AMAN ANNEM, PENCEREDEN KAR GELİYOR, GURBET BANA ZOR GELİYOR, AMAN ANNEM…

Hasan Cemal
T24 Gazetesi, Ocak 2014

Sabah vakti etraf süt beyazı. Kar yağıyor. Hava soğuk, buz gibi. Kuzey kutbundan yeni bir soğuk hava dalgasıymış Kanada’yı etkisi altına alan…

Yazıya giremiyorum, kafam dağınık.

Kocaman masa gözümün önünde.

“Aman Rum rakısı olmasın. Yeni Rakı veya yeşil Efe ver.”

Toronto’yu yurt edinmiş Ermeniler’in hiç dinmeyen memleket hasretinin derinliğini hissediyorum.

Anadolu’ya dönük, köklerine dönük o hiç bitmeyen hasret, sohbetlerin sıcaklığına da, masanın üstündeki bildik mezelerin, pastırma ve sucuğun lezizliğine de yansıyor.

“Pastırmanın hası Los Angeles’tan gelir, Margos Garabetyan’ın pastırması…”

Agop Arslanyan, 80 yaşında:

“Yiğit adamım, Tokatlıyım Tokatlı…”

Biri takılıyor:

“Kestirmeden Anadoluluyum desene…”

Agop, “Dedemiz, Sultan Aziz’in pehlivanlarındandı, SivasSivon Pehlivan’ı bilmeyen yoktur ” diyor. Ve Aras Yayınları’ndan çıkan, Adım Agop Memleketim Tokat isimli kitabını imzalayıp veriyor bana…

Kökler, kültür ve Hagop Altunyan’ın aile ağacı

Ne kadar çok Tokatlı var. Çoğunluğu da kuyumcu, Ermeni mesleği diyor biri gülerek.

Diğeri, Urfalı olan yaşlı annesinin memleket hasretini şöyle bir dörtlükle dile getirdiğini söylüyor Toronto’dan:

Aman annem
Pencereden kar geliyor
Gurbet bana zor geliyor
Aman annem
Gurbet bana zor geliyor.
Ne kökler unutuluyor.
Ne de kültür ölüyor.

Kocaman masanın etrafındaki samimi, sahici sohbetleri dinlerken, insanları köklerinden koparmanın, insanların kendi kimliklerini, dillerini inkâr etmenin insanlığa karşı işlenen ne büyük bir suç olduğu bir kez daha aklıma takılıyor.

O ihtiyar adam gözümün önünde.

Konuşmam yeni bitmiş. Güçlükle yürüyor, elinde bir kitapla. 90 yaşına yeni basmış, ismi Hagop Altunyan.

Amasyalı bir Ermeni.

Titrek el yazısıyla bana imzaladığı kitabını açıyor, içindeki ‘aile ağacı’nı gösteriyor. Haç işaretlerinin 1915’te ölenlere ait olduğunu, ‘kesim’de 35 kişilik ailesinden sadece 3 kişinin hayatta kalabildiğini söylüyor.

Varlık nedeni olarak kabullenilen acılar

Herkesin hikâyesinde hüzün var, acı var.

Hiçbiri geçmişin bu acılarından kopmak istemiyor. Her daim o acılarla yaşıyorlar. Varlık nedeni olarak kabullenmişler yaşanmış acıları, acılarını…

Ermeniler de bir yerde Yahudiler gibi…

Biri Tokatlı.

Dedelerinin işi tülbentçilikmiş.

1915 öncesi, Amerikan şirketi New Yok Life’a hayat sigortası yaptırmış dedesi. Torun olarak bu sigortayı yıllar yılı kovalamış ve en sonunda 2006 yılında 800 dolar ödeme yapılmış kendisine…

Babası Edirneli, anası Bursalı bir Ermeni. 1939 İstanbul doğumlu. Alman Hastanesi’nde doğduğu için Rudolf adını koymuşlar.

Radyo parçacısı olarak İstanbul’da Selanik Pasajı’nda çalışmaya başladığı zaman, o da iş hayatına giren birçok Ermeni’nin yaptığı gibi adını Rıfat olarak değiştirmiş…

İşinin gereği arabayla bütün Anadolu’yu dolaşırken bir gün yolu Ankara yakınlarında bir kasabaya düşmüş.

Gecelemek için durdukları bir benzincide yaşlıca bir ağayla tanışmışlar. Sohbet sırasında adam, yakınlardaki bir köyde Ermenileri nasıl kestiklerini ayrıntılarıyla anlatmış…

Rıfat çok fena olmuş.

22’lik Beretta marka tabancasını torpito gözünden almış, gece vakti ağanın peşinden gitmiş öldürmek için…

Ama yapamamış, tetiği çekememiş…

Arabasında uyurken sabah vakti pencerenin tıkırdamasıyla uyanmış, elinde tasla bir oğlan çocuğu:

“Dedem yoğurt gönderdi, kahvaltıda yiyesin diye…”

Ama bu olaydan sonra daha fazla yaşayamamış İstanbul’da, Kanada’ya göç etmeye karar vermiş, Toronto’ya gelmiş Rudolf olarak…

Bunları anlatırken gözleri doluyor.

1915 yetimleri

Biri, sadece anasıyla babasını biliyor. Anası ve babası da kendilerinden başka kimseyi bilmemişler.

Çünkü onlar ‘1915 yetimleri’ymiş…

Anadolu’dan önce Yunan adalarına gelmişler, oradadan da Toronto’ya gelen ilk 150 kişilik yetim kafilesinin içindelermiş. Toronto’da tanışıp evlenmişler…

Raffi’nin anne tarafı Bursa’dan, baba tarafı İzmit yakınlarındaki Armaş’tan (şimdiki Akmeşe beldesi). 1915’te her iki taraftan çoğu helak olup gitmiş.

Anneannesi, Urfa’da Hacı Halil isimli bir Türk tarafından saklanır. Bunu hiç unutmaz, İncil’i eline alıp Hacı Halil’e nasıl dua ettiğini…

Ailede 1915 hiç konuşulmazmış. Raffi, Robert Kolej’de okurken, son sınıfta Amerika’ya gönderilecek üç öğrenciden biri seçilmiş. Son mülakatta edebiyat öğretmeni sormuş Raffi’ye:

“Amerika’ya gittiğinde, ‘Türkler Ermenileri kesti yalanı’na ne diyeceksin?”

Raffi hiç duraksamamış:
“Yalandır diyeceğim öğretmenim.”

Eve gelmiş, büyükannesine bunu açınca, yaşlı kadın gözyaşları içinde yaşanan acıları ilk kez anlatmış Raffi’ye…

1915’te yaşananları nasıl gecikmeli öğrendiklerini, 1915’in aile içinde genellikle tabulaştırıldığını, sokakta Ermenice konuşmamaları için evde nasıl uyarıldıklarını dinliyorum.

Biri diyor ki:

“1915’i 26 yaşımdayken, Almanya’ya gittiğim zaman öğrendim.”

Garbis’in ailesi Yozgat’ın Burunkışla’sından. 1915’te baba tarafından kimse kalmamış. Dedesini 12 yaşındayken kız kılığında kaçırıyorlar kıyımdan… Kendisi İstanbul, Ortaköy doğumlu…

Kimi, adı askerde ‘gâvur teğmen’e çıkınca, kimi karakolda sırf Ermeni olduğu için kötü muameleyle karşılaşınca gurbet yolunu seçiyor.

Ayrımcılık, ikinci sınıf vatandaş muamelesi, gazete manşetlerinde dolaşan Ermeni dölü gibi söylemlerle, genellikle son durak olan İstanbul’dan alıp başını gurbete gidenlerin hikâyeleri insanın içini acıtıyor, içini daraltıyor.

Hem Ermeni, hem Türk tarafındaki tutsak akıllar

Toronto’da A.G.B.U’nun salonu dolu.

Anlaşılan, kitabına 1915: Ermeni Soykırımı adını koymuş olan Cemal Paşa’nın torunu ne diyecek, merak ediyorlar.

Hrant Dink için önce Sarı Gelin’i söylüyor genç bir soprano, piyano ve keman eşliğinde. Hüzün ve acı kiminin içine akıyor, kiminin yanaklarından akıyor.

Konuşmamda, tutsak akılların özgürleşmesi meselesinin önemini anlatmaya çalışıyorum.

Hem Ermeni, hem Türk tarafında ‘tutsak akıllar’ın varlığına işaret ediyorum.

Geçmişin acıları ve milliyetçilik illetiyle malul tutsak akılları özgürleştirmeden gerçek barış ve demokrasiye, iç huzuruna kavuşmanın çok güç olduğunu söylüyorum.

Bu ‘ince uzun yol’da, her iki tarafa sorumluluklar düştüğünün altını çizerken,  en büyük sorumluluğunun ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne ait olduğunu da teslim ediyorum.

Bir noktayı özellikle vurguluyorum:

Ermeniler de, Türkler de, birbirlerinin kalpleriyle akıllarının kilitlerini açmak için, birbirlerinin hem kalplerini, hem akılllarını kazanmak için çaba sarfetmek zorundalar.

Bu açıdan da sivil toplum kuruluşlarına, Ermeni Diasporası’na çok iş düştüğünü belirtiyorum.

 

‘Erdoğan bir özürü çok mu görecek?’

Konuşmam bittikten sonra kitaplarımı imzalarken biri yanıma gelip elini uzatıyor:

“İlk kez bir Türk’ün elini sıkıyorum.”

Nasıl ince uzun bir yolda olduğumuzu bir defa daha düşünüyorum.

İki günlük Toronto ziyaretinden en çok şu iki soruya muhatap oluyorum:

“Türkiye’de devlet değişti mi? Gelecek yıl, 1915’in 100. yılında ne yapacak Türkiye?”

Bu konuda ‘devlet‘ten fazla bir şey beklemediklerini belli ediyorlar. Ama buna rağmen yine de tümüyle umut kesmek istemiyorlar.

Biri şöyle diyor:

“Sekiz kişinin ölümüyle sonuçlanan Mavi Marmara olayından dolayı İsrail’e özür diletmek için o kadar büyük gayret sarfeden bir Tayyip Erdoğan, yüz binlerce Ermeni’nin katledildiği olduğu 1915’in yüzüncü yılında bu toprakların insanlarından bir özürü bile çok mu görecek?..”

Dışarıda kar yağıyor.

Urfalı Ermeni ananın sesi benim kulağımda:

Aman annem

Pencereden kar geliyor

Gurbet bana zor geliyor

Aman annem

Gurbet bana zor geliyor.