DİL, DİN ETNİSİTE İLİŞKİSİ / YA DA DİL, DİN , MİLLİYET İLİŞKİSİ

Cemal Şener
02 Aralık 2002

Toplumların tarihine bakıldığında tek düze bir süreç izlenmiyor. Bu saptama toplumların dil tarihi için de geçerlidir. Bu durum toplumların inanç tarihi için de geçerlidir. Bu toplumların etnik kimlikleri için de geçerlidir. Hemen hemen hiçbir toplum ilk ortaya çıktığından günümüze dek aynı dili, aynı inancı hatta aynı etnik kimliği izlemiyor. Toplumların sosyal tarihinde bir dizi gel-gitler, alt-üst oluşlar olmuştur. Bu diğer alanlarda olduğu gibi toplumların dil, din ve etnisite alanlarında da böyledir.

Üstelik her kıtadaki, ülkedeki, bölgedeki bu süreç değişim ya da alt-üst oluş o yapının özgül şartlarına uygun olarak değişim göstermiştir. Toplumların benzer şeyleri yaşadığı söylenir. Ama birbirlerinin tekrarı olduğunu iddia etmek sosyoloji bilimine yabancıdır.

Dünyada filanca etnik grubun ille de filanca dili konuşması ve falanca inancı savunması gerekir diye bir ön koşul sosyal bilimler tarafından bugüne dek saptanmış değildir. Herhangi bir etnik grup bilinen en eski döneminden alınıp bugüne gelişi izlendiğinde konuştuğu dilde de savunduğu inancında da diğer kültürel özellikler de de birçok değişim görmek olasıdır. Toplumların değişimi de çok değişkendir. Aynı şartlar farklı toplumlarda farklı sonuçlar yaratabilmektedir. Toplumların birbirini tıpatıp tekrarladığını söylemek oldukça zor bir tespittir.

Bugün dil açısından baktığımızda İngilizce’nin dünya hakimiyeti söz konusu. O’nu İspanyolca izleyebilir. Ondan sonra belki Çince, Hintçe, Rusça v.s. gelebilir. Bir zamanlar Fransa’nın, Hollanda’nın, Belçika’nın hayli sömürgesi vardı. O anlamda da dilinin yaygınlığı söz konusuydu. Ama şimdi dünyada İngilizce rakipsiz tek dil. Ama bu her zaman böyle değildi. Orta Çağ’a kadar Avrupa’nın dünya hakimiyetinden söz etmesi olgusu yoktu. Bu anlamda Orta Çağ’a kadar Alplerin kuzeyindeki Avrupa adeta boştu.

Dünya hakimiyeti değişik dönemlerde değişik millet ve devletlerin elinde idi. Türkler bir dönem Hindistan’dan Macaristan’a kadar at koşturuyordu. Daha sonra Bizans, Roma dönemi var. İspanyolların, Portekizlilerin hakimiyeti var. Osmanlı’nın, Rusya’nın v.s. dünyaya hakim olduğu dönemler var. Demek ki bu hakimiyet sürgit bir milletin ya da devletin olmamış.

Bu yaşanan sürece göre de dünyada dilin ve dinin hakimiyeti de yaşanan toplumsal ilişki ve çelişkilere bağlı olarak değişmiştir.

Tarihte dünyaya hakim olan bazı milletler ve devletler bugün aynı adla yaşamıyor. Onlar tarihe mal olmuş. Yerlerine yeni toplumsal güçler tarih sahnesinde yer almışlar. Bugün yaşanan dengeler ve yaşayan dil, din ve milletlerde sürgit var olamazlar. Onlar da dönem gelecek yerlerini yenilerine bırakacaklardır.

Bu tarihsel sürece kendi tarihimizden bazı örnekler verelim. Orta Asya’dan yola çıkıp dünyanın dört bir yanına yayılan; Hunlar, Peçenekler, Uzlar, Bulgarlar ne oldular. Buhar olmadıklarına göre hangi halkla karışıp asimile oldular. Macaristan’da, Paris kapılarında at koşturan Attila ne oldu? Attila’nın imparatorluğu ne oldu?Bir adı da Hungaria olan Hunlardan gelen anlamına gelen Macaristan’ın eski halkı Türklerin Macarlaşmadığını söyleyebilir miyiz?

“Osmanlı’dan Önce Anadolu’da Türkler”(1) kitabının yazarı Claude Cahen; “Türkler’in Ural-Altay’lı diye adlandırılan ve sınırları kesinlikle bilinmeyen bir kökten geldikleri sanılmaktadır. Sarı ırk denilen ve Amerikan Kızılderililerinin bir bölümü belki tümünü içine alan bir ırkın üyeleri olmaları mümkündür” dedikten sonra Claude Cahen tespitlerini şöyle sürdürüyor: “Finler’in, Macarlar’ın, Samoyedler’in, Tunguzlar’ın ve özellikle Moğollar’ın, Türkler’le Çinliler’den daha yakın bağları vardır. Tarihin tanıdığı ilk Türklerin, bu adı taşımamakla beraber, Hunlar olduğu hemen hemen kesindir. Çin kayıtlarında M.Ö. 3. yy.’da onların sözünün edildiğini görüyoruz. Hunlar, bir göçler dizisi sonunda M.S. 5. yy’da Avrupa’nın göbeğinde Attila İmparatorluğu’nu kurmuşlardır.(2)

Hunlardan bugüne ne iz kalmıştır? Bu Hunlar artık Türklükten o denli uzaklaşmışlar ki, bu iddiaya bile şaşırmaktadırlar. Çünkü kendileri bir zamanlar Türk’tüler ama artık Macarlar. Macarlaştılar. Yani karşımızda bir Türkmen toplumunun Macarlaşması söz konusudur. Türklerle sadece antik bir akrabalıklarından söz edilebilir. O günkü Türkler yani Hunlar büyük olasılıkla bugünkü Türklerin ne dilini ne de dinini tanırlar.

Türk tarihi incelendiğinde, geçmişte birçok Türk boyunun kökenlerini kaybederek Gagavuz, Çuvaş, Yakut Türkleri gibi Hıristiyanlaştıkları görüleceği gibi Hazar Türkleri gibi Musevileşenler de olmuştur. Arthur Koestler araştırmasında “Hazarlar, Türk kökenli bir ulustur” (3) diyor. Yahudiler dışında Museviliği kabul eden tek farklı milliyet ise Hazar Türkleridir. Museviliği kabul eden Hazar Türkleri tarihsel süreç içinde Musevileşmekle kalmadılar Yahudileştiler. Yani Yahudileşen bir Türkmen boyu söz konusudur.

Kısa bir dönemi bilindiği sanılan insanlık tarihi dünyada bugün karışık olmayan bir toplumun bulunmadığını gösteriyor.

Yüz yıllık uğraşı sonucu; çok yönlü bilimsel çalışmalara rağmen antropoloji bilimi bütün toplumlara uygulanabilecek genel geçer bir ırk ölçütü kavramı ortaya koyamamıştır. İnsanlığı; renk, boy, dil ve vücut ölçümleriyle sınıflayabilmek gerçekleşememiştir.

Günümüzden 5-6 bin yıllık bir geçmişe gittiğimizde, bugünkü ulus devletlerin egemen unsurlarının bir tekinin bile saflığından söz etmek olası değildir. Dün;Bizans, Roma, Hitit, Hun gibi yapıların saflığından nasıl söz edilemezse, bugün de İngiliz’in, Alman’ın, Fransız’ın, İtalya’nın, Arab’ın saflığından söz edilemez.

Etnik özellikler açısından bakıldığında bir Arap, bir Kürt, bir Türk, bir Çin’li, bir Fransız’dan, bir İngiliz’den bir Rus’tan v.s. daha az karışık değildir.
Herhangi bir toplumun “etnik” yapısını değerlendirirken; sosyal bilimlerce genel kabul gören bilimsel ölçütlerin objektif uygulama prensipleri ile hareket etmek gerekir. Aksi halde, çifte standartlı tanımlara düşülmüş olunur ki o da; yönelinen tespitlerin evrensel geçerliliğini ortadan kaldırır. O zaman da söz konusu toplumun varlığına yönelik tehlikeleri etkin kılma fırsatlarına zemin yaratmış olur.

Antropologlar; yaptıkları incelemelerde Önasya’da elde ettikleri buluntulardan, Sümer, Kut, Elam ve Hurri toplulukların Ural-Altay kavimlerinden özellikle atlı göçebe Türk unsurlar olabileceği kanaatine varmıştır. Eski Önasya Tarihi uzmanı Fr. Hemmel, Sümerler’i tamamiyle Türk kavmi olarak kabul etmektedir. Orta Asya’dan 4500-5000 yıllarında gelen Türklerin Sümerleri oluşturduğunu ileri sürer. Sümerce’deki 350 kelimenin Türkçe olduğu savunur. Buna karşın Sümerleri, Kutları, Elamları, Hurrileri Türk tarihine katmak gibi bir endişe taşınmamalıdır. Bugün Türk’ten anlaşılan ile o gün Türk’ten anlaşılan belki de birbirini tanımayacak kadar farklılaşmıştır. Bu tür zorlamalara Türklerin ve Türk tarihinin ihtiyacı yoktur.

Anadolu, tarihi zenginlik açısından bakıldığında adeta bir açık hava müzesidir. Çok eskilere gitmeden sadece Doğu Anadolu’da 11. ve 16. yüzyılda yerleşik Oğuz Türkmen beyliklerinin kurduğu devletler şunlardır: (4)

1. Yukarı Fırat’ta; Saltuklar (1072-1202)
2. Aşağı Fırat’ta; Mengücekler (1080-1228)
3. Bitlis’de; Dilmaçoğulları (1084-1393)
4. Van’da; Sökmenliler (Atlahşahlar) (1110-1207)
5. Diyarbakır’da; Yınaloğulları (1098-1183)
6. Harput’ta; Çubukoğulları (1085-1113)
7. Doğu ve Güneydoğu’da, Artukoğulları (12.-14. yy.)
8. Karakoyunlular (1365-1469)
9. Akkoyunlular (1469-1508)

Doğu Anadolu’da kurulmuş Türk Devletleri’ne baktığımızda en geç tarih 1469-1508 ile Akkoyunlu Türkleridir. 1500’lerden sonra ise Doğu Anadolu Tarihi incelendiğinde Osmanlı ile işbirliği ile bölgenin Kürtleştiği gözleniyor.

Osmanlı’da devşirme sistemi sonucu hazin toplumsal durumlar da yaşanır. Osmanlı bu sistem ile Türk ve Müslüman olmayan gayri-Müslim tebaadan erkek çocukları ailelerinden küçük yaşta alıp Enderun okullarında kendine özgü toplumuna yabancılaşacak bir eğitim sistemi ile yetiştiriliyor. Bu yetişenler ne geldikleri kökene yani Rum’a, Sırp’a, Yugoslav’a, Arnavut’a v.s. benziyordu ne de Türk’e. Onlar kendine has idi, yani Osmanlı idi. Bunların bir kısmı Türkçe’yi bile bilmezken bir kısmı ise kendi ana dilini bile bilmezdi. Bir yandan da gizli bir dil ve gizli bir din taşıdıkları iddia edilir.

Bu durumu sosyolog Prof. Dr. Orhan Türkdoğan şöyle değerlendiriyor:(5) “Devşirme sisteminde militarist kadro ile bürokrasi tamamıyla Türk olmayan gruplara emanet ediliyor. Anadolu çocukları ise çiftçi (reaya) durumunda kalıyorlardı. Bu yüzden, 19. yy. resmi Yunan tarihçisi Konstantinos Paparrigospulos, “Yunanlılar’ın devşirme uygulaması sayesinde Osmanlı iktidarını ele geçirmiş olduklarını, ama bunu yaparken de dinlerini feda etmek durumunda kaldıklarını” iddia ettiğini yazıyor.

Sosyolog Prof. Dr. Türkdoğan; Bizans İmparatorluğu’nda olmayan soylu sınıf yani “Fener Aristokrasisi” 18. yy’dan itibaren Enderun nimetlerinden yararlanarak oluşmuştur diyor.

Bunun dışında tarihimizde bir de Karaman Türklerinin mübadele nedeniyle hazin bir göç durumu vardır. Mübadele ile, Yunanistan’daki Müslümanlar Türkiye’ye Türkiye’deki Hıristiyanlar da Yunanistan’a gidecek ve bölünmüşlük son bulacaktı. Ama bu iyi niyete karşın sonuç hiç de böyle olmadı.

Bu durum ile ilgili olarak “3. Türk Devletleri ve Halkları Kurultayı”nda konuşan Selçuk Erenerol; “Yunan soyuyla hiçbir ilgisi olmayan, bir kelime Yunanca bilmeyen, ana dilleri öz Türkçe olan Kuman, Peçenek, Hazar ve Oğuz kütüğünden Türk oldukları belirli, ibadetlerini dahi bu güzel Türkçe ile yapan çoğunluğu Orta Anadolulu 1 milyondan fazla Ortodoks Türk, ümmet devleti döneminin haletini taşıyan bizler” diye kendilerini tanımlıyor.(6)
İslamiyet ve Ortadoğu üstüne çalışmaları ile tanınan Prof. Dr. Bernard Lewis ise;(7) “Yunanistan’a gönderilen Karaman Rumları din itibariyle Hıristiyan Rumlardı, yine de bunların çoğu Rumca bilmiyordu. Dilleri -Grek yazısı ile yazdıkları- Türkçe idi; Karaman’da bıraktıkları kilise ve mezarlarındaki yazılar, hala onların dil bakımından Türklüğüne tanıklık eder. Aynı şekilde, Yunanistan’dan gönderilen Türkler pek az Türkçe biliyor veya hiç bilmiyor ve Rumca konuşuyorlardı. Rumca’yı da eski Türkçe yazı ile yazıyorlardı. Yapılan iş, bir Türk ve Rum mübadelesi değil, daha çok bir Rum Ortodoks ve Osmanlı Müslüman mübadelesi idi. Farklı bir toplumsal ve ulusal sınıflandırma sistemine alışmış olan bir batılı gözlemci, bunun hiç bir şekilde vatana iade olmadığı, iki sürgüne gönderme -Hıristiyan Türkler’in Yunanistan’a, Müslüman Yunanların da Türkiye’ye-olduğu sonucuna bile varabilir.”

Görüldüğü gibi toplumsal alt-üst oluşlar toplumsal yapıların, dünya ve bölge siyasal dengelerinin değişmesi toplumları din, dil ve etnisite bakımında hallaç pamuğuna çeviriyor.

Aynı durumu Cami Baykurt ise şöyle değerlendiriyor:(9)
“Ben de Karamanlıların Türk oldukları ve birkaç Yunanlı bilginin iddia ettiği gibi Osmanlılar tarafından zorla Türkleştirilmiş Yunanlılar olmadıkları görüşündeyim. Büyük bir ihtimalle bir zamanlar asker olarak Bizans hizmetinde çalışan Türklerin torunlarıdır.” Karamanlıların hazin sonlarına rağmen sosyologlar ve tarihçiler ile, ilgili kesimler Karamanlılar’ın etnik ve dinsel kimliklerini günümüzde bile tartışmaya devam ediyorlar. Türk-Rum ilişkileri denilince Karadeniz’de Pontus’dan kalanlar ile İstanbul ve Ege’den Bizans’tan kalan Rumlara da değinmek gerekiyor.

Kurtuluş Savaşı’nda Pontus’u kuracağız diye Karadeniz Dağları’na çete kurup çıkan Rumlar ne oldu?Hepsi elbette Yunanistan’a gitmedi. Trabzon’un Rize’nin, Ordu ve Samsun’un Rum ahalisinin önemli bir kısmı önce İslamlaştı ardından “Türkleşti”. Of’un nefesi keskin mollalarının bir kısmının Pontus’tan kalan miras olduğunu bugün yaşayanlar da biliyor. Belki en yaşlı kuşak aile içinde Rumca biliyor. Ama büyük çoğunluk Rumca’yı unuttu. Yerini Türkçe aldı. Yani Pontus Rumları artık Türkleştiler. Tıpkı İstanbul, İzmir ve Ege’deki diğer Rumlar gibi. Önemli bir kesim ise geçmişlerini Rum olduğunu bile bilmiyorlar. Anadilleri artık Türkçe ama tarihleri incelendiğinde Rum olan bu toplumsal kesime ne denecek? Bunlar Rum mu?Yoksa Türk mü?Elbette etnik olarak Rum olurlar. Ama Türkleşmiş Rumlar oluyorlar.

Peki bu toplumsal yeniden yapılanmada Rumlara Türkleşmiş Rumlar deniliyor da, benzer durumda olan Türkmenlerin Kürtleşmesi denilince neden bazıları bunu kabul etmiyor ve rahatsız oluyor.

Türk-Rum ilişkilerinden söz edilmişken Kıbrıs’ı irdelemeden geçebilir miyiz?Anavatan ile yüzyıllardır çok yoğun iletişim olduğu halde, Kıbrıs’ta Anadilde eğitim TV yayını, vs. yapıldığı halde Kıbrıslı Türkler Türkçe’yi kendilerine özgü konuşurlar. Türkçe’leri biraz Rumca’ya yaklaşmıştır. Bazıları ise Türkçe’yi zor konuşur, ama Rumca’yı anadilleri gibi konuşurlar. Hatta İngiltere’ye gidenleri İngilizce’yi de çok iyi konuşurlar. Bu kesimler Türkçe konuşmakta zorlanırlar.

Peki Kıbrıs Türkü olup yaşanan tarihsel-toplumsal nedenlerle Rumca’yı ve İngilizce’yi Türkçe’den iyi konuşan hatta Türkçe’yi unutan Rumca ve İngilizce’yi bilen bu kesime biz Rum veya İngiliz mi diyeceğiz?Bunlar Türkçe’yi bilmese de Türk değiller mi?Rumlaşmış veya İngilizleşmiş “Türk”! Bunlar Türküm diyorsa biz hayır siz “Rumsunuz” veya “İngilizsiniz” diyebilir miyiz?

Türkiye tarih boyunca dört bir yandan sık göç alan bir ülke. Adeta kavimler kapısı. Osmanlı-Balkan ilişkileri nedeni ile bir dizi Türk olmayan göçler de almış. Türkiye’ye gelen toplumsal kesimler yerleşip kalmışlar. Arnavutlar, Makedonlar, Sırplar, Hırvatlar, Yugoslavlar v.s. Özellikle İstanbul ve Batı Anadolu’da yerleşip kalmışlar. Süreç içinde kendi anadillerinin yerini Türkçe almış. Türkleşmişler. Balkanlar’da kalmış akrabaları ile bile anadilleriyle anlaşamıyorlar. Ama etnik olarak; Arnavut, Makedon, Yugoslav, v.s. oluyorlar. Biz onlara “siz Türksünüz” diyebilir miyiz?Bunlar Türk olmayan göçmenler. Ama zamanla Türkleşmişler. Artık Türkçe dışında dil de bilmiyorlar. Aslında sosyal olarak Türkleşmişler. Bunlara; Türkleşmiş Arnavut, Türkleşmiş Makedon, Türkleşmiş Bulgar v.s. denebilir. Ama etnik olarak Türk değiller. Vatandaşlık bağı ile T.C. vatandaşı ve kendileri Türk olabilirler. “Ne Mutlu Türküm Diyene” diyen herkese Türk denmesi gerektiği gibi….

Batı Trakya’daki Türklerin durumu da benzer bir başka durumda değil mi?Anadilde eğitim ve Türkçe gazete, dergi, radyo ve TV yayınının serbestliğine rağmen Türklerin Bulgarlaşması ve Yunanlaşması süreci hep çalışmıştır. Bulgaristan’da rejim değişmeseydi insan isimleri bile Bulgarlaşmıştı. Türkmenlerin belli bir kesiminin tarihsel kaderini Balkan Türkleri de yaşamışlardır ve yaşamaya devam ediyorlar. Yeni nesiller de Bulgarlaşma, Yunanlaşma süreci daha da hızlı çalışıyor.

Avrupa’ya işçi göçü ile gitmeye başlayan Türkiyeli insan sayısı tahminen 3 milyonu buldu. Artık, Avrupa’da 3.-4. kuşak oluştu. Yani Avrupa’da doğanların çocukları doğdu. Avrupa’da doğan yeğenlerimizle ve onların çocukları ile artık Türkçe anlaşamıyoruz. Yabancılar ile yoğun ilişkileri olanlar Türkçe’yi hiç öğrenememiş. Türkçe’yi bir yabancı turist kadar biliyorlar. O kuşak artık bizi anlamıyor. Zaten tatil için de Türkiye’yi değil, tıpkı gene Avrupalı gibi İspanya, İtalya, Yunanistan veya Amerika kıtasını seçiyor.

Türkiye’den babaları ya da dedeleri gitmiş bir kuşak var Avrupa’da yaşayan. Onlar adeta Almanlaşmışlar veya Flemenkleşmişler. Fransa’daki ise Fransızlaşmış. Kendileri ile Türkçe anlaşılamıyor. Onlar Almanlaşan veya Fransızlaşan Türk olmuşlar. Türkiye’den giden etnik olarak Türk, Kürt veya Çerkes ailelere mensup insanların çocukları Almanlaşmışlar. Hem de bu iletişim teknolojisine rağmen yaklaşık 50 yılda bu iş gerçekleşti.
Peki biz bunlara; Alman, Fransız, Flemenk veya İngiliz diyebilir miyiz?Neden demiyoruz?Onlarla dil birliğimizde yok. Almanca, Fransızca, İngilizce veya Hollandaca bildiğimiz oranda onlarla anlaşabiliyoruz. Neden onlara Alman ya da Fransız demiyoruz.

Kürtleşen Türkmenlere “Kürt” diyen mantık bunlara da Alman, Fransız, Flemenk, İngiliz v.s. demesi gerekmiyor mu?Peki Türkiye’den giden ve anadillerini unutan bu kuşağa ille de Türk, Çerkes, Kürt, Laz v.s. deniyor da, bundan 500 yıl önce hiç bir iletişimin olmadığı şartlarda bu kadar uzun zaman diliminde Türkmen’in Kürtleşmesi neden gerçekleşmesin. Ya da bu tespiti yapanlara neden çok olumsuz bakılsın. Olaya böyle bakmakta bir gariplik yok mu?

Mustafa Balbay’ın Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan “Yemen İzlenimleri” kitap olarak da yayınlandı.(10) Mustafa Balbay, Yemen’de eski Cumhurbaşkanlarımızdan Cevdet Sunay’ın akrabaları ile de tanışmış. Bir tek kelime Türkçe bilmeyen Sunay’ın akrabası Abdullah Hoca Arapça olark Türkçe tercüman kanalı ile Cevdet Sunay ile akrabalıklarını, Türkiye’ye dönmek istediklerini v.s. anlattıktan sonra diyor ki; “Osmanlı’nın Yemen’e iki büyük seferi var. Biri 16. yüzyılda Portekizlilerin bölgeye geldiği dönemde. Öteki de 18. yüzyılın sonunda… Bizim ailenin Yemen’deki tarihi 200 yıl öncesine dayanıyor” dedikten sonra; “Benim baba, büyükbaba, onun babası hep burada doğdu. Burası bizim memleket… Türkiye’de akrabalarımız var. Birinci Cihan Harbinden sonra bazıları gitti. Sonradan bizi de çağırdılar ama gitmedik” diyor. Ve Abdullah Hoca Türkçe bilmiyor. Arapça konuşuyor. Tercüman da çeviriyor.

Hayri Bey ise oğlu Yemen parlamentosunda milletvekili olan bir Türk. O da Türkçe bilmiyor. M. Balbay şöyle yazıyor: “Hayri Bey’e göre, Osmanlı’nın 1918’de çekilme kararı almasının ardından, Yemen’den ayrılmayan Anadolu kökenlilerin bugünkü devamı olanların nüfusu 500 bini geçer.” Duydunuz mu, Türkiye’den gidip Yemen’de kalan ve Türçke bilmeyen Türkler’in sayısı 500 bini geçer deniyor. Yaklaşık 100 yıl önce Türk olarak giden ve bugün Türkçe bilmeyen 500 bin Türk insanı Yemen’de yaşıyor. Ve bunlar ısrarla ve Arapça kendilerinin Türk olduklarını Türkiye denilince “İçimiz cız” ediyor dediklerini öğreniyoruz.

Türkmenleri Kürt sayan mantığa göre bunlar da Arap sayılır. Neden boşu boşuna “İçleri cız” ediyor. “Anlamak zor”.

Türkiye’de son yıllarda dünyadaki çeşitli coğrafyalardan Türklerin katılımı ile, Türk Dünyası ile ilgili toplantılar yapılıyor. Yaklaşık 10.sunun yapıldığı “Türk Dünyası Kurultayı” bunlardan biridir. “Türk Kadınlar Kurultayı” ve “Türk Devlet ve Halkları Kurultayı” da bu tür periyodik olan ve olmayan toplantılardır.

Türk Dünyası Kurultayı hemen hemen her yıl periyodik olarak yapılan Türk Dünyası’ndan çeşitli düzeyde temsil durumu olan kişi, kurum ve bizzat devlet başkanlarının katıldığı toplantılardır.

1999 Haziran’ında İstanbul’da yapılan “Türk Kadınları Kurultayı”na da ABD’den İngiltere’den, Sibirya’dan, Türk devlet ve toplulukları ile Kıbrıs’tan kadın temsilciler katılmıştı.

2000 yılı Kasım ayında İstanbul Çırağan Otel’de de Türk Devletleri, Devlet Başkanları düzeyinde bir toplantıya Türkiye ev sahipliği yapmıştı.

Bu toplantılardan, kişi ve kuruluşların katıldığı toplantılara, Sibirya’dan Saha Türklerinden ve ABD’den Kızılderili Türklerin Meluncanların katıldığı geniş bir yelpaze gözleniyor.

Bu toplantıların ortak yanı tümü Türk oldukları halde toplantılarda çıkan en büyük sorunun konferansın hangi dilde yapılmasıdır. Yaklaşık 25 bölgeden gelen Türkler, Türkçe’nin konferans dili olmasında anlaşamıyorlar. Özbek; Kırgız’ı, Kırgız; Azeri’yi, Azeri; Uygur Türkü’nü anlamakta güçlük çektikleri gibi Türkiye Türkü ve Kıbrıs Türkü ise hiç birini tam olarak anlamıyordu.
Bu sorundan dolayı 1999’da yapılan Türk Kadın Kurultayı’nın konferans dili, yani ortak dil “Rusça” olması ile sorun çözülmüştür. Sadece devlet başkanlarının katıldığı 2000 yılındaki Türk Devletleri Sempozyumu’nda ise devlet başkanları düzeyinde bile ortak dil konusunda sorun yaşanınca bu kez de ortak dil “İngilizce” olmuştu.

SSCB’de Türkler 70 yıllık devam eden Rusça eğitim ve bu doğrultudaki etkinlikler sonucu birbirine yabancılaşmış. Ruslar; Özbek, Kırgız, Azeri, Uygur v.s. olan Türkleri, Türk kimliğinden uzaklaştırmak için onların alt kimliklerini yani Türklüklerini değil, Kırgız, Özbek, Azeri, Uygur, Altay v.s. olmalarını öne çıkararak daha kolay Ruslaştırmayı 70 yıl boyunca sürdürdü ve önemli ölçüde de başarılı oldu. Onların Türk olmalarından çok; “Siz Özbeksiniz”, “Siz Uygursunuz”, “Siz Azeri’siniz” diyerek, Türk kimliğinden uzaklaştırmaya çalışmışlardır. Çarlığın Türkleri Ruslaştırma politikasını Sosyalist Sovyetler de Enternasyonal adı altında ama yine sonuçta “Türkleri Ruslaştırmaya devam etmişlerdir. Ve Türklerin ortak dili Türkçe değil Rusça olmuştur.

Sonuçta; bugün etnik olarak hepsi Türk olmasına karşın anlatmaya çalıştığım tarihsel-toplumsal süreç sonunda birbirlerinin diline yabancılaşan ve dilde birbiri ile anlaşamayan bir araya geldiklerinde ancak Rusça ile anlaşabilen bu topluma “Türk” mü diyeceğiz yoksa bunlar “Rus” mudur diyeceğiz?

Türkiye’de Osmanlı’da yaşanan tarihsel-toplumsal şartlar sonucu “Kürtleşen Türkmenleri” Türk kabul etmeyen anlayışın bunları da “Türk” kabul etmemesi gerekir. “Türk Dünyası” toplantılarına bir de “Yeni Dünya”dan ABD’den gelip katılan Meluncanlar ve Kızılderililer var. Bunlar da her toplantıya katılmaya çalışıyorlar ve Türkçe bilmedikleri halde ısrarla “Biz Türküz” diyorlar. Peki bunlara ne diyeceğiz? Bunların ille de Türk’üz demelerinini sebebi de Kemalistler tarafından asimile edilmeleri midir? Bunları da Atatürkçüler ve Genel Kurmay mı Türkleştirmiştir? Türkmen’in Kürtleşmesini kabul edemeyen zihniyet, Türklerin; Meluncan veya Kızılderili olabileceğini kabul edebilir mi?

Türkler dünyanın dört bir yanına yayılmıştır. Dünyada adeta Türklerin ayak izlerinin değmediği tarlalarında at koşturmadığı ova kalmamıştır. Bu dünya turunda Türklerin gittiği toplumları etkilememesi ve Türklerin gittiği yerlerden etkilenmemesi olası değildir.

Türklerin ilk uygarlıklarının M.Ö. 8.-10. yy’a dek ulaştığını kaynaklar yazıyor. 21. yüzyılda yaşadığımızı da anımsarsak yaklaşık 40 yüzyıllık bir tarih sürecinden bahsediliyor demektir. Türklerin sadece inandığı dinler(11) ve Türklerin konuştuğu diller(12) üstüne yapılmış araştırmalar yazılmış kitaplar var. Bu durum bile olayın ciddiyetini ortaya koyuyor. Türkler tarihleri boyunca bir dizi din ve dil olduğu gibi bir dizi de Alfabe değiştirmişlerdir.

Dil, Din ve Etnisite ilişkisi açısından Türkiye’de yaşayan diğer grupları da irdelemek gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de Türkler ve Kürtler dışında sayısal olarak bir önemli grup da Çerkeslerdir. Çerkesler; Osmanlı-Rus savaşları sonucu 1860’lardan sonra Anadolu ile tanıştılar. Osmanlı’yı tutan Çerkesler savaşta Osmanlı yenilince Anayurtları Kafkasya’dan göçtüler. Bir kısmı Ürdün’e, bir kısmı Balkanlar’a giderken önemli bir nüfus da Anadolu’ya geliyor. Hatta bugün Türkiye’de bulunan Çerkes nüfusun anayurtları Kafkasya’dan 3 kat fazla olduğu ifade ediliyor. Osmanlı’da ve ardından da kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde Çerkesler devletin önemli yönetim erklerinde bulunuyorlar. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde yaşanan iki münferit olay hariç korunup kollanıyorlar.

Çerkeslerin devletten önemli bir toplumsal olumsuzlanma olmamasına karşın devletçe adeta korunup kollanmalarına karşın geçen 100 yılı aşkın sürede Çerkeslerin önemli ölçüde dillerini unuttukları ve Türkleştikleri söylenebilir.

Üstelik Çerkes denilince bir etnik grup diye ifade edilmesi de tam doğru ifade olmuyor. Çünkü aslında Çerkes diye bir etnik grup yok. Çerkesce diye bir dil de yok. Türkiye’deki Kafkas gruplardan “Adıgeler”e Çerkes deniyor. Bunlar ise;Abhazlar, Osetler, Shapsughlar, Kabardeyler, Balkarlar, Çeçenler v.s. 20 civarında olan toplumsal grup var. Sosyolojik olarak “kabile” denebilecek toplumsal yapılanmalar. Dil açısından da bir birlik yok. Saymaya çalıştığım bu grupların her biri ayrı bir dilde konuşuyor. Abhazlar; Abhazca, Çeçenler; Çeçence, Osetler; Osetçe, Wubıhlar; Wubıhça, v.s. Bunların hiç biri Çerkesce değil, dolayısıyla Çerkesce diye bir dil yok. Ama aynı zamanda hepsine de tek tek veya topluca Çerkesce deniyor. Çerkeslik bir üst kimlik, diğerleri alt kimlik denebilir.

Türkiye’de tüm Adige gruplara mensup Çerkesler var. Ama bunlardan birini bilen diğeri ile anlaşamıyor. Zaten mensup olduğu kabilenin dilini bilen kesim de nerede ise parmakla sayılacak kadar az. Yani ağırlıklı olarak Türkiye’de Çerkes denilen kesimler Türkçe konuşuyorlar. Ortak dilleri Türkçe. Çerkesler daha Çerkes olmadan Türkleşmişler dersek haksızlık etmeyiz. Çünkü görüldüğü gibi Çerkes bir üst kimliktir. Çerkes ve Çerkesce hem var, hem yok. Aslında yok. Çerkesce’nin dil olması için bu dillerden birinin veya birkaçının birleşip kendini “Çerkesce” diye ifade etmesi lazım. İşte ancak o zaman sosyolojik olarak “Çerkesce” konuşan bu gruba Çerkesler adı verilebilinir. Bu henüz yok.

Şimdi, çoğunluğu kendini Türk kabul eden, ortak dili Türkçe olan ancak ufak bir aile içi soruşturmadan sonra; “aaa… benim büyük annem veya büyük babam Çerkes’miş” diyen bir toplumsal kesim var. Çerkesce yani, Abhazca, Osetçe veya Şapsığca bilmiyor diye biz bunlara siz Çerkes değilsiniz, diyebilir miyiz? Basından öğrendiğimize göre; eski Genel Kurmay Başkanımız Doğan Güreş, “Ben Çeçenim” diyor. Ama şahsen Doğan Güreş’in Çeçence’yi bildiğini sanmıyorum. Biz sayın Doğan Güreş’e hayır siz Çeçen, yani Çerkes değilsiniz, Türksünüz, diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Dersek gerçeği tam olarak ifade etmiş olamayız.

Çerkeslerin Ürdün ve Suriye’ye gidenlerin toplumsal durumu Türkiye’den daha farklı olmuş. Suriye ve Ürdün’de Çerkesler Kral ya da devlet başkanının en “has” adamlarını oluşturmuşlar. Tabi Çerkesce (yani, Abhazca, Çeçence v.s.) yerini önceleri Fransız sömürgesi iken Fransızca’ya ardından Fransızlar çekilince de Arapça’ya bırakmış. Bunlara kim Çerkes olmadıklarını söyleyebilir.

Balkanlar’da Çerkesler daha farklı bir tarih yaşamışlar. Çoluk çocuk, genç ihtiyar yaklaşık 1 milyon insan hayvan sürülerine dahi uygun olmayan şartlarda yaklaşık 400 bini yollarda telef olarak Osmanlı topraklarına gelirler.
Dr. Ali Tayyar Önder; “Osmanlı, Çerkesleri Balkanlara, Suriye’ye, Ürdün’e ve Anadolu’ya dağıttı. Arazi, köy verdi. Balkanlara iskan edilenleri Avrupalı istemedi. 1878 Berlin anlaşmasından sonra Çerkesler tekrar Anadolu’ya ve diğer Osmanlı ülkelerine dağıldılar.”(13) diyor.

Kafkasya’da kalanlar ise Sovyetler Birliği zamanında Rusça öğreniyorlar. Oluşmamış Çerkesce adeta yerini Rusça’ya bırakıyor. Nerede ise tüm Çerkes klasik eserleri Kiril Alfabesi ile ve Rusça yazılıyor. Tabi Kiril alfabesi ile aynı eserler Çerkes dillerinde de yazılıyor. Rusça etkiden dolayı birbirinin dilini bilmeyen Çerkeslerin ortak dili ise Rusça oluyor.

Bu göçler sırasında yolu Mardin, Siirt yönüne düşen Çerkesler ise bir süre sonra kendi ana dillerinin yerine Kürtçe’yi ikame ediyorlar. Türkçe’yi bu bölge insanının aksanı ile konuşuyorlar. Almanya’ya giden ve bugün 3.-4. kuşağın Çerkesleri Avrupa’yı giderken zaten Çerkesce’yi bilmiyordu. Orada ise ortak anlaştığı dil olan Türkçe’yi de kaybetti. Yerine Almanca’yı, İsveççe’yi v.s. koydu. Almanya’daki ya da İsveç’teki yeni kuşak Çerkes, Çerkesce dillerden herhangi birini bilmiyor. Türkçe’yi bilmiyor. Almanca olarak kendisinin Çerkes olduğunu söylüyor. Ne dersiniz bu kişi Çerkes midir?Türk müdür? Yoksa Alman mıdır?

Çerkeslerdeki dilin bu parçalı durumunu Kürtlerde de görüyoruz.

Kürtlerdeki dilin parçalı durumunun bir anlamda Çerkeslerden farkı yok. Kürtlerde Soranca, Goranca, Kurmançca ve Zazaca var. Soranca ya da Goranca konuşan, Kurmançca ya da Zazaca’yı anlayamıyor. Hangisi Kürtçe veya tek tek diğerlerinin her biri Kürtçe mi? Henüz belli değil. Çünkü Kürtlerde de sosyolojik olarak henüz kabile yapılanması söz konusudur. Normal gelişme seyrinde ya bir dilin diğerlerini elemine etmesi, yani tasfiye etmesi ve yerine kendi iktidarını kurması gerekiyor. O zaman ona Kürt denilebilir. Ya da her dilin ayrı bir etnik kimlik ifade etmesi gerekir. O zaman da birden çok Kürtçe v.s. oluşabilir. Ama tarihsel olarak bu iş için çok geç kalınmış. Nitekim Kürtlerde Çerkeslerden farklı olarak Zazalar; kendilerini Kürt olarak kabul etmiyorlar. Zazalar kendilerini ayrı bir etnik yapı olarak kabul ediyorlar. “Biz ne Kürt’üz, ne de Türk’üz biz ayrı bir etnik yapıyız. Biz Zaza’yız” diyorlar.

Bu düşünce doğrultusunda ayrı dil ve tarih çalışmalarını sürdürüyorlar. Konu ile ilgili kitap ve dergiler çıkarıyorlar. Bu farklı düşünce Kürtler ile Zazalar arasında sert denebilecek yazılı ve sözlü tartışmalar şeklinde devam ediyor.

Yarın bakarsınız Soranlar veya Goranlar da kalkıp ayrı bir millet olduklarını iddia edebilirler. Güney Kürdistan dedikleri bölgede Behdinan-Soran ayrımı benzer bir sinyali veriyor sayılır.

Türkiye’deki Gürcülerin Dil Etnisite ilişkisinin Çerkeslerden fazla farkı yoktur. Verilere göre yaklaşık 300 bin nüfusları ve parlamentoda 20 civarında Gürcü milletvekili var. Anadilleri ile ilişkileri açısından Gürcüler Çerkeslere oranla daha çok kendilerini Türk kabul ederler. Gürcüce bilen ve kuralları ile tam olarak dilini konuşan sayı nüfusa oranla küçük bir azınlığı oluşturuyor. Çıkardıkları dergilerde Gürcüce dil ve alfabe çalışmalarını Türkçe yapmaktadırlar.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra anavatanları olan Gürcistan ile daha yoğun ilişkileri olmuştur. Ama anavatanlarına göç gibi bir olay gerçekleşmemiştir. Anavatan’dakilerin dinleri Hıristiyan Ortodoks dilleri ise Gürcüce ve Rusça. Ama Türkiye’dekilerin dinleri İslam-Hanefi, çok küçük bir Ortodoks Hıristiyan’ın varlığından söz ediliyor. Türkiye’deki Gürcülerin ortak dili Türkçe’dir. Bir çoğu Gürcü olduğunun bile farkında değil. Aksanları Türkçe ile oldukça uyumlu. Konuşurken Türk olmadığı asla fark edilmiyor. Türkiye’deki Gürcülerin çoğunluğunun Türkleştiği’ni söylersek abartılı bir tespit sayılmaz. Tarihsel olarak Türkiye’deki Gürcüler Türkleşmişlerdir. Çoğunluğu kendini Türk kabul eder. Ama sosyolojik olarak bakıldığında etnik olarak Gürcü’dürler. Daha açıklayıcı ifade ile söylenirse; Türkleşmiş Gürcüler denebilir. Demek ki Gürcüler de Türkiye’de Türkleşebiliyor. Bir de Türkmen Alevinin de Kürtleşebileceğini kabul edebilsek.

Lazların da Türkiye’de dil-etnisite ilişkileri Gürcülerle Türklerin ilişkisine çok benziyor. Bizde Karadenizli olan herkese Laz deniyor. Burada kastedilen; dil bilen yani kendi anadilleri Lazca’yı bilen etnik Lazlardır. Türkiye’deki etnik Lazların; Artvin-Batum arasındaki Çoruh vadisinde yaşadıkları söylenir. İlçeler olarak; Rize, Pazar, Arhavi, Hopa, Ardeşen, Yusufeli ve Trabzon’un bazı ilçe ve köylerinde yaşarlar.

Lazların da büyük çoğunluğu Lazca’yı bilmiyor. Lazlarda önemli ölçüde asimile olup Gürcüler gibi Türkleşmişler. Dil bilenleri çok azdır. Kullandıkları ortak dil Türkçe’dir. Onlar da çıkardıkları kitap ve dergilerde Lazca dil ve gramerini Türkçe yardımıyla okuyucuya öğretmeye çalışıyorlar. Yani tıpkı İngilizce’yi öğretmeye çalışan Türkçe dilbilgisi kitapları gibi. Lazlar da Çerkes ve Gürcüler gibi önemli ölçüde Türkleşmiş bulunuyorlar. Çerkeslerin, Gürcülerin ve Lazların önemli bir kesimi kendilerini; “Türk Çerkes”, “Türk Gürcü” ve “Türk Laz” diye ifade ediyorlar. “Türk Kürt’ü” ya da “Kürt Türk’ü” tanımlarını belki de ilk ortaya atan Ziya Gökalp’in kulakları çınlasın. Bakın bu tanımlar Gökalp ile ne denli paralellik taşıyor.

Doğu Karadeniz’e gelmişken bir de o bölgedeki küçük bir etnik grup olarak kabul edilen Hemşinlilerin dil-etnisite ilişkisine değinelim. Hemşinliler, Çamlıhemşin, Borçka, Hopa civarında yaşarlar. Hemşinliler dil olarak Ermenice’ye benzer bir dil konuşuyorlar. Ama tam Ermenice kabul edilmiyor. İnanç olarak İslamiyet’e inanıyorlar. Kullandıkları yer ve insan isimlerinin önemli bir kısmı Ermenice veya Ermenice’ye yakın. Tarihçiler ve sosyologlar onların İslamiyet’i kabul etmiş Ermeniler olabileceğini söylüyorlar.

Doğu Hemşin denilen yörede Hemşince konuşuluyor. Batı Hemşin’de Türkçe konuşuluyor. Borçka ve Hopa’da konuşulan Hemşince Ermenice’ye daha yakın. Ortak kullanılan dil Türkçe. Hemşince büyük olasılıkla; Ermenice, Türkçe, Gürcüce ve Lazca’nın karışımı bir dil olabilir. Bunlara önce İslamlaşan ardından Türkleşen Ermeniler denebilir.(14)

Lazlar; Pazar’da, Sarp’ta Lazca konuşurken, Batum’da Gürcüce konuşuyorlar. Kafkas halkları ile ortak dilleri Rusca, Türkiye’de ortak anlaştıkları, konuştukları yaşadıkları dil Türkçe. Demek ki; hiç bir etnik grup tek dil ile anılmıyor. Tarihleri boyunca değişik dilleri konuşabiliyorlar. Her milliyetin bir dili olmak zorunda ama her dilin bir milliyeti olamıyor.

Hazar Türklerini saymazsak din ve ırk ilişkileri örtüşen ender toplumlardan birisi Yahudilerdir. Yahudiler Museviliğe inanırlar. 1948 yılında İsrail’in kurulmasına dek bir devletleri yoktu. İsrail’deki Yahudiler İbranice konuşuyorlar. Arap ülkelerinin bir kısmında uzun yıllardır bir kısmı yaşadığı için Arapça konuşurlar. 500 yılı aşkın bir zamandır Anadolu’da yaşayanların küçük bir azınlık dışındakiler Türkçe konuşur. İspanya’dan Osmanlı’ya gelenler Safaratça konuşurlar. Safaratça; İspanyol Yahudilerinin dili. Fransa’dakiler Fransızca, ABD’dekiler Amerikan İngilizce’si konuşurlar.

Türkiye’de yaşayan Yahudilerin de önemli bir kısmı Türkleşmiştir. Onlar için ortak dil Türkçe’dir. Kendilerini gönüllü olarak Türkiye’de vatan, vatandaşlık batı ile Türk saymaları elbette olumlu bir durumdur. Ama etnik kimlikleri açısından bunların tümüne Türk dersek sosyolojik tanımlama hatası yaparız.

Kürtlerin nasıl ki bazı istisnalar dışında tümü inanç olarak İslamiyet’in Şafii mezhebine mensupsalar, Yahudiler de bazı İstisnalar dışında tümü Musevi’dir. Kürtler ile Yahudilerin bu belirtilen açıdan sosyolojik bir benzerlikleri söz konusudur.

Türk-Ermeni ilişkilerinin tarihi de çok eskilere dayanır. Yakın dönemde bu iki halk arasında bazı hüzün verici olaylar da olmuştur. “Ermeni Tehciri” denilen olaylardan dolayı bazı Ermeniler bu olaya dahil olmamak için Kürtler ve Aleviler arasına gizlenmişler ve süreç içinde ise bir kısmı Kürtleşmiş veya Alevileşmiştir. Bu durumu birçok tarihçi, sosyolog ve antropolog yazdıklarında ifade etmektedirler. Hatta diasporada bu konuda yoğun çalışmalar da yapılmaktadır.

Türkiye’de yaşayan Ermenilerin çoğu anadilini unutmuştur. Lozan’da elde ettikleri temel haklara karşın Türklerle ve Kürtlerle içli-dışlı yaşamları onların bir kısmını Kürtleştirirken bir kısmını da Türkleştirmiştir. Türkiye’de yaşayan Ermenilerin ortak dilinin Ermenice olduğunu söylemek çok güçtür. Ermenice bilmedikleri halde önemli bir kısmı Ortodoks Hıristiyanlığı da bırakıp kendilerini İslam içinde görmekle beraber Kürtçe ya da Türkçe ama ısrarla Ermeni olduğunu ifade etmektedirler. Bu da toplumların ya da kişilerin çeşitli tarihsel-toplumsal olaylar nedeni ile dinlerini veya dillerini değiştirseler bile etnik kimliklerini savunmaktan kendilerini alıkoymamaktadırlar.

Prof. Dr. Orhan Türkdoğan; “Nasıl Türkmenler’de 1500’lerden itibaren Şiileşme bir sosyal gerçekse, aynı şekilde Zazalaşma ve Kürtleşme süreci de öylesine toplumsal bir olgudur” dedikten sonra Hütterrocht’un bir araştırmasında:“Varto Ermenilerinin Kürtçe konuştuklarını ve çoğu dilleriyle ilgili çok şeyi unuttuklarını” söylediğini yazıyor. (15)

Hıristiyan oldukları halde her nedense Lozan’da “Azınlık” sayılmayan ve azınlık haklarından yararlanamayan Süryaniler, Nasturiler ve Keldaniler de Kürtlerin yaşadığı Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nde yaşıyorlar. Onların din, dil, etnisite ilişkilerine baktığımızda şunları görüyoruz.

Süryanilik dinsel bir ayrım. Doğu Hıristiyanlığı denilen bir Hıristiyan ekolü. Hıristiyanlık içinde kendilerine özgü farklı yorumları var. Süryaniler, Türkiye dışında Irak’ta, Suriye’de, Ürdün’de ve son yıllarda göçlerle İsveç, Almanya ve ABD’de yaşıyorlar. İstanbul’da altın sektörü adeta Süryanilerin elinde.

Süryanilerin ana dillerinin Süryanice veya Suritçe olduğu biliniyor. Ama dar bir cemaat içinde konuşuluyor. Çoğunluk Süryani kesim bilmiyor. Kilisede ibadet dili olarak yaşıyor. Süryaniler; Mardin’de Süryanice konuşuyor. Diyarbakır’da Kürtçe, Irak ve Suriye’de Arapça konuşuyor, İstanbul’da Türkçe. Yurt dışına gidenler Süryanice’yi unutmuşlar. İsveç’teki İsveççe, Almanya’daki Almanca, ABD’deki Amerikan İngilizcesi konuşuyor. Hepsinin ortak anlaştığı dil Türkçe. Önemli ölçüde Türkleşmişler. Irak Başbakan yardımcısı yani Saddam Hüseyin’in baş yardımcısı Tarık Aziz’in Arap’tan, sanatçı Coşkun Sabah’ın Türk’ten farkı var mı? Ama her ikisi de Süryaniler. Yeri ve zamanı gelince, biri Türkçe biri Arapça diğeri de Almanca olarak Süryani olduğunu söylüyorlar.

Kendilerine son yıllarda Asuriler de diyen Nesturilerde dil, din, etnisite ilişkileri nasıl yapılanmış? Anavatanları Suriye. Kendileri, Irak, Suriye, Türkiye’de yaşıyorlar. İbadet dilleri Süryanice kendileri etnik olarak Asur. Asurice diye bir dilleri yok. Irak ve Suriye’deki Arapça, İstanbul’da yaşayanları Türkçe, Diyarbakır’dakiler Kürtçe, İsveç’tekiler İsveççe, ABD’dekiler Amerikanca, Almanya’dakiler Almanca konuşuyorlar. Ama kendilerini ne Kürt, ne Türk ne de Arap olarak niteliyorlar. Kendilerine Nesturi, kendilerine sosyolojik olarak yakın akraba olan diğer bir Asuri topluma da Keldani diyorlar. Keldaniler’in ibadet dilleri olan Süryanice dışında bir de anadillerinden bahsediliyor. Onun adı ise; Suritçe’dir.

Görüldüğü gibi toplumlarda tarihi süreçlere bağlı olarak dil, din ve etnisite ilişkileri çok farklılıklar taşıyor. Bu konuda değişimin durumundan dolayı konabilecek ortak bir kural oldukça zor. Hele adeta “Kavimler Kapısı” denebilecek Anadolu’da bu daha da zor.

Siz ne derseniz deyin Tunceli’den gelip Manisa-Akhisar/Beyoba Köyü’nde yaşayan Hozatlıların en yaşlısı Hasan Efendi bakın kendi etnik kimliğini nasıl anlatıyor? O, kendilerinin Hoca Ahmet Yesevi’ye bağlı olduklarını, O’nun soyundan geldiklerini ve Türk olduklarını ifade ederken görüşlerini aynen şöyle sunuyor; “Bizim soyumuz Oğuzlara dayanır. Orta Asya’dan Tunceli yöresine dedelerimiz gelmişlerdir. Soyumuz büyüklerinden, ceddimizden hep bunları duyardık. Türkoğlu Türk’üz. Kimse bizleri bu düşüncelerimizden ayıramaz.” (16)

Kürtçe ya da Zazaca konuşan yaşlı Aleviler ısrarla ama ısrarla kendilerinin Türk olduğunu vurgularken son yıllarda siyasi-ideolojik olarak Kürt siyasi hareketinin etkisinde kalan gençler ise Kürt olduğunu söylüyor. Ne yazık ki tarihin ve toprağın sesi gençler değil, yaşlılar olabilir. Aksi halde Elazığ-Bayındır Köyü’nden Muharrem Ercan Dede’nin şu dediğini nasıl yorumlayacağız. Muharrem Ercan Dede’in Köyü’nün adı Oğuz Türkmenlerin Bayındır Boyu’na ait. Kendi Sinemilli Ocağı dedesidir. Muharrem Dede diyor ki; Ben Elazığ’da büyüdüm, babam dedem bir kelime Kürtçe ya da Zazaca bilmezdi. Ben de bilmem. Biz Türk’üz, Türkçe konuşuruz. Amca çocuklarımız Erzincan’da İbrahim Dedeler onlar da bir kelime Kürtçe ya da Zazaca bilmezler. Bunu Erzincan, Elazığ, Malatya çevresindeki herkes bilir. Ama diğer amca çocuklarımız Elbistan-Kantarma taraflarına çok eskiden gitmişler ve bir kısmı Kürtçe öğrenmişler. Tunceli’deki akrabalarımızdan Zazaca konuşanlar var. Hepimiz aynı ocaktayız. Akrabayız. (17)

İşin ilginç yanı; Alevi Türkmen’in Kürtleşmesi’ne Abdullah Öcalan dahil Şafii Kürtler yani etnik Kürtler bu saptamalara soğukkanlı bakarken hatta doğrularken her nedense Alevi kökenli ve kendisini Kürt kabul eden bazı “aydınlar” ve gençler olağandışı kırıcı davranıyorlar. Hatta saldırgan tavırlar alıyorlar.

Ne yazarsak yazalım, onlar Alevilerin ne kadar iyi Kürtleştiğini yazıyorlar. Yani diyorlar ki bakın Alevilerin Kürtleşmesi yani asimilasyonu ne denli başarılı olmuş. Ne denli iyi Kürtleşmişler. Siz boşuna kalem eskitmeyin, çene patlatmayın. Peki bu yapılan da asimilasyoncu politikayı, asimilasyonu Kürt asimilasyonunu gönüllü olarak savunmak değil midir? Ona methiyeler dizmek değil midir?

Asimilasyon aynı zamanda toplumsal dönmelik olayıdır. Dönmelerin ise genel olarak asıllarından daha saldırgan oldukları tarihte örnekleri çok bilinen bir olaydır. Acaba Türkmen olup Kürtleşen bu azınlık kesimin bizim saptamalarımıza tepkileri toplumsal dönmelik duygusundan kaynaklanıyor olabilir mi?

Bu çalışma şüphesiz konu ile ilgili ne ilk ne de son çalışma olacaktır. Konu ile ilgili bundan önce olduğu gibi bundan sonra da çok şey okunup, yazılıp çizilecektir. Ta ki nesnel gerçeğe yaklaşılıncaya kadar, nesnel gerçeğe ulaşılıncaya kadar. Ben yıllar süren çalışmalarımı bir düzen dahilinde sizlerle paylaşmak istedim. Umarım amaçlanan şeyler tam olmasa da kısmen gerçekleşmiştir.

Yazımı bir Anadolu hayranı Sabahattin Eyuboğlu’nun “Mavi ve Kara”da yazdıklarını sizlerle paylaşarak bitirmek istiyorum:(18) “Halkımızın tarihi Anadolu’nun tarihidir. Paganmışız, bir zaman, sonra Hıristiyan olmuşuz, sonra Müslüman. Tapınakları kuran da bu halkmış, kiliseleri de, camileri de…. Bembeyaz tiyatroları dolduran da bizmişiz, karanlık kervansarayları da. Kah bozkıra çıkmışız, kah mavi denize. Sayısız devletler, medeniyetler bizim sırtımızdan yükselmiş. Yetmiş iki dili konuşmuşuz, Türkçe’de karar kılmadan önce…”

Bu sözün üstüne daha ne denir?

DİPNOTLAR

1) Claude Cahen, Osmanlı’dan Önce Anadolu’da Türkler, 1979, İst., s. 21, 22, 23.
2) Claude Cahen, a.g.e., s. 22-23.
3) Arthur Koestler, Onüçüncü Kabile, Say Yay., İst, 1976, s. 10.
4) İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, s. 401.
5) Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji, İstanbul, 1997, s. 238.
6) Selçuk Erenerol, Türk Diplomatik, Ekim 1995, İstanbul, sayı: 10.
7) Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, s. 352.
9) Cami Baykurt, Osmanlı Ülkesinde Hristiyan Türkler, 1933, İstanbul.
10) Mustafa Balbay, Yemen İzlenimleri, 2000, İstanbul, s. 130, 155, 156.
11) Prof. Dr. Ünver Günay, Prof. Dr. Harun Güngör, Türkler’in Dini Tarihi, 1997.
12) Fuat Bozkurt, Türklerin Dilleri, Cem Yayınları, 1994, İstnabul.
13) Dr. Ali Tayyar Önder, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 1999, Ankara, s. 138.
14) P. Andrew, Türkiye’de Etnik Gruplar, Lalar Bölümü.
15) Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji, s. 182, İstanbul, 1997.
16) Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Etnik Sosyoloji, s. 293 İstanbul, 1997.
17) Muharrem Ercan Dede, Karacaahmet Dergahı Başkanı, Sinemilli Ocağı dedesi, (kaynak kişi)
18) Sabahattin Eyuboğlu, Mavi ve Kara, İstanbul, 1988