ÇERKES SANATÇI OLMAK YA DA ÇERKES ASILLI SANATÇI OLMAK KAVRAMI ÜZERİNE

Ahmet Özel
Ressam

Çerkes asıllı olmanın sadece genetik bir olgu olduğu ve bunun ulusal sorunu içinde hazmetmiş bir birey tanımını içermediği, Çerkes tanımlamasının ise ideolojik bir içerik taşıdığı, sorumlulukları daha iyi tanımladığı gibi bazı kavram açılımları (?) yapılması üzerine yazılmıştır bu yazı.

Artık biz topluma mal olmuş insanlarımızla ilgili bir tanımlama yaparken onların nasıl bir Çerkes olduğunu anlayacağız bu kavram tanımlamasıyla! Eğer ”Çerkes Ahmet” diye başlıyorsak cümlemize; bu kişi iyi, sorumluluklarını bilen, ulusal sorundaki tutumuyla sınavdan başarıyla geçmiş bir kişi olduğu hemen anlaşılacak ama ”Çerkes asıllı Ahmet” ile başlıyorsak cümlelerimize bu kişiyi pek muteber kişi olarak almamıza gerek yok ama yine de ondan bahsedebiliriz

Giderek insanlarımıza notlar vererek onların hangi derecede bir Çerkes  bireyi olduğunu çok rahat anlayabiliriz!

Bu nevi akıldışı tanımlamaların toplumumuzda yanlış değerlendirmeler oluşturmaya hizmet eden dar bir bakış açışı taşıdığını bilmeliyiz artık.

Böylesi bir bakışla, muhaceret kültürüne hizmet etmiş hemen hemen tüm insanlarımıza haksızlık etmiş oluruz.

Düşünelim bir kez Ömer Seyfettin, Lemi Atlı, Avni Lifij, Şevket Dağ, v.b. gibi kültür insanlarımızı, bu sınıflamayla onları nasıl değerlendireceğimizi

Bu ve bunun gibi anlamsız kavram üretme yarışında olan bizim toplumumuzun bazı bilirkişileri böylesi sınıflama tavrından vazgeçmelidirler.

Bu insanlarımız bizim insanlarımız. Bu insanlarımız muhaceret yıllarının zorlu şartlarında, yüzlerce yıllık geçmişi olan farklı bir kültüre uyum sağlayarak, duyarlılıklarını, yeteneklerini kullanarak öne çıkmış ve içinde yaşadığı ülkede kalıcı işler başarmışlardır. Eserleri bugün bile tüm tazeliğiyle karşımızda olan bu insanlarımıza saygı duymalıyız. Onlar hangi dilde yazmış olurlarsa olsunlar, hangi içerikte resim yapmış olurlarsa olsunlar, hangi şarkıyı bestelemiş olurlarsa olsunlar, onları işlerini doğru yapmış insanlarımız olarak alkışlamalı ve onlarla gurur duymalıyız. Onlara iyi  Çerkes sanatçıdır ya da sadece Çerkes asıllı sanatçıdır gibi kafa karışıklığı yaratacak bir pencereden bakılamaz. Onlar bizim içimizden çıkan ve bulunduğu topluma moral değerleri aşılamış, koşullarına göre büyük işler başarmış insanlarımız. Geniş, kompleksiz ve kapsayıcı bir bakış bizi bize daha da yaklaştıracaktır.

Kimin iyi Çerkes, kimin yararsız Çerkes, kimin zararsız Çerkes olduğu ile ilgili tanımlama, sınıflama gayretleri geçmişte de çokça yapıldı. Bu kişilerin bu davranışlarını, dönemin siyasi oyunları içinde manevra oluşturma yeteneği yeterince olamayan insanlarımızın zafiyet taşıyan davranışları olarak değerlendiriyorum. Dernek içindeki mini iktidarların söylemlerinde tüm muhaceret dönemi kuşağını yaralayan davranışlar çokça yaşandı. Bunlar üzerimize uygulanan baskıya tepki amacı taşıyordu bir yanıyla ama sağduyu ve geniş bakış bu dönemlerin olması gereken hasletiydi. Bu, çoğu zaman başarılamadı. Geçmişte bazen kendi insanlarımızı bölen, parçalayan iç davranışların ve sığ politikalarımızın olduğu gerçeğini dile getirmeliyiz. Bu kurumları kendi evleri gören insanlarımız, bazı bilirkişilerin süzgecinde değerlendirildiklerini anladıklarında bu kurumdan uzaklaştılar. Bu konuda yapılan yanlışlıklar her alanda yaşandığı gibi sanat alanında yaşandı. O dönem etkili ve her konuda bilgili insanlarımız, çoğu konularda olduğu gibi meslek alanlarının derinliklerini bilmeden bu çalışmalara ve yeni açılımlara engel oluşturdular.

1978 yıllarında dernek ortamında iki ressam olarak bilinen Orhan Alparslan ve Faruk Cimok dernek kirişlerinin olduğu bölümlere duvar resimleri yaptılar. Orhan Alparslan Kafkas mitolojisinden yola çıkarak bir çok figür ve çeşitli elemanlardan kurulu bir resim, Faruk Cimok’ta atlardan ve figürlerden kompoze edilmiş bir resim yaptılar. Orhan Alparslan’ın resminde, mitolojik resimlerde görmeye alıştığımız bir göğsü açık stilize bir kadın figürü yer alıyordu. Resmin bir fotoğrafı yok ama tüm resim hafızamda son derece canlı duruyor. Çalışma başarıyla kompoze edilmişti. Resmi erotik bir resim olarak görmek, resim dili açısından mümkün değildi. Bu bölüm beş metrelik alanda küçük bir bölümdü.

Bir büyüğümüz bu resme milli sorumlulukla bakmaya başladı ve tüm bilgi birikimini devreye koyarak bu resmi erotik resim ilan etti. Daha sonrasında olması gereken yapıldı ve bu resimler üzeri boyanarak ortadan kaldırıldı. Orhan ağabeyin ne kadar üzüldüğünü ve kırıldığını hatırlıyorum. Orhan Alparslan’ın bu kurumdan uzaklaşmasının nedeni de bu olaydan kaynaklanmıştı büyük ölçüde. Eğer bu resimler kalmış olsaydı dernek duvarlarında Orhan Alparslan ve Faruk Cimok imzalı iki resim olacaktı.

Genç kuşağında temelde bakış sorunu farklı değildi; 1980’li yıllarda (dernek yeniden açıldıktan sonra) kişileri kurumları ve meslekleri örgütleme konusunda uzmanlık çalışmaları yapılıyordu. O dönem Bülent Jane ve Yusuf Taymaz’ın Çerkes sanatçısı nasıl olmalı ve nasıl eserler vermeli konulu metinden yapılan bir konuşmayı hatırlıyorum. Bir sanat manifestosu (?) kimliği taşıyan bu bildiri metninde kimin Çerkes sanatçısı olup olamayacağı konusunda yargılar veriliyordu. O zaman bu konuşmadan son derece rahatsız olmuş, söz alarak henüz mesleğin başlangıcında bir akademi öğrencisi kimliğimle; sanatçının kalıplarla sınırlanarak eser veremeyeceğine, duyarlılıkları sisteme bağlamanın mümkün olamayacağını ve bahçede yetişen çiçeklerin hangisinin daha güzel olduğu kararını vermek ve ondan sonra o çiçeklerin güzel olduğunu ilan etmek gibi bir saçmalığın gelişeceğini söylemiştim. Çerkes sanatçısının böylesi bir kimliğe sahip olmasının Çerkes toplumunun ona sahip çıkmasıyla mümkün olabileceğini savunmuştum. Herkesin bu dönemlerdeki yanlışlıklarla ilgili hatırladıkları çokça konu olduğunu biliyorum. Aradan neredeyse yirmi beş yıl geçmesine karşın aynı bakış açısının devam etmesine ve bunu bir milli yarar gibi düşünme anlayışının devam ediyor olmasına hayret ediyorum.

Toplumlar, işini iyi yapan, meslek alanında mesleğin gereği oluşum ve gelişimi gösteren insanlarına sahip çıktığı zaman daha da değer kazanır. Onlara ne yapması gerektiğini kanunlar hazırlayarak öğretemezsiniz. Eğer kanunlarla ve ideolojilerle yıkanmış her şey o toplumu yüceltseydi Nazi döneminde milli duygularla dolu hamaset dolu resimler, müzikler, heykeller bugün büyük eserler olarak müzelerde olurdu. Aynı şey Sovyet döneminde yapılan hamaset içerik taşıyan çalışmalar için söylenebilir. Aradan 70-80 yıl gibi kısa bir zaman geçmesine karşın bu eserler (?) ve onları yapanlar unutuldu bile. Ancak bir arşiv malzemesi olarak hatırlanacaklar o kadar.

Beş yüzyıl sonra Albert Dürer, Leonardo da Vinci dipdiri bir kişiler olarak karşımızda. Bu kişiler acaba hamasi, milli duygularla mı resim yapmışlardır? Ünleri ve unutulmamaları bu yüzden midir?  Leonardo da Vinci yaptığı çiçek resminde ne denli İtalyan ruhunu ve hamasetini gündeme getirmiştir. Niye biz onları bugün yaşıyorlarmışçasına hatırlıyoruz. Onlar yeni bakışlar getiren özel insanlardı. Kendilerine sahip çıkan toplumlarını yücelttiler. Bugün biliyoruz ki, Leonardo da Vinci İtalyan ressam, Albert Dürer Alman ressam.

Sanat eserinin bambaşka bir ruhu ve derinliği var. Mecrası başka ve önemli canlıyı; insanın kendisini kapsıyor. Siz ona hükmedemezsiniz. Ressam Avni Arbaş’ı, ressam Avni Lifij’i, ressam Namık İsmail’i, müzisyen Lemi Atlı’yı, yazar Ömer Seyfettin’i yaşatan bu özelliktir. Siz bu ressamlarımızın resimlerindeki özün, beslenme kaynağının ailesinin ona anlattıkları eski bir Çerkes ninnisi olmadığını nereden hükmedebilirsiniz? Avni Arbaş’ın atlarını yaparken ona bu duyarlılık nereden intikal etmiştir? Bu sanat insanlarımızdan derneklerde söylev vermiş olmayı beklememiz mi gerekirdi ya da her resmin Çerkeslik açısından sağlamasını mı?

Bırakalım bu sığ düşünceleri. Bu sanatçılar bizim. Bunlar hem Çerkes asıllı sanatçılar hem de Çerkes sanatçılar. Onlara sahip çıkalım, onları tüm yarattıklarıyla kabul edelim ve yüceltelim. Biz ancak o sanatçılara verdiğimiz değerle yükselebiliriz.