M. Yenemiko
Kafdağı dergisi, Yıl 2, Aralık-Ocak-Şubat-Mart 1989, Sayı, 21-22-23-24, Sayfa, 65,664
Ya…
Şu Aziz Nesin var ya, çok hoş bir insan. Onun ünlü bir öyküsü var, okumuşsunuzdur belki. Hani, çok ünlü bir yazar olacakmış da, evlenseymiş de, evi olsaymış da, çocukları büyüseymiş de, sinek belasından yazamıyor-muş da… Tabii, ona göre hava hoş. Evinde sinek olmayınca, sineklerin ne menem şeyler olduklarını anlamak güç. Çöplüklerde rastladığın bir tabur sineğin içine girdiğinde uçuşuverdikleri gibi korkarak uçuşuvermiyorlar evdeki sinekler. Ya da lokantada yemeğine düşen, ekmeğinin üzerine konan sinekler kadar da aptal değiller. Ben çok çektim sineklerden.
Bu yaz evdekilerin tümü de tatile gittiler. Niye gitmesinler, varımızı-yoğumuzu dökerek süs olsun diye mi aldık deniz kıyısındaki dubleks evimizi. Herkes bir yerlere giderek havalarını atarlarken bizimkilerin evde havasız kalmaları olacak şey değil. Yalnız, tatil konusunda evdekilerle biraz tartıştık. Ben yıllık iznimi Temmuz’da kullanacağıma karar verdiğimden beri evdekilere, eşe-dosta bu yıl tatile gitmeyeceğimi, evde kalarak yıllardır usumda oluşturduğum öykülerimi yazacağımı söylüyordum. Evde yalnız olursam çarşı-pazar işlerinden uzak, geldisi-gittisi olmadan sabah oturup, gece yarılarına dek çalışabilecektim. Fakat evdekiler beni de tatile götürmek istiyorlar. Ben gitmem dedikçe, onlar üsteliyorlardı. Haziran başlarında başlayan tartışma tüm ay boyunca akşam yemeklerinde sürdü. Niçin akşam yemeklerinde mi? Ancak akşam yemeklerinde bir araya gelebiliyoruz da ondan. Tabii, hanımın ara sıra daireye telefon ederek, tatil konusunu iyi düşün, diye imalı konuşmalarını tartışmadan saymıyorum. Memurlarımın içinde karımla tartışacak değilim ya…
Temmuz’un ilk günü olabildiğince erken kalktım. Hanımın dün akşam hazırlamış olduğu bavulları arabanın bagajına bir güzel yerleştirdim. Çayı koydum. Kahvaltı masasını hazırladım. Benim ayak sesime uyanan hanım, ilk kez bu kadar erken kalkmama şaşırdı. Tatil konusunda fikir değiştirdiğimi sanarak gözleri ışıldadı, sevindi. Bir şeyler söylemek istiyordu ya, belki yanlış anlar, aramızda tartışma çıkarsa bizimle gelmeye karar vermiş olsa bile cayar, diyerek düşündüklerini söylemedi. Bugüne dek görülmemiş bir keyifle kahvaltımızı yaptık. Çocuklar da esprilerle, gülüşmelerle yaptığımız kahvaltıdan oldukça hoşlanmışlardı.
Ben tam havasına girdiğim için bir an önce arabalarına binmelerini, evi bana bırakmalarını istiyordum. Ama hanım, şunu koydun mu, bunu unutmadık ya diyor, evin içinde dört dönüyordu. Ara sıra da benim ne yaptığımı, neyle uğraştığımı gözlemekten de geri kalmıyordu. Bir ara, kararımdan caymış olduğumu anlamış olsa gerek, geleceğini sanmıştım, deyince patladım. Açtım ağzımı, yumdum gözümü… Çocuklar, baba, sen olmazsan tatilin zevki olmaz ki… gibilerinden bir şeyler söylemeye kalktılar ama, onların ağızlarını da çabucak kapadım. Hanım en sonunda, kitaplarını başına çal, dedi. Bindiler arabaya, gittiler.
Sinirimi yatıştırmak için bir süre evde gezindim. Kendime okkalısından bir kahve yaptım. Balkona oturdum, kahvemi zevkle içtim. Çalışma masama oturdum. Aylardan beri elimi sürmediğim dergileri karıştırmaya başladım. Ama ne okuyabiliyor, ne de yazabiliyordum. Sinirim hâlâ geçmemişti. Masanın başında böyle oturmanın anlamsız olduğuna karar verdim. Giyindim, evden çıktım. Doğru kahveye gittim. Tüm gün arkadaşlarımla briç oynadım. Eve döndüğümde yazmak bir yana, bir satır bile okuyacak durumda değildim. Karnım iyice aç olduğundan dolapta ne bulduysam yedim. Artık her sabah erkenden kalkıyor, kahveye gidiyordum. Hayır hayır, boşu boşuna kahveye gitmiyordum. Çevremdeki tipleri inceliyor, gözlemler yapıyor, konuşulanları belleğime iyice yerleştirmeye çalışıyordum. Öykü kahramanlarımın daha inandırıcı, halktan olmaları için kendime malzeme topluyordum.
Bir hafta göz açıp kapayıncaya değin geçiverdi.
Artık kahvemi değiştirmiş, “Krallar”a gitmeye başlamıştım. Burada daha “tip” insanlar oturuyorlardı. Tanık olduğum bir olayı anlatayım da siz de şaşırın:
Okey oynanan bir masanın kenarına ilişmiş, oyun izliyordum. Oyununu izlediğim adam ellibeş-altmış yaşlarında, silindir gözlüklü, kamburu çıkmış biriydi. Taşlar dağıtıldığında elinde bir okey vardı. Çektiği taşların tümü de eline yaramış, henüz oyun beş kez dönmeden okey atacak duruma gelmişti. Ben kenarda heyecandan donacak duruma gelmiştim. Derken bir okey daha çekti. Tamam, okey attı, diyordum ki, adam elini bozdu, çifte gitmeye başladı. Ulan senin gibi okeycinin de, falan diye içimden verip veriştiriyordum. Derken üçüncü çift, dördüncü çift, adam çiftin çiftini yapmaz mı! Bende heyecan dorukta. Biri ha deyiverse bayılacağım. Benim rengim attı, adam hâlâ ökeyi dışarı atmak için dönüyor…
Gerçekten “Krallar” oturuyormuş burada. Ben gözlem yapıyorum, öyküme tip buluyorum, derken bir gün kendimi bir karenin içinde buluverdim. İlk gün çok para verdim. Ama değerdi. Bunlar profesyonel oyunculardı. Onları daha yakından tanımam gerekiyordu. Artık ben de her gün bir karede yer buluyordum. Saat yirmi bire dek okey oynuyor, sonra kalkıp meyhaneye gidiyordum. Meyhanenin zevkine de diyecek yoktu. Yıllarca boşu boşuna yaşadığıma inanmaya başlamıştım. Ev, daire, kitaplar… Sanki sosyal ve ekonomik sorunların hepsini ben düzeltecektim. İdealistlik bizimkisi… Sonra, senin bu kadar birikimine kim değer veriyor?…
Yeni bir dünyayla tanışmıştım ve dünyamı çok sevmiştim. Meyhane erken kapatıldığı için içtiğim bana yetmez olmuştu. Bir kasa bira alarak dolaba yerleştirdim. Yirmi dörtten sonra da evde “cila” yapmaya başlamıştım. Her gün kumar, ardından meyhane, derken bende para tükendi. Tükensin, borç alabileceğim arkadaşımda mı yoktu, önceleri borç istemek için çok sı-kıldıysam da sonraları buna alıştım. Fakat aradan çok geçmeden aradığım arkadaşlarımı oturmayı alışkanlık haline getirmiş oldukları yerlerde bulamaz olmuştum.
İlk önceleri tatile çıktıklarına kendimi inandırmaya çalışmıştım. Fakat borç istememem için benden kaçtıklarını anladım. “Arkadaş” bellediğim insanların nasıl insanlar olduklarını görüyorsunuz değil mi?…
Bu sabah da çok erken uyandım. Ama kahveye giderek kumar oynamayı bırak, cebimde çay içecek param yok. Evin içinde dört dönmeye başladım. Bir iki dilim kuru ekmek bularak yedim. Karnım doyar gibi olunca canım sigara içmek istedi. Sigara bulanması gereken yerleri araştırdım. Üç dört yıldır giymediğim ceket, palto gibi giysilerimin ceplerine bile baktım. Koskaca evde bir tek sigara bile yoktu. Sıkıntıdan ne yapacağımı bilemiyordum. Mutfağa girince masanın üzerinde duran boş bira şişeleri gözüme ilişti. Hemen şişelerin depozitoları aklıma geldi. Ama bunları bayiye nasıl götürecektim. Gören olsa ne demezdi. Kim ne derse desin, diyerek bira şişelerini yüklendiğim gibi kendimi bayide buluverdim. İki paket sigara alarak eve döndüm.
Kahveye gidemeyeceğime, hatta sokağa çıkamayacağıma göre evde oturacaktım. Sıkıntıdan ne yapacağımı düşünürken aklıma okumadığım dergiler geldi. Dergilerimi topladım, koltuğa uzandım, yazı başlıklarına bakmaya başladım. Ben dergileri, gazeteleri öyle uzun uzadıya okumam. Başlıklarına bakarım. Yazı başlıkları bana çok şeyler esinlendirirler. Şunu bilir, şunu söylerim: Hangi yazar olursa olsun, artık bana öğretebileceği çok şeyi kalmamıştır.
Okuduğum bir roman, bir makale, bir öykü bana yeni yeni şeyler vermeyecekse boş yere niçin okuyayım! Sonra, yazacağım öyküler için eleştirmenlerin şundan esinlendi, bundan esinlendi demeleri sinirime dokunur. Bir yandan yazı başlıklarını okuyor, bir yandan da notlar alıyordum. Öykü yazmak için havasına girmiştim ki, evin içinde iki sinek uçuşmaya başladı. Birbirini öylesine kovalıyorlardı ki, gürültülerinden ne yapacağımı şaşırdım. Dergiyi kaptığım gibi arkalarına takıldım. Ah, bir yere konsalar ben ne yapacağımı biliyordum ya…
Onlar da benim ne yapmak istediğimi anlamışlar gibi ne konuyorlar, ne de birbirini kovalamayı bırakıyorlardı. En sonunda biri yoruldu, kapının koluna kondu. Dergiyi öfkeyle indirdim. Bir iki debelenmeden sonra kımıldayamaz oldu. Ben de iyice yorulmuştum. Oturduğum yerde derin derin soluklanırken diğer sineğin konacağı yeri gözetliyordum. Nihayet o da koskoca evde konacak yer bulamamış gibi, arkadaşımı öldürdün, beni de öldür, demek istercesine sol elime konmaz mı? Onu vurmak için pek zorlanmadım. Tüm hışmımla sağ elimi sol elime vurduğumda sinek eziliverdi. Derinden bir ohh çektim.
Biraz dinlenmiş, sinirim de yatışmıştı. Tam yazı başlıklarını okumaya daldığım bir sırada bir sinek daha ortaya çıktı. Oturduğum yerden nereye konacağını gözlerken gözüm çiçeklere ilişti. Bir aydır su yüzü görmeyen çiçekler buruşmuşlardı. Oysa hanım, sakın çiçekleri sulamayı unutma, diyerek sıkı sıkı tembihlemişti. Derken keskin bir kokunun burnumu yakmakta olduğunu fark ettim. Yere dökülen biranın ve yemek artıklarının kokuşuydu bu koku da. Çiçeklere, sineğe baktım. Kokuyu derin derin içime çektim. Yılgınlığa kapıldım. Bu sineği öldürmeyeceğim. Ben sinek öldürmek için dünyaya gelmedim. Yahu, her dakikası altın değerinde olan benim gibi biri zamanını sinek öldürerek harcayabilir mi? Ben, kendimi toplumumun gelecek güzel günlerine adamışım. Toplumumuz için yapılması gereken şeyleri benden daha iyi kim biliyor ki? Toplumumuzun açmazlarını, çözüm yollarını bilmez miyim?
Gece gündüz demeden toplumsal sorunlarımızı düşündüğüm yetmiyormuş gibi sinek öldürme sorunu da bana mı düşüyor? Benim zamanım çok değerli. Bir öyküyle, bir makaleyle insanlarımıza açmazlarını kavratabilirim. Hem de en cahilinden, en bilginine dek herkese… Peki, insanlarımız için bu kadar çok çalışmama karşın beni takdir ediyorlar mı, beni anlıyorlar, bana destek oluyorlar mı?… Ne gezer. Ben okusam da, okumasam da hiç bir şey kaybetmem. Asıl kaybedecek olan halkımız. Bana birazcık destek olsalar, birazcık yardım etseler ben onlara ne şaheserler kazandırırım. Yahu, bu kadar başıboş gezen insan varken, zamanlarını kahve köşelerinde, meyhanelerde geçirirlerken sinekle uğraşmak bana düşer mi? Bırak rahatsız etsin, ben de yazmam…
Aziz Nesin, büyük yazar olacak ama ah şu sinek, diyor. Ne demek ah şu sinek? Öldürsünler sineği, ben de onların sorunlarını en çarpıcı bir dil ile anlatayım, şıp diye dertlerine derman olayım.
Yaaa…