinizde yaşadı, yedi-içti ve şimdi Hakka yürüdü. Bu canı yaşamı süresince nasıl bilirsiniz? Bütün maddi-manevi haklarınızı helal ediyor musunuz? (Altı çizili cümle üç kere tekrarlanır.)

Onlar da “Helal ediyoruz” deyince;

-Helal olsun diyen dillerden Hak, Muhammet, Ali razı olsun, geçmişlerinizin ruhu şad olsun, denilir.

Yukarıdaki işlemler yapıldıktan sonra Cenaze Meydanı törenine geçilir.

2- Cenaze Meydanı

Cenazenin musalla taşına konmasına Cenaze Meydanı denir. Eğer Cem ve Kültür Merkezi bulunan Alevi kurumlarında, Hakka yürüyen can kafenlendikten sonra, defin işleminden önceki bütün işlemler burada yapılacaksa, genellikle Helallik Meydanı ile Cenaze Meydanı aynı yerlerdir. Bu nedenle yukarıdaki Helallik Meydanı’nda söylenen sözlerin arkasından aşağıdaki sözler söylenir. Kırsal kesimlerde ise genellikle Helallik Meydanı ile Cenaze Meydanı ayrı olabilir. Alevi edep ve erkanında kolları dirseklere kadar sıvayıp, bazı inançlarda olduğu gibi abdest  alma gibi bir kural yoktur. Yalnız cenaze törenine katılacak kişiler, önceden tertemiz yıkanmış ve üst başlarını düzgün bir şekilde giyinerek gelmeleri gerekir. Cenazeyi kaldıran görevli kişi, cenazenin uygun bir yerine durur. Orada bulunan kadın ve erkekler hep birlikte, yarım ay şeklinde toplanırlar. Görevli kişi:

Bismişah: Hakk, Muhammet, Ya Ali. Ey canlar; niyet ettik Hakk için duaya, Yönümüz kıbleye. Kıblemiz kamil insana. Durduk divana, uyduk Hakk, Muhammet, Ali ve 12 İmam’a. Bilenler bildikleri bir duayı okusun. Bilmeyenler Allah, Muhammet, Ali desin.”

“Ey yüceler yücesi Allah’ım, Hakka yürüyen can kişi için durduk sana duaya; uyduk Üçlere, Beşlere, Yedilere, Oniki İmamlara  ve Kırklara.

Cenaze töreni: “Bismi Şah: Hakk, Muhammet, Ali” tekbiriyle başlar. Bu esnada eller açık bir şekilde, dua eder gibi yukarı bakacak şekilde kaldırılır ve  sağ el, sol elin üzerine gelecek şekilde göbekte birleştirilir. Görevli kişi: “Hakk, Muhammet, ya Ali” der. Bu sözler söylenirken başlar hafifçe yukarıya doğru kaldırılır. Eller, bağlı bir şekilde durmaya devam eder. Herkes bildiği bir duayı okur veya içinden geçen sözleri söyler. Görevli kişi tekrar: “Bismi Şah: Hakk, Muhammet, Ali” diyerek tekbir getirir. Bu işlem dört defa tekrarlanır. Dördüncü defadan sonra selamlama faslına geçilir.

Selamlama: Dördüncü tekbirden sonra, sağa dönülerek: “Selam olsun Hakka yürüyenlere.” der, sağ el aşağıya sarkıtılır.

Sola dönerek:

Selam olsun Hakkı hakikati özünde görenlere.

Ey yüceler yücesi Allah’ım divana geldik, darına durduk. Dualarımızı Muhammet Mustafa aşkına, Ali gel Murtaza aşkına, 12 İmamlar aşkına kabul et. Hakka yürüyen bu canımızın yürüyen ruhunu şad, kusurlarını af eyle.

Hak, Muhammet, Ali.

Demi Ali, Sırrı Nebi, Hünkar Hacı Bektaş Veli, gerçek erenlerin, ermişlerin demine hû diyelim, verelim candan salavat.

Gerçeğe Hû.” der. Böylelikle oradaki cenaze töreni sona erer ve cenaze defnedilecek mezara götürülür.

Cenaze mezarlıkta defnedildikten sonra, mezar başında görevli kişi şu sözleri söyler:

“Erenler, canlar, dostlar, yarenler

Yüzümüz yerde, özümüz dâr’da

Elimiz bağlı, yüreğimiz dağlı

Gözümüz yaşlı, bağrımız ateşli
Yaşam bitimli, acılar bitimsiz

Sevgi acı ile kardeş, yaşam, ölümle eş.

Yer anamız, gök atamız

Doğada doğduk, topraktan var olduk
Bir tende can bulduk, bir bilinçle özgür olduk

Yaşam koşusu engebeli, yaşam yolu dikenli

Taş taşa değmeden duvar olamaz,

Birbirini üzmeyen insan olamaz.
Kimileyin insan yükü ağır,

Kimileyin duyguların dili sağır

An olur öfke kabarır,

Öfke geçer yüz kararır
Dünya işi dünyada kalır

Kişi kötü demeyelim, işi kötü diyelim

Ağrınan incinen kötü geçmişi unutsun

Giden yolcuya gönül çiçeklerini sunsun!
Sevgi en güzel çiçek,

Bağışlamak en büyük emek

Emeğiniz varsa bağışlayın

Toprak ana bir canı bağrına basıyor
Ölüm vadisinin gölgeli yolu

Tümümüzü bekliyor yaratılmışların sonu

Tanrı yaşam için sabır, umut sundu.

Ateş külde söner, acı yürekte diner.
Acı paylaşıldıkça azalır,

Sevgi paylaşıldıkça çoğalır.

Acılar azalsın, sevgiler artsın.

Kinler bitsin, dostluklar pekişsin.
Yeni yaşamlarda  yeni çiçekler yeşersin.

Tanrı kalanlara uzun esenlik dolu yaşam versin.

Erenlerin, evliyaların ruhu sinsin.

Hacı Bektaş Veli, Hatayi Sultan, Pir Sultan ruhunu pak etsin
Gerçeğin demine hû! Ya Ali.”

Cenaze sahiplerine “başsağlığı” dilenir.

Not: Yukarıdaki sözlere isteyenler başkada söz veya dualar katabilir. Fakat asla Arapça hiçbir şey katılmamalıdır.