KITIJ Cemil Biçer
Dedemin tek erkek çocuğuydu Hasbi dayım.
Bebekliğinden itibaren el bebek, gül bebek büyütülmüş; düşmeden eğilmemişti. Giyimi, kuşamı, davranışlarıyla tipik bir Çerkes mirasyedi mahdumuydu… Bekârdı, hiç evlenmemişti.
Gençliğini düğünden düğüne, kaşen-şeşen sarkacında geçirmiş ve dedemin hatırı sayılır servetini bu yolda “ezmiş”, nev’i şahsına münhasır bir yiğit adamdı.
Çarşamba’da ve köylerinde hatır sahibi, sözü dinlenir, selamı banka kredisinden daha sağlam sayılan bir mirasyediydi.
Koca bir serveti yemiş, şimdi yoksul duruma düşmüş ama hâlâ kuyruğu dik tutar, kimseye eyvallah etmezdi. İlçenin pazar kurulan Çarşamba günlerini hiç aksatmazdı.
Elinde kalan tek serveti, can yoldaşı Kabardey atını tımar eder, babadan miras gümüş işlemeli koşumlarıyla donatırdı.
Anneme bir gün önceden ütülettiği haki renkli “külot” pantolonunu, lacivert ceketini, yeleğini ve kolalı beyaz gömleğini giyerdi.
Körüklü çörçil ayağına geçirir, akşamdan közde yaktığı çakıldak fındığın yağı ile boyadığı kaytan bıyıklarını, arkasında horoz resmi bulunan cep aynasında düzeltirdi.
“Kokulu Kaşif” namı ile maruf esansçıdan alınmış hacı yağı parfümünü sürer, Serkisof marka (bozuk ve tamiri namümkün) gümüş köstekli cep saatini yeleğinin cebine iliştirir, avlunun ortasındaki binek taşına basarak atına binerdi. Bir heykel gibi dik ve mağrur ilçeye yollanırdı.
Bu hazırlanmalar ve kasaba yolculukları, ölümüne kadar yıllarca aynı özen ve titizlikle devam etti.
Nereye gider, kimlerle oturur, hep merak etmişimdir. Anneanneme sorardım çekinerek:
“Dayım nereye gidiyor her Çarşamba, nenej?”
Ve her seferinde nenejim aynı öfkeli tavırla:
“Cehennemin dibine!” derdi.
Cehennem, çocuk belleğimde süslenip gezilecek bir mekân olarak kalmıştır.
Yıllar sonra, komşu Çerkes köylerinden Emiryusuf’a bir cenazeye arabamla giderken yolda durmam için el kaldıran bir yaşlı amcayı aldım.
Selam, aleyküm selam faslından sonra yaşlı amca:
“Hangi köydensin, yeğenim?” diye sordu.
“Kızılot köyündenim.” deyince:
“Hasbi Ağa’nın köyü! Tanır mıydın Hasbi Ağa’yı?” diye sordu.
“Dayımdır.” dedim.
“Allah rahmet eylesin, büyük adamdı. Çok ekmeğini yedim, çok çayını kahvesini içtim.” dedi.
“Her Çarşamba uzun çarşıdaki beyler kıraathanesine gelirdi.” deyince, çocukluğumdaki nenejimin “Cehennemin dibi” sözünü anımsadım.
Çocukluk merakımı giderecek kişiyi yıllar sonra bulmuştum. Arabanın vitesini küçülttüm, amacım yol arkadaşımı konuşturup dayımın Çarşamba yolculukları hakkında bilgi edinmekti.
“Nasıl yani, tanır mıydın dayımı?” diye sordum.
Yaşlı adam derin bir nefes alıp anlatmaya başladı:
“Tanımayan var mı ki Adige Hasbi Ağa’yı bu ovada? Ruhuna rahmet, çok adı gibi hasbi bir adamdı. Ekmekliydi, verdiğini doyurur, vurduğunu da öldürürdü. Mertti, sözü senetti, bir muteberdi.” dedi, derin bir iç çekerek.
Ben cenazeye varmadan, Çarşamba ziyaretlerini öğrenmenin acelesiyle:
“Her Çarşamba çarşıya giderdi süslenip…” diyecek oldum ama duymadı bile, anlatmaya devam etti.
“Çok zengindi, koca bir serveti yedi ama har vurup harman savurmadı diğer Çerkes mirasyedileri gibi. Kapısına kim gittiyse boş dönmemiştir, hükümet gibiydi rahmetli.” diye devam etti.
Bu övgüler benim merakımın cevabı değildi. İçimden:
“Geç bunları, hacı dayı, geç! Sadede gel.” diyordum ama amca beni hiç umursamıyordu. Anlatmaya devam etti:
“Her Çarşamba giyinir, kuşanır, dillere destan Kabardey atıyla Çarşamba’ya gelir, Hancı Osman’ın hanına atını teslim ederdi. Suyunun, arpasının ve han masrafını bahşişiyle peşinen öderdi. Oradan berbere gider, sinek kaydı tıraşını olurdu. (Hâlbuki akşamdan muhakkak sakal tıraşı olurdu.) Dükkânda tıraş olmak için sıra bekleyenlerin de tıraş parasını öder, berber çırağına da yüklü bir bahşiş bırakırdı.
Sonra belediye meydanından Beşik Pazarı’na doğru vakur adımlarla yürüyüp şehir kulübüne giderdi…”
Olayın büyüsünü bozmamak için sessizce dinlemeyi sürdürüyordum. Nasıl olsa işin sonunda tüm çocukluk merakım olan “cehennemin dibi”ni öğrenecektim.
“Şehir kulübü dediğin yer öyle herkesin girebildiği bir yer değil… Hükümet erkânı, Çerkes, Gürcü ve birkaç tane de Türk ağanın ancak sualsiz girebildiği bir yer.
Hasbi Ağa bu kulübün el üstünde tutulan müdavimlerindendi. Eli bol, sofrası zengindi. Bulunduğu masada kimse elini cebine atmaz, atamazdı. Hasbi Ağa, masasında hesap ödenmesini hakaret sayardı. Garsonlar da haftalıklarından çok bahşiş aldıklarından Hasbi Ağa’nın masasının etrafında pervane olurlardı…
İkindi sonrası Hasbi Ağa şehir kulübünden çıkar, uzun çarşıdaki kıraathaneye gelir, kendisini davet edenlerin hiçbirinin masasına oturmaz, boş bir masaya geçer, Emirhan suyu ile şekersiz kahvesini içerdi…
Yine vakur, ağır bir edayla hanın yolunu tutardı.”
Cenaze evine gelmiştik. Dayımın yaşamına dair merak ettiğim şeylerin birçoğunu öğrenmiştim…
Umarım bir başka cenazede alacağım yol arkadaşımdan da kalanları öğrenirim.