AX! WELATE MİN – AH! VATANIM

Haydar Eren – Mehmet Yılmaz

Başrollerini Bruce Willis ve Haley Joel Osment’in paylaştıkları Altıncı His adlı unutulmaz film birbirinden  çarpıcı sahnelerle dolu. Ancak hiç kimsenin aklından gitmeyen bir kare varsa o da Anna Crowe’un (Olivia Williams) elinden kocasının alyansının yere düştüğü ve kendini canlı zanneden Dr. Malcolm Crowe’un (Bruce Willis) çoktan öldüğünün (seyircilerle aynı anda) farkına vardığı sahne.

Filmin senaristi M. Night Shyamalan ölü insanlarla canlıları bir arada, aynı evde, şehirde “yaşatmak” için ilginç bir çözüm bulmuştu: Ölüler canlıları görebiliyor ama onlar tarafından görülemiyorlar ve tabi duyulamıyorlardı. İşte sözünü ettiğimiz sahnede Dr. Malcolm Crowe bu korkunç duyguyu tecrübe ediyordu: Yok sayılmak.

Bir insan için tahammülü hakaretten daha zor bir şey varsa o da yok sayılmak. Fiziksel bir saldırıya uğramak bile yok sayılmaktan daha kolay. Bir an için Shyamalan’ın atmosferinde farz edin kendinizi: Aynaya baktığınızda kendinizi göremiyorsunuz, eşyalarınızın üzerini yavaş yavaş toz kaplıyor… Sevdikleriniz yokluğunuza alışmış, siz onları görüyorsunuz ama onlar sizi görmüyor. Komşularınız size selam vermiyor. Çocuklarınız sizi çağırmıyor yere düşünce…

Bu duruma maruz kaldığınızda var olduğunuza kendinizi ve çevrenizi ikna etmek için bir şeylerin yerini, şeklini değiştirmeye çalışabilirsiniz söz gelimi. Ancak uzun süre bu durumu yaşayan bir insanın çıldırması hatta cinnet geçirerek saldırganlaşması bile beklenebilir.

Yok Sayılmanın Bedeli

Hapishanelerdeki tecrit hücrelerinde mahkumların akıl sağlıklarını yitirmeleri, uzun süre işsiz kalan insanların çevreleriyle ilişkilerinin bozulması hep bu “yok sayılma” denen bir tür pasif saldırının sonuçları. Var olma isteği öyle güçlü bir istek ki insan eğer sevilmiyorsa nefret edilen, korkulan biri olmaya bile razı.

İşsiz güçsüz, yer edinememiş gençleri gözlediğimizde de teorimizin doğrulandığını görüyoruz: Sırf elinde salladığı bayrağın renkleri başka bir futbol takımını temsil ediyor diye Müslüman, Türk, hemşehri ve yaşıt olan iki insanın birbirlerine taşlar, sopalar hatta döner bıçaklarıyla saldırması başka nasıl açıklanabilir? Ağaçlara, helâ duvarlarına yazı yazan, telefon kulübelerine, otobüs duraklarına saldıran insanların imdat çığlığını duymamak ne mümkün?

“Hey! Bana bakın! Ben varım ve buradayım! Beni yok saymayın artık!”

“Ben bir hazine idim, bilinmek istedim” diyen iradenin sıfatlarının tecelligâhı olan kullar yok sayılmayı nasıl hazmedebilirler?

Yunanistan’da yaşayan Türkler bir Yunan devlet adamının ağzından “Yunanistan’da Türk yoktur, onlar Osmanlının zorla Müslümanlaştırdığı Yunanlılardır” lafını duyduğu zaman ne hisseder? Türk Tarih Kurumu başkanı Halaçoğlu “Alevi Kürt yoktur, onlar aslında dönme Ermenilerdir” diye konuştuğunda kırılmış olan kalplerin tamiri bir insan ömrüne sığabilir mi?

Ulus-Devlet Açmazı

Osmanlı olmanın dedelerimize ve ninelerimize sağladığı en büyük lüks belki de “var sayılma – devlet tarafından olduğu gibi kabul edilme” lüksü idi. Zira Osmanlı devletinin kurucuları dinî ve etnik aidiyetlerin son derecede dinamik ve duygusal (mantık dışı) yapılanmalar olduğunun farkındalardı. Ulus kavramı gibi bir aidiyet duygusunun strateji ve mantık çerçevesinde kurulmuş, soğuk, katı bir kurum olan devlet ile ilişkilendirilmesinin yanlışlığını anlamışlardı.

Bu bağlamda Roma veya Osmanlı gibi yapılanmaların sahip oldukları siyasî zekâyı günümüzün ulus-devletlerinde bulamıyoruz. O siyasî zekâ ki büyük imparatorlukların geniş coğrafyalara ve büyük olduğu kadar heterojen halk kitlelerine asırlarca hakim olmalarını sağladı. Hem de bugünkü teknolojik imkânlara sahip olmadan. Daha açık bir deyişle farklı dinden, ırktan ve etnik kökenden insanları bir arada yaşatma kapasitesi diye tanımlayabileceğimiz bu siyasî zekâ adalet-ihsan eksenine dayanıyordu.

Ulus Bilinci Kamulaştırılabilir mi?

Ulus algısının devlet kurumu ile ilişkilendirilmesi gerçekte sorun üretebilecek bir yaklaşım. Bir ulusun fertleri arasında ulus algısı bölgeden bölgeye değişebilir. Bu algı zaman içinde de evrim geçirebilir. Meselâ Türklük kimileri için daha çok coğrafî bir bağ iken başkaları için kan bağı ile öne geçebilir. İstanbul’da yaşamayan birçok Türk için “Yahudi Türk” veya “Hıristiyan Türk” ifadeleri anlamsız olabilir. Üstelik bu algı önümüzdeki on yıllarda da değişecek toplumun kendisi gibi. O halde devlet ile halkın ilişkilerini ulusal aidiyet üzerine oturtmak eninde sonunda gerginlik üretecektir.

Pascal Salin’in Libéralsme adlı kitabının 11ci bölümünde belirttiği gibi:

“…20ci yüzyıl başında devletçiliğin altın çağı diyebileceğimiz bir dönemde milliyetçilik ve ırkçılığın doruğa tırmanmış olması rastlantı olabilir mi?

Ulus bir topluluğa ait olma duygusundan doğar. İşte bunun için ulus devlet anormal, mantık dışı bir oluşumdur. Duygular kamulaştırılamaz. Her kamulaştırmada olan yine olur : Devlet kendi yararına bir tekel kurar ve onu savunur. Bunu savunmak için yerel farklılıklara, özel kimliklere savaş açar… Bunun örneklerinden biri de Fransa’da 19cu yüzyılda Cumhuriyetçi eşitlik adına yerel dillerin yok edilmesidir.

Ulus devlet [aynı zamanda] kişileştiriliyor da. Tabi bu ulus ile devletin aynılaştırılmasını da kolaylaştırıyor. Meselâ ‘Fransa karar verdi’ veya ‘Fransa ihracat yaptı’ deniyor… Aslında bütün bu aynılaştırma çabalarının bir amacı var o da ulusun devlete ait olduğu fikrini insanlara kabul ettirmek…”

“Başörtüsü Sorunu” ve ”Kürt Sorunu”

”Kürt Sorunu” terimi tuhaf bir lâf. Adeta sorun Kürtlerin Kürt olmasından kaynaklanıyormuş gibi bir ön kabul içeriyor. Mayınlı bir kelime gibi, her an elimizde patlamaya hazır. Hava kirliliği sorunu, trafik sorunu, … Böyle bir başka mayınlı ifade de ‘‘Başörtüsü sorunu’‘. Sanki sorun insanların başını örtmesinden geliyormuş gibi. Dindar Yahudilerin ve Hıristiyanların da başlarını örttüğünü ve Osmanlı topraklarında bunu asırlarca yaptıklarını hatırlarsak bu iki sorun arasında bir benzerlik dikkati çekiyor :

  • ”Kürt Sorunu” Kürtlerden mi kaynaklanıyor yoksa ‘‘Öz Türk olmayanların, Türk vatanında bir hakkı vardır; o da hizmetçi köle olmaktır’‘ diyen zihniyetten mi? (Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adalet bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt, Anadolu gazetesi 18 Eylül 1930)
    •  ‘‘Başörtüsü sorunu’‘ başını örtenlerden mi kaynaklanıyor yoksa ‘‘kamusal alan’‘ kavramından mı?

Vatandaşlarını belirli kalıplar içine sokma çabası olan devletlerin farka tahammülleri azalıyor. Zira bireysel ve yöresel farklılıklar rejimin ulusu kamulaştırma projesinin yürümediğini ıspat ediyor. Bu aynılaştırma-standart ‘‘Türk yaratma’‘ projesine her muhalefet rejimin düşmanı oluyor:

  • Ermenilerin kiliselerini tamir etmeleri engelleniyor,
    • Hıristiyan vakıfların mallarına el konuyor,
    • Aleviler yok sayılarak Sünni nüfus içinde asimile ediliyor,
    • Kürtçe yasaklanıyor,
    • Başörtülü kızlar üniversitelere sokulmuyor.

Bir yandan ‘‘%99.99’u Müslüman bir ülkeyiz’‘ diyerek Alevilerin farkı yok sayılırken diğer yandan laiklik adına namaz kılanlar potansiyel fanatik olarak gösteriliyor. Gayrı Müslimlerden geriye kalanlar gayrı-sünnî, onlardan arta kalanlar da ‘‘dindar’‘ ve ‘‘modern’‘ olarak ayırd ediliyor.

Büyük Resim

Bize bu sahte sorunları dayatanların istedikleri açıdan bakmak yerine bir adım geri atarak resmin tamamını gördüğümüzde şunun bilincine varıyoruz :
Müslüman, Hıristiyan, Kürt, Ermeni, Çerkes, başını örten örtmeyen bir sürü insan aynı ailede, apartmanda, iş yerinde yaşıyor, çalışıyor, evleniyoruz. Günlük hayatlarımızın GERÇEK SORUNLARI birbirine benziyor :

  • Karnımızı doyurmak,
    • Kiramızı ödemek,
    • Çocuklarımıza bizimkinden daha iyi bir hayat sağlamak.

Adına devlet dediğimiz ve kendi işlerimizi görmek için kurduğumuz bir kurum her gün gezindiğimiz yollara, çarşı, pazar ve meydana bir takım kırmızı çizgiler çekiyor :

‘‘Ne Mutlu Türküm’‘ diyenler ve demeyenler hattı,
Başını örtenler ve örtmeyenler hattı,
Ermeni olduğunu çaktırmayanlar ve ötekiler hattı,
….

Bir bakıyorsunuz ki enişteniz birinci çizginin, kuzeniniz ikinci çizginin arkasında kalmış! Peki biz bu kırmızı çizgileri hiç çizmeseydik daha iyi olmaz mıydı?

‘‘Temel  ilke’‘, ‘‘kurucu prensip’‘, ‘‘olmazsa olmaz’‘ gibi isimler verilen bu kırmızı çizgiler uçsuz bucaksız bir özgürlük alanını bir satranç tahtası gibi karelere bölüyor. Gerçekte bir zenginlik olan renkli kimliklerimiz yüzünden biz sıradan insanlar kurallarını bilmediğimiz bir satranç oyununun piyonları oluyoruz. Komplo teorileriyle gölgemizden korkar hale geliyoruz.

Kimliğimizin Derdi Devletimizi Neden Gerdi?

Gece yarısı bildirisinde söylenen ‘‘Ne Mutlu Türküm demeyen herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır’‘ sözünü kaleme alanlar bizleri omuzlarımızdan tutup silkelemek, ‘‘hey dostum, sen Türksün! sen Türksün!’‘ demek istediler belki de? Yeni anayasada kime Türk deneceği de ateşli tartışma konusu oldu.

Kimlik kavramı gerçekte son derecede psikolojik hatta mahrem bir olgu. Buna devletin organlarının karışmasının ve ülkenin bu kadar gerilmesinin sebebi nedir?

Bir kere kimlik bir dert, bir sorun bile değil birçoğumuz için. Kimlik bir süreç. İnsanın kendini arayış süreci. Geleceğe ve geçmişe bakış tarzı. Anne tarafından Arnavut, baba tarafından Çerkes olan bir Türk hem Kafkas hem de Balkan halklarına yakınlık duyabilir. Oralara hiç gitmese bile düğünleri, yemekleri onlarınkine benzer. Aynı Türk Orta Asya’ya  hatta sırf Türkçe konuştukları için Sibirya’da yaşayan Yakut Türklerine de sempati duyabilir.

şu halde Anadolu’daki Ermeni kiliselerine Müslüman bir Türk’ten farklı duygularla bakan bir Ermeni kızı neden Türkiye’nin düşmanı olsun? Neden bir Çerkes doktor veya Kürt mühendis ‘‘Orta Asya’dan gelen atalarımız’‘ diye konuşmak zorunda kalsın? Mübadele yıllarında Yunanistan’dan kopartılan Türklerin Yunanca konuşmaları, o müzikte ve mutfakta kendilerini bulmalarından daha doğal ne olabilir ve buna devlet neden karışır?

Hangi İnsanların Kimlikle ”Bir Problemi” Olabilir?

‘‘Kimlik Sorunu’‘, ‘‘Başörtüsü sorunu’‘ ve ‘‘Kürt Sorunu’‘ gibi deyimler hastalıklı, çarpık bir dünya görüşünün ürettiği YAPAY SORUNLARIN ifadesi. Bunları virüslü, mayınlı, her an sirayet edebilecek veya patlayabilecek ifadeler gibi azamî dikkatle kullanmalıyız. Bu tür fikir kirliliklerinin ülkemize verebileceği zararları daha iyi kavramamız açısından Türk Solu Dergisi’nde yayınlanan ‘‘Kürt istilası’‘ adlı paranoyak makaleye ve çizdikleri haritalara bakılabilir.

Başlangıçta değindik, var sayılmak, dikkate alınmak, saygı görmek insan olarak hepimizin temel bir ihtiyacı. Bu saygıyı ailemizden, işyerimizden, komşularımızdan bulamadığımız zaman ne olur? Ortaya iyi, güzel ve doğru adına bir eser koyamayan insanlar ölmüş atalarının çürümüş kemiklerinde bir teselli, bir sığınak ararlar.

’‘Kendimi kenarları kalın çizgilerle çizilmiş bir çemberin içine hapsetmek istiyorum’‘ diyen, kimliği bir algılayış süreci olarak değil de bir sığınak olarak gören insanlar için gerçekten bir dert olabilir bu kimlik konusu.

Sözünü ettiğimiz insanlar dışında kimlik problemi olanlar ulus-devlet modeline sımsıkı yapışan oligarşi ve onun teorisyenleri. Liberal Düşünce Topluluğu’ndan Mustafa Erdoğan’ın bir makalesinden aldığımız ulus devlet modelinin zayıflığını dile getiren şu satırları okunmaya değer :

‘‘Esasen modern devletler esas olarak ‘‘ulus’‘ temelinde kurulmuş olan devletlerdir. Uluslar ise hiçbir yerde verili gerçeklikler olmayıp devletlerce şu veya bu ölçüde inşa edilmiş kolektif kimliklerdir. Bu inşa süreci devletin egemenlik alanındaki bütün halkların ve toplulukların etnik ve kültürel bakımdan homojenleştirilmesini zorunlu kılmıştır. Modern ulus devletin bu özelliğinin, toplumun çoğunluğundan etnik, kültürel veya dinî olarak farklılaşan topluluklar için bir dezavantaj oluşturduğu açıktır. Bu durum, tabiatıyla söz konusu grup veya topluluklarda genel toplumdan farklı olduklarına dair bir kimlik bilinci yaratmış veya zaten var olan bu bilinci pekiştirmiştir’‘

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıllarda bütün Avrupa milliyetçilik akımlarıyla sarsılıyordu. İmparatorluklar bölünüyor, yeni kurulan devletler tarihte hiç var olmamış milletler oluşturmaya çalışıyorlardı ulus devletlerini meşru kılmak için. Atatürk ve çalışma arkadaşları Avrupa faşizminin temsilcileri olan Mussolini Hitler ile çağdaştı. Bugün Tayyip Erdoğan veya Abdullah Gül nasıl piyasa ekonomisi ve küreselleşme dışında hareket edemezse Atatürk de o atmosfer dışında hareket edemezdi.

Meselâ 1870’lerde İtalya’nın bağımsızlığı için mücadele eden İtalya halkları (Sicilya, Lombard ve Venedikliler…) Prusya’nın Fransa’yı yenmesinden faydalanarak Fransız ordusunu ülkelerinden dışarı attılar. Ancak birleşmeden sonra öyle şaşkına dönmüşlerdi ki Mark Twain’in alaylarına bile maruz kaldılar : ‘‘İtalya politika piyangosundan bir fil kazandı ancak onu nasıl besleyeceğini bilmiyor!’‘. Garipliğin farkında olan Milli Kurtuluş Hareketi liderleri daha gerçekçiydi: ‘‘İtalya’yı yarattık, sıra İtalyanları yaratmada!’‘

Samsun’a bir ‘‘güneş gibi’‘ doğanlar, Türk milletini ‘‘yoktan var edenler’‘ de acaba demişler midir ‘‘Türkiye’yi yarattık, sıra Türk Milletini yaratmaya geldi’‘ diye? Peki yeniden yaratılmak istemeyen, Allsh tarafından yaratılmış olmakla yetinenleri ne yaptılar? Yok mu sayıldılar?

Lazlar, Çerkesler ve Kürtler Nasıl ‘‘Yok’‘ Oldu?

Atatürk 1 Mayıs 1920 tarihli Meclis konuşmasında, ‘‘Meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk, yalnız Çerkes, yalnız Kürt, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (oluşan) anasır-ı İslamiye’‘dir, samimi bir mecmuadır’‘ diyordu.

Bugün ise bu mücadele okul çocuklarına ‘‘Türk’‘ Kurtuluş Savaşı diye öğretiliyor.  Lazlar, Çerkesler ve Kürtler yok sayılıyor. Aradan geçen yıllarda ne oldu?

Atatürk’ün 1920’de sarf ettiği sözler öyle rastgele, durumu kurtarmak için söylenmiş sözler değildi. Millî mücadelenin rengi daha baştan belirlenmiş, yeni kurulacak düzende İslam’ın rolü ve Kürtlerin yeri de siyah mürekkep ile beyaz kağıt üzerine defalarca yazılmıştı.

Acaba Atatürk ve ‘‘dava arkadaşları’‘ ulus devlet projelerini halktan gizlediler mi? Meselâ Can Dündar’ın ‘‘Kızıl tepeli kalpak’‘ adlı belgeselinde anlattığı gibi Stalin’e ve komünizme göz kırpılması sadece taktik ise İslâm kardeşliği de aynı kategoriye konabilir mi?

Tabi bu soruya ‘‘evet’‘ demek aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında halkın aldatıldığı anlamına geliyor. Ortaya atılabilecek ikinci bir tez ise şu: Birçok bakımdan Osmanlı sayılabilecek bir devlet kurulacaktı. Ama İngiltere ve Fransa, Halife sayesinde Müslüman sömürgelere liderlik edebilecek bir Türkiye istemedi, Lozan’da bunun için bastırdı. Gerçekten de Lozan süreci üzerine yazılmış bir çok eserde İnönü’nün Avrupalılarla özel görüşmeler yaptığı ve Atatürk ile telgraflaştığı, bütün bilgileri Türk heyetinin diğer üyeleriyle paylaşmadığı yönünde ayrıntılar var.
Demek ki elimizde iki ihtimal var :

1) Elit subaylar kargaşadan istifade ettiler ve 1930 model Avrupa ulus devletlerini örnek alarak, halka rağmen halk için bir devrim yaptılar,
2) Osmanlıyı kurtarmak için yola çıkmış Osmanlı subayları Avrupa’nın devlerine direnemediler Batı emperyalizminin denizaşırı çıkarlarını tehdit etmeyecek, ‘‘Müslümanlığı ehlileştirilmiş’‘ bir devlet kurdular. (Hilafet’in kalkması, Diyanetin kuruluşu, Millet kavramının dinî anlamını boşaltarak etnik içerik ile doldurulması, Milliyetçiliğin devlet ilkesi yapılması…)

Millî Mücadele Ne Kadar Ulusaldı?

Kurtuluş Savaşı’nın ‘‘anayasası’‘ sayılabilecek belgeler var. Erzurum ve Sivas kongre tutanakları, savaştan önce ve savaş sırasında çekilmiş telgraflar, gizli yazışmalar…

Meselâ mart 1919’da toplanan Erzurum Kongresinde ne dendi? Ne kararlar alındı?

‘‘1- Tırabuzon Vilâyeti (Rize, Tırabuzon, Gümüşhane, Giresun, Ordu) ve Canik (Samsun) Sancağı’yla, Vilâyâtı Şarkiyye nâmını taşıyan: (Bayazıd/Ağrı ili Erzurum, kuzey Bingöl, Kiğı, Yusufeli ve Bayburd’u içine alan) Erzurum, (Amasya, Tokat, Şarkîkarahisar/Şebinkarahisar, Sivas/Merkez Sancaklarıyla) Sivas, (Siverek, Diyarbekir, Mardin ve Palu kesimini içine alan) Diyarbekir, (Adıyaman, Malatya, Dersim/Tunceli, Harput/Elaziz’i içine alan) Mâmûretilazîz, (Hakâri ve Van illerini içine alan) Van, (Si’ird, Bitlis/Merkez, Muş ve Güney Bingöl/Genç bölgelerinden kurulu) Bitlis Vilâyâtı ve bu saha dahilindeki (Erzincan ve Samsun gibi) Elviyei Müstakılle, hiçbir sebeb ve bahâne ile, yekdiğerinden ve Cami’ai Osmâniyye’den ayrılmak imkanı tasavvur edilmeyen, bir külldür…. Şarkî-Anadolu Vilâyetleri’nde de, ekseriyyeti kaahireyi İslâmlar teşkîl eden; ve harsî, iktisâdî tefavvuku Müslümanlar’a ‘aid bulunan; ve yekdiğerinden gayrikaabili infikâk özkardaş olan …’‘

Kürtlerin yaşadığı bölgeler de anılarak ‘‘Cami’ai Osmâniyye’‘ ve etnik değil dinî anlamı olan ‘‘millet’‘ kavramına vurgu yapılıyor. Ortada ‘‘Türk milleti’‘ diye bir şey yok.

Peki 4-11 eylül tarihlerinde yapılan Sivas Kongresi’nde ne kararlaştırıldı?

  • Azınlıkların her türlü güvenliği sağlandığından siyasi egemenlik ve toplum dengesini bozacak ayrıcalıklar verilemez.
    • Mondros Mütarekesi imzalandığı tarihte sınırlarımız içinde bulunan, halkı Müslüman olan topraklar üzerindeki tarihi, ırkî, dini ve coğrafi haklarımıza saygı gösterilmesini ve bunlara aykırı girişimlerin geçersiz hale getirilmesini bekleriz
    • Millî vicdandan doğan cemiyetler birleşmiş, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adını almıştır. Bu cemiyet her türlü fırkacılık cereyanlarından, şahsi ihtiraslardan uzaktır. Bütün Müslüman vatandaşlar bu cemiyetin tabii üyesidirler.

Ne kongre kararlarında ne de Atatürk’ün yaptığı açılış konuşmasında ‘‘Türk milleti’‘ diye bir söz yok. Türklükten bahis dahi yok. ‘‘Yoksa bu ulusal bir mücadele değil miydi?’‘ diye sormak geliyor insanın aklına.

Aslında mutlaka okunması gereken başka bazı belgelerde Türk ve Kürt kelimeleri geçiyor ama söylenenler bugün bize dayatılan resmî tezlerle çok uyumlu değil:

‘‘MÜDAFAAİ HUKUK CEMİYETİ
ERZURUM ŞUBE KONGRESİNE GİZLİ RAPOR
Türk ve Kürdün kimliği
Doğu Vilâyetleri tarihi Kürt ile Türkün ortak faaliyetinin ürünüdür. Bugün de Doğu Vilâyetleri’nin kimliği, bu iki kardeş kavmin kimliğinden ibarettir. (…) Doğu Vilâyetleri’ndeki Türk ile Kürdü ayırmak tabiî değildir ve imkânsızdır. İktisadî, dinî, kültürel bir surette birbiriyle iç içe geçmiş olan Kürt ile Türkün aynı zamanda akrabalık ve diğer toplumsal sebeplerle de kanlan o kadar karışmıştır ki, bir Kürt aynı zamanda bir Türkün dayısı, halazadesi, damadı, eniştesidir. (…) Doğu Vilâyetleri’nde Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz yaşayamaz. Musul’un güneyinden başlayarak Urfa’ya, Halep’e ve Hazer denizinden Küçük Asya’ya kadar uzanan arazide Türkler çoğunluğu oluşturmakta ve Kürt toplulukları bu iki çizgi arasında Türklerle karışmış bir halde bulunuyorlar. Şu tabiat ve arazi durumu dikkate alınırsa, geçmişte olduğu gibi gelecekte de, Türk ile Kürdün aynı tarih, aynı menfaat, aynı hayat sahibi olacaklarını kabul etmemek mümkün değildir. Bu kadar derin ve esaslı bağlarla birbirine bağlı bulunan Doğu Vilâyetleri Türkü ile Kurdunu ayırmak her ikisini de Ölüme mahkum etmek demektir. (…) Doğu Vilâyetleri’ndeki İslâm varlığının devamı, ancak Türk ile Kürdün ittifakına bağlıdır. Bu ittifak -her ne surette olursa olsun- bozulduğu gün bizim için kesin ölüm dakikalarına girilmiş olur.

8 Haziran 1919*
Vilâyatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi’nin 17 Haziran 1919 Kongresine verdiği rapor. (Bekir Sıtkı Baykal, s.45)
*17 Haziran’da toplanan Kongre’ye sunulan Rapor’un üzerine Cevad Dursunoğlu’nun el-yazısıyla 8 Haziran 1919 tarihi düşülmüş.’‘

Sevres Anlaşması Sırasında Kürtlerin Tutumu

Kürt Aşiret Liderleri Sevres antlaşmasını protesto ettiler. Yani Ankara’ya verdikleri sözleri tuttular, Avrupa’dan esen milliyetçilik rüzgârlarına kapılmadılar. Ayrıntıları Mustafa Akyol’un Türkler, Kürtler ve Osmanlılar adlı makalesinden öğrenelim :

‘‘Anadolu’‘da bunlar olurken, Avrupa’‘da ise başka bir gelişme yaşandı. Osmanlı mirası üzerinde paylaşım kavgasının verildiği Sevr Konferansı’‘na, milliyetçi entelektüellerden oluşan bir grup Kürt temsilci de katıldı. Başlarında Osmanlı ordusunda görev yapmış bir Kürt olan Şerif Paşa vardı. Amaçları Ermenilerle anlaşarak bir ‘‘Kürt Devleti’‘ kurmak için Avrupalı devletlerden onay almaktı. Ağustos 1920″de imzalanan Sevr Antlaşması’‘nın 62. maddesi, ‘‘Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel otonomi’‘ verilmesini öngörüyordu. 64. madde ise ‘‘Kürt halkları’‘nın ‘‘Türkiye’‘den bağımsızlık elde etmeleri’‘nin yolunu açıyordu.
Ne var ki ‘‘Jön’‘ Kürtler, Avrupalı diplomatlardan aldıkları desteğin bir benzerini güneydoğu Anadolu’‘da bulamadı. Kürtler arasında bu habere duyulan şiddetli tepki, Paris’‘e bir seri telgrafın yollanmasına sebep oldu. Bu telgraflarda Kürtlerin Türklerden ayrılmak istemediği, iki halkın soy ve din itibarıyla kardeş olduğu savunuluyordu. Erzincan’‘dan 10 ayrı Kürt aşiret lideri, Fransız Yüksek Komiserliğine, Şerif Paşa’‘nın hareketlerini protesto eden bir telgraf yolladı. Benzer telgraflar Ocak 1920″de, Milli Misak’‘ın kabulünden iki gün önce, Osmanlı Parlamentosu’‘na da yollandı. Mart 1920″de İslami dayanışmayı vurgulayan ve Kürtlerle Türkleri ayırma çabalarına karşı çıkan bir deklarasyon, 22 Kürt aşiretinin lideri tarafından imzalandı.’‘

Şehitlerimizin Kanı Helal mi?

Yazının başında insanları yok saymanın pasif bir saldırganlık olduğuna ve buna maruz kalan insanların şiddete yönelebileceğine değindik. İzleyen paragraflarda ulus kavramının kamulaştırılamayacağını, ulus devlet modelinin mevcut sorunları çözmek şöyle dursun yenilerini eklediğini anlattık.

Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu için ‘‘olmazsa olmaz’‘ bir koşuldu. Bu savaşın kazanılması için gereken ittifak Osmanlılıkta bulundu. Osmanlı Devleti belki resmen yıkılmıştı ama Osmanlı vatandaşı olarak doğmuş milyonlarca insan hayattaydı. Kurtuluş savaşının savaşçıları Osmanlıydı.

Bugün ülkemiz geçmişte verdiği ancak sonradan tutmadığı bazı sözlerin sıkıntısını çekmekte. En yoğun biçimde gündemi işgal gelen ‘‘Başörtüsü sorunu’‘ ve ‘‘Kürt Sorunu’‘ şunları akla getiriyor :

1) Kürt şehitler Kürtçe’nin yasaklanacağını, torunlarının ‘‘Varlığım Türk varlığına armağan olsun, Ne mutlu Türk’üm’‘ diye haykırmak zorunda kalacağını bilselerdi yine canlarını verirler miydi bu vatan için?
2) Kurtuluş savaşında ölen şehitler yeni kurulacak devlette kadınların başörtülerinin yasaklanacağını bilselerdi gene hayatlarını feda ederler miydi? Ölmeden önce onlara Türkiye’de namaz kılmanın, Kuran kurslarının, mescitlerin, ilahî okuyan kızların sorun haline getirileceği söylenseydi aynı gönül rahatlığıyla ölebilirler miydi?

Eğer bu sorulara samimiyetle ‘‘evet’‘ diyemiyorsak şehitlerimizin de haklarının helal olduğunu söyleyemeyiz. Bu Müslümanlar için çok tehlikeli bir durum arz eder. Zira vefa borcu başka borçlara benzemez. Vefa hamd duygusunun tecellisidir. Hamdetmek ise insanı şirkten korur.

Welate Min
Dibejin ku zor e diltezin ji bo welat
Tu car xelasnabe ev çiroke şewat
Ez bibinim bi çare xwe carkedin welate xwe
Ez bibinim bajare xwe newal ü çiyayen xwe
Welate min, ax pir düre, welate m ikerba dile min
Ax welate min, ax welate min
Pir dur e welate min

Vatanım
Diyorlar ki zordur, vatan için yürek sızısı
Hiç bir zaman bitmez bu ateşli (acıklı) hikaye
Ben göreyim gözümle bir daha vatanımı
Ben göreyim şehrimi, vadi ve dağlarımı
Vatanım ah çok uzaktır, vatanım yüreğimin acısıdır.
Ah vatanım, ah vatanım
Çok uzaktır vatanım
.