Sezai Babakuş
16.08.2010
Bir önceki yazımı, 12 Eylül askeri darbesinin ardından başlayan kaç-kovala serüveni sonunda 2 Şubat (1981) akşamı derdest edildiğimi belirtmiş, Hasdal-Harbiye-Gayrettepe-Selimiye hattında sürecek 4,5 aylık bir mahpusluğa yol aldığımı söylemiştim.
Şişli emniyet binasındaki toplama merkezinde dahil edildiğim kalabalığın içinden üç kişiyi yakından tanıyordum; Hüseyin Baş, gazeteci-yazar, Barış Derneği’nden; Mehmet Akan, tiyatrocu, Dostlar Tiyatrosu kurucusu ve koreografı, Tiyatro Sanatçıları Derneği’nden; Metin Deniz, ressam-sahne tasarımcısı, Plastik Sanatçıları Derneği’nden. Üçü de TİP çizgisinden. Merhabalaştık. Diğerlerine loş ışığın belirsizliğinde şöyle bir baktım; bir-ikisini daha gözüm ısırıyordu ya da ismen tanıyordum, o kadar…
Sessiz geçen saatler sonunda, sabaha karşı hepimiz bir askeri kamyonun branda kaplı kasasına tıkıştırıldık. Başımızdaki nakil assubayı, nereye götürüldüğümüze ilişkin sorularımızı, “gidince görürsünüz” diye kestirdi. Cevap bilinmezlikten çok tehdit yüklüydü. İnişli çıkışlı arka yollardan savrula savrula yol aldık, şafak sökmek üzereyken brandanın yırtık aralığından Hasdal yamacını tırmandığımızı anladım. 12 Eylül için özel olarak hazırlandığı belli olan askeri kışlanın kum torbalarıyla, makinalı tüfeklerle, birkaç tank ve zırhlı araçla güçlendirilmiş nizamiye kapısını geçtik, avluya indirildik.
Hasdal’a hoşgeldik…
Kış buraya şehir merkezinden birkaç misli torpil geçmişti; yirmi santime varan kar, sahahın ayazı ve tepenin vınlayan esintisi birleşerek öyle titretti ki, “gidince görürsünüz”ün ne demek olduğunu anlamaya başlamıştık. Hasdal, hoşgeldiniz diyordu. Etrafta, gri ve hakinin kamuflajı altında çok sayıda bina vardı. Birbirine yakın iki büyük bina parmaklıkları, tel örgüleri, gözetleme kuleleri ve silahlı nöbetçi çokluğuyla yeni evimiz olduğunu belli ediyordu. Sanki, bu kışla hapisanesine girmeye can atacak hale gelelim diye bir süre dondurucu soğuğun elinde bekletildik. Sonunda assubay, yüzünde sinsi bir gülümsemeyle, “tek sıra, ileri marş” komutunu verdi. İkinci kata çıkarılıp bir koğuşa itildik. Pencere camları takılı olmayan, döşeksiz paslı ranzaların sıralandığı bir koğuştu. Bir umut radyatörlere dokundum, buzdandılar sanki. Burası, abartısız bir tanımla buzhaneydi. Rüzgar, insan kalabalığının içeriyi ısıtmasını engellemeye ayarlanmışcasına dışardaki ayazı sürekli içeriye üflüyordu. Soğuk, çekiç ve kerpeten gibiydi; bir sanki buzdan çivileri bedenimize çakıyor, diğeri ise bedenimizdeki uykusuzluk ve bitkinlik çivilerini söküp atıyordu. Artık tanışma zamanıydı.
17 kişiydik. Barış Derneği, Tiyatro Sanatçıları Derneği, Plastik Sanatçıları Derneği, Tiyatro Yazarları Birliği, Sinema Sanatçıları Derneği, İşçi Kültür Derneği, Şişli Halk Kültür Derneği, Kağıthane Temizlik İşçileri Derneği, Sular İdaresi Çalışanları Derneği, Milli Türk Talebe Derneği vs. temsilcileri… Birbiriyle alakalı alakasız şahsiyetler topluluğu. Hüseyin’i, Mehmet’i, Metin’i, Yurdaer’i, Göknan’ı, Sezai’si, Ramiz’i, Hıdır’ı, Mansur’u, Cavit’i, Cengiz’i, Temel’i, Remzi’si…
“Benim sizle işim yok” der gibi köşede kendi başına duran da sonunda kendini tanıttı; Adım Kamil, Tümbel-zab-der’denim. Neeee, neeee? Tümbel-zab-der. Tüm Belediye Zabıtaları Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği. Demek böyle de bir dernek varmış. Yetmezmiş gibi paltosunun düğmelerini açtı, metal aksesuarları pırıl pırıl zabıta kıyafetini gösterdi. İzahatı tamamladı: Derneğin başkanıyım, Kağıthane Belediyesi’nda zabıtayım, görevden eve döndüğümde yakaladılar, şapkamı almama izin vermediler…
Göründüğü kadarıyla gırgır bir ekiptik. Bir de gırgır bir asteğmen eklendi. On dakikada bir koğuşun kapısını açıp soruyor, “argadaşlar bura soğuk del mi?”. Koro halinde “evet” cevabını alıp kayboluyor, muhabbetin ısısını yükseltmişken tekrar gelip yeniden aynı soruyu sorarak soğuğu aklımıza çakıyordu. Biraz ısınmak için, koridorun ilersindeki tuvalete gidiş isteklerimiz arttı. Herşey asker gözetimindeydi.
Sabah 07:30 gibi iştimaya hazırlandık. Tek sıra olduk, koridora çıkarıldık, otuz-kırk metre kadar yürütülüp bir odanın hizasında beklemeye alındık. Asteğmen kapıyı tıklattı, sert sesin “gir” komutuyla kapıyı açtı, selam ve tekmil verdi: Görüş ve emirlerinize hazırız komutanım.
Bu komutan, başka komutan…
Okuyucuyu şimdiden uyarmak istiyorum. Bundan sonra olup bitenler, 12 Eylül askeri darbesinin faşizan ruhuna ve insanlık dışı uygulamalarına rahmet okutacak türdendir. Biraz sıradışıdır, komiktir, trajikomiktir. Yurdun dört bir yanında yüzbinlerce insanı kovuşturan-soruşturan, onbinlercesini hapse tıkan, binlercesini korkunç işkencelere tabi tutan, yüzlercesini sakat bırakan, onlarcasını işkencede öldüren, idam eden 12 Eylül askeri faşizmi, 2 Şubat akşamı toparladığı bizlerle sanki dalga geçmiştir. Biz de, 12 Eylül’ün o kösele suratına, bildiğimiz dilde ve becerimiz ölçüsünde nanik yapmışızdır. Yaşadıklarımız bir kara mizahtır. Hepsi gerçektir, gerçeğin katıksız halidir.
Komutan’ın önce jopu sonra kendisi gözüktü. Esmer teni, kısa siyah saçları, bıkkın bir bakışı vardı. Kimbilir bu koridorda kaç grubu karşılamış, kaç insana korku salmıştı. Adı Faik’di (soyadı bende saklı), rütbesi kıdemli binbaşı. Daha üst rütbeli olacak kadar yaşlı, hafif göbeklenmiş bedeni ile yorgun görünüyordu. Önce toplu bir gözatma, sonra tek tek inceleme. Sesi, bir kova çakıltaşının tahta bir döşemeye dökülmesi gibi kerçti: Artık benimsiniz, hepinizi tek tek tanımak istiyorum, nüfus kağıtlarınızı çıkarın.
En baştaki zabıta, faydası olur uyanıklığıyla paltosunun önünü açmıştı. Binbaşı bir zabıtaya bir nüfus kağıdına baktı, “bir zabıta eksikti, sizde mi devlete başkaldırdınız be!” diye tısladı. Kanunlarla kurulmuş dernek mavalına kulak asmadı, bir sonrakine geçti. Tiyatrocu, sinemacı, sucu, vs. derken yanımda saf tutan gazeteci abi’ye Hüseyin Baş’a sıra geldi. İriyarı ve şişman bir cüssesi (sanırım yüzelli kilo kadar), gürbüz bir çocuğunki kadar saf bir yüzü vardı. Partidaşdık ve birçok projede birlikte çalışmıştık. Gözlerinden yüksek tansıyon hastasıydı, nöbet geldiğinde insanı tedirgin edecek kadar tiklerdi. Binbaşı onun karşısında çaresiz gibiydi. Elindeki sarı basın kartını görünce hiddetlendi: Nüfus kağıdı dedik, nüfus kağıdı!
-Efendim, yanımda nüfus kağıdı yok. Bu basın kartı devletin verdiği resmi bir kimliktir.
-Devletin verdiği kimlikleri bilirim, herkes yanında nüfus kağıdı taşıyacak dendi. Televizyonda radyoda her saat söyleniyor, gazeteler hergün yazıyor. Senin haberin yok mu?.. Bir de gazeteciymiş!..
Sarı basın kartı bile iş yapmamışken benim kıçı kırık THA kimliğim neye yarardı. Hemen cebime koyup, nüfus kağıdımı çıkardım. Hüseyin abi ısrar ediyordu ve sesi sinirliydi;
-Bu kart nüfus kağıdı kadar geçerli resmi belgedir, efendim!.
-Bak hala cevap yetiştiriyor! Kardeşim hiçbir kimlik nüfus kağıdının yerini tutmaz. Ben şunca yıldır ordudayım, ordunun verdiği subay kimliği senin basın kartından daha mı az resmi, daha mı az değerli, hayır, yine de nüfus kağıdımı yanımdan eksik etmem.
Elini önce gömleğinin cebinde, sonra ceketinin ceplerinde, pantalonun arka ceplerinde gezdiriyor. Yok. İspatlayacak ya, odasına gidiyor, söylene söylene çekmecelerini karıştırıyor, aksilik bu ya orada da yok. Hışımla dönüyor, sanırım öbür ceketimde evde kalmış, diye mazeret bildiriyor. Sonra gürlüyor: Zaten mevzubahis olan benim nüfus kağıdım değil, sizinki!
Artık iş işten geçmiştir, ne kadar gürlese de boşunadır. Otorite iflas etmiştir. Bırakın bizi, asteğmen bile gülmemek için kendini zor tutmaktadır. Dahası var.
Baba adı Nazım, ana adı Hikmet olursa…
Hüseyin Baş’ın baba adı Nazım, ana adı Hikmet’tir. Bu, kaderin hoş bir cilvesidir. Basın kartlarında da, diğer kimliklerde olduğu gibi adı, soyadı, baba adı, ana adı vs. soru kısımları matbu basım olduğu için küçük puntolarla, karşılıkları ise daktiloda daha büyük puntolarla yazılıdır. Dolayısıyla “Nazım” ve “Hikmet” Binbaşı’nın hemen dikkatin çekmiş ve fena halde oyuna getirmiştir; “demek Nazım Hikmet’in oğlusun ha”, diye merak ve bilgi patlamasında bulundu: İyi bilirim şiirlerini, iyi!.. İyi derkenki ifadesi suç tanımlaması yapmaktan çok gizli bir hayranlığı anlatır gibiydi.
Nazım Hikmet meselesi ordu mensupları için tam bir paradokstur. Darbenin lideri Evren de dahil olmak üzere yukardan aşağıya tüm muvazzaf subayların, askeri lise, harb okulu sıralarında ve sonrasında Nazım Hikmet’in pek çok şirrini okuduğuna, hiç değilse birkaçını ezbere bildiğine, hatta yalnız başlarınayken yüksek sesle ve gözleri dolarak okuduğuna kalıbımı basarım. Yine de Nazım Hikmet adı 12 Eylül darbesinin “en sakıncalılar” listesinin ilk sırasındadır, tüm baskınlarda kitapları suç unsuru olarak toplanmış, el konulmuş ve imha edilmiştir. Memleketten asker manzaraları böyleydi işte…
Hüseyin Baş zeki biridir, Binbaşı’nın ikinci kez madara olmasının ağır bedel ödeteceğini şıp anlamıştır, hafifce eğilerek kulağına fısıldar, “efendim, o Nazım Hikmet’in oğlu değilim, tesadüfen babamla anamın adları herkesi böyle yanıltmaktadır” diye izah eder. Binbaşı biraz bozarmıştır ama kulyutmaz bir edayla gülümser, “tamam tamam, uzatma” diye mevzuyu kapatır.
Binbaşı sadece yorgun ve bıkkın değil aynı zamanda gel-gitleri olan matrak bir adamdı, gün geçtikçe daha da iyi anlayacaktık. İlk raundda madara oluşunu örtbas etmenin en kestirme yolu, burnumuzu sürtmekti. Asteğmene emir verdi: Bunları biraz daha o koğuşta tutun da akılları başlarına gelsin!…
Bir saat sonra asteğmen buzhanenin kapısında göründü: Metin Deniz beni takip etsin… Yirmi dakika sonra koğuş kapısı açıldı, Metin’in ağzı kulaklarındaydı, “arkadaşlar benden torpillisiniz, haydi sıcak bir koğuşa geçiyoruz” dedi. Asteğmen, “yürüyün argadaşlar” diye tamamladı.
İlk torpil Selimiye’den…
Böylece Binbaşı’nın odasının karşı çaprazındaki cennet koğuşa ulaştık. Pencerelerinde cam, ranzalarında döşek ve battaniye, radyatörlerinde sıcaklık vardı. Öğrendik ki, Metin Deniz’in hala oğlu kurmay albaydı ve Selimiye’deki 1. Ordu Komutanlığı’nda görev eylerdi, İstanbul’da kuş uçsa haberi olurdu, haberi oldu ve Metin’in izini hemen buldu. Biz de nasiplendik.
İki asker, koğuşa sabah karavanası getirdi; yüzer soğanlı mercimek çorbası, bol ekmek. İçimiz ısındı, keyfimiz yerine geldi. Binbaşı gelip hal hatır sordu.
Öğleye doğru ortalık telaştandı, Binbaşı koşturdu, merdivende rap rap sesleri yankılandı. Gelen, torpilimiz albaydı. Başka bir albay, bir yarbay ve birkaç alt rütbeli zat refakat ediyordu. Metin’le kucaklaştı, hepimizi güven duymaz bakışlarla süzdü, selamladı, Metin’i de alıp Binbaşı’nın odasına geçti. İyi sonuçlar bırakarak gitti; asteğmen istersek koğuş kapımızın açık kalacağını, koridorda volta atmanın serbest olduğunu, koridorun sonundaki banyo-tuvalet bölümünü istediğimiz zaman istediğimiz kadar kullanabileceğimizi söyledi. Koltuğundaki tavlayı uzattı, “Komutanım yolladı, canınız sıkılmasın diye” dedi. Forsumuz yerindeydi.
Öğle karavanası geldi, mercimek yemeği ve bol ekmek. Hüseyin Baş, karavanaya eşlik eden pasaklı ere hiddetlendi: Bırak o hayvan yemini dağıtmayı, git mutfak çavuşunu getir bana. Asker, teklemez bir itaaatle koşturdu. Yanında bir onbaşıyla çıkageldi. Hüseyin abi onbaşıya sert baktı, cüssesini tehditkar bir abartıyla titretti: Bir daha yemek diye bize böyle şeyler gönderirsen kendini ölmüş bil, kırkbirinci leşim olursun ona göre!.. Onbaşı neye uğradığını ne diyeceğini şaşırdı, “malzeme yok, efendim” diye kekeledi. Bizimki bastırdı, “başçavuşa söyle zulayı patlatsın, yallah şimdi”. Zavallı onbaşı kuyruğunu kısıp tozoldu. Akşam karavanası daha özenliydi, içinde birkaç kıymanın kurtcuk gibi yüzdüğü bol sulu patates yemeği. Hüseyin abi’nin lakabı “melek yüzlü katil” olmuştu.
Akşam hüznü çöktü. Ranzaların pas kokusuna sigara ve insan kokusu eklendi. Ayak kokularına mercimek gazı karıştı. Metin Deniz’i koğuş amiri yaptık, beni yardımcısı. İlk disiplin, koğuşun havalandırılması, herkesin gaz salınımını koridorda yapması, ayakların ve çorapların yıkanması, az sigara içilmesi oldu. Fıkralar, hikayeler eşliğinde derinlemesine tanışma ve birbirini tartma muhabbetleri koyulaştı. Bu koca bina elbet sadece bizim için hazırlanmamıştı, acaba diğer bölümlerde kimler vardı ve ne haldeydiler?..
Gecenin bir vaktı, volümü ve titreşimi giderek artan bir mırıltıyla uyandık. Işığı yaktık. Talebe Birliği’nin içine kapanık genci, üst ranzanın ortasında bağdaş kurmuş gözleri kapalı vaziyette dua transındaydı. Mırıltısının ritmeyle öne arkaya eğilip sallanıp duruyordu. Seslenmelerimizi duymadı, sertçe dürtüklemelerimizle kendine geldi. Boş boş baktı, hiçbirşey demeden ranzasına uzandı. Koğuşun kara kutusu oydu. Yine de, arada bir tekrarladığı ruhsal-dinsel seanslar dışında fazla arıza çıkarmadı.
Ertesi güne kendini menemen sanan bir bulamaç, kepçeyle servis edilen çay iddiasında şekeli bir ılık su ve taze ekmekle başladık. Tehdit işe yaramıştı.
Öğleyin ilk ziyaretçiler görünmeye başlandı. Önce Metin Deniz şürekası, eşi, abiyi, kızkardeşi, bir avukat arkadaşı. Sonra Hüseyin Baş’ın Fransız eşi, Barış Derneği avukatı. Mehmet Akan’ınkiler, diğer tiyatrocuların yakınları. Bunlar geniş çevresi olan insanlardı, izleri çabuk sürüldü. Her gelen sigara, çikolata, çay, kahve, salam, peynir vs. demekti. Koğuşun en serin köşesini erzak deposu olarak düzenledik. Ganimet ortaktı, amiri bendim.
Aziz Nesin, Genco Erkal, Bilgesu Erenus sahnede…
Asıl sürpriz öğleden sonra oldu. Aziz Nesin, Genco Erkal, Bilgesu Erenus ve yanlarında birikisi avukat on kadar muteber şahsiyet çıkageldi. Bu, ünlü düşkünü ve Aziz Nesin hayranı Binbaşı’nın tamamen koğuşumuza teslim olması demekti. “Artık benimsiniz” demişti, bizi ilk gördüğünde. Şimdi işler değişmiş, O bizim olmuştu…
Hasdal’da kaldığımız sürece Aziz Nesin ve beraberindekiler üç-dört kez ziyarete geldi. Onları başka aydınlar izledi. Binbaşı gelen tüm ünlülere güleryüz gösteriyor, yakın muhabbet kuruyordu. En çok da, en ünlü olan Aziz Nesin’le…
Sözü gelmişken, 12 Eylül’de aydınlarımızın büyük bir sınav verdiğini belirtmek isterim. Darbenin hemen akabinde örgütlü mücadelenin içinde yer alan, kıyısında duran ya da bağımsız yürüyen tüm aydınlar ortak tavır ve dayanışma oluşturdular. Dışarda kalanlar, içerdekilerin halini ahvalini takibe başladılar. Bir avukatlar ordusu bu dayanışmaya destek verdi. İçeri alınanların sayısı arttıkça dışardakilerin insanı ve vicdanı huzursuzluğu da katmerleniyordu. Hatta bazı aydınlar kendilerinin dışarda kalmasına içerlemeye bile başlamıştı. Örneğin TKP çizgisinin şairlerinden Yaşar Miraç’ın (nam-ı diğer ‘lacivert şair’) vicdan muhasebesini iyice abartarak, birkaç kez küçük valizini hazırlayıp Selimiye kışlasına, olmadı Gayrettepe siyasi şubeye teslim olmak için gittiği, “listelere bir daha bakın” ısrarlarına rağmen kendisiyle ilgili herhangi bir soruşturma ve arama olmadığı için kös kös geri döndüğü bilinen bir vakadır. Memleketten aydın manzaraları işte böyleydi…
Gelen-gidenler hem sevindirmiş hem hüzünlendirmişti. Hasret ayaklandı. Benden yana henüz ziyaretçi yoktu, ne sevgili, ne dost, ne aileden biri. Akşam ranzanın pası yüreğimi daha bir esir almıştı sanki. Neyse ki zaman akıyordu, birkaç gün sonra sevgili çıkageldi, yanında partili bir avukat dost. Bahşişiyse bir koli dolusu seçme ihtiyaç maddesi. Herkesin selamı vardı, herşey eskisi gibiydi. Üç gün sonra da valide-peder çıkageldi. Sendikacı birader Davutpaşa’dan Metris’e nakledilmişti, geçen hafta görüşmüşlerdi, iyiydi. Bundan sonrası vız gelirdi.
Binbaşı’yla ilişkilerimiz sınır tanımıyordu. Bir sabah eşini ve küçük kızını getirdi, bizle tanışsınlar diye. İyi insanlardı. Kadının elinde taze kurabiye tepsisi, kızın elinde birkaç Asterix cildi. Güleryüz eşliğinde koğuşa hediye ettiler. Dedim ya, gerçeküstülük işbaşında. Aynı günün öğleden sonrası Binbaşı koğuşun tavla şampiyonuyla maç yapmak için geldi. Şampiyon Metin Deniz’di, ayaklarına basışımıza, koluna çımdık atışımıza aldırmadan Binbaşı’yı iki mars bir düz etti. Neyse ki cezası hafifdi; üç saat süreyle koğuş kapısı kapanacak, koridara çıkılmayacaktı.
Özgürlük vergisi, bloody mary-çiğ köfte partisi…
Ertesi sabah Binbaşı’nın iyi saatte olsunları azıtmıştı, “dışardan istediğiniz bir şey var mı, yiğecek içecek falan” diye sordu. Zabıta Kamil fırsatı kaçırmadı, atıldı: Komutanım Kağıthane’ye bir inebilsem, hertürlü ihtiyacımızı sırtlanır gelirdim evelallah”. Binbaşı duraksadı, düşündü, konuştu: Hadi öğleyse hazırlan, şöförüm seni jiple götürsün, üç saat iznin var…
Daha neler görecektik. Burnunun morumsu kızarıklığından ve huşu yüklü bakışından alkol müdavimi olduğu anlaşılan tiyatrocu Yurdaer baba zirve yolunda bir adım daha attı: Acaba az biraz votka, domates suyu, karabiber ve birkaç limon mümküm müydü, ilaç niyetine. Binbaşı yine duraksadı, duyulur duyulmaz bir sesle “olur” verdi ve ekledi: Votka su şişesinde gelsin…
Evet, bir askeri kışlada 12 Eylül’ün faşizan ruhuna nanik yapmak böyle birşeydi
Zabıta siparişleri aldı, uzatılan paraları “sonra halederiz” diye geri çevirdi. Koli koli nevalelerle döndü. Şiparişler tamamdı, üstüne kat be kat fazlası eklenmişti. Zabıtanın dediğine göre, hepsi Kağıthane esnafının dayanışma duygularının bir tezahürüydü ve elbette bedavaydı. İşin aslıysa başka; Kağıthane’ye iner inmez evden şapkasını alıp zabıta aksesuarını tamamlamış, sonra gözüne kestirdiği dükkan ve imalathanelere denetime başlamış. Komutan jipi ve emir eri işini kolaylaştırmış. Gelsin sucuklar, salamlar, pastırmalar, çeşit peynirler, çikolatalar-şekerlemeler, sigaralar, meyvalar, salata malzemeleri..etmedi çiğ köfte kıyması, harcı. Votka dolu su şişeleri, kutu kutu domates sularu, bir de cin ve tonik eşantiyonu… Sabunu, şampuanı, traş makinaları, havlular… Zabıtamız, askeri rejimin korumasında esnaftan böyle sağmıştı dayanışmayı.
Biraz güldük, biraz söylendik; ayıptı, gasptı, hırsızlıktı, etik değildi vs. Zabıta raconu kesti: Ah be okumuş cahiller, ne bilirsiniz zabıta-esnaf ilişkisinin diyalektiğini. Bunlar hep olur. Hele şimdi hayda hayda olur. Biz içerde onlar dışarda, biraz özgürlük vergisi ödedilerse ne olmuş yani…
Günün akşamında büyük ziyafet vardı. Artık Hasdal, bizim için “Hasdal Palas” olmuştu. Ve ben, bloody mary denilen votka-domates suyu-karabiber kokteylini ilk kez Hasdal’da tadarak içki kültürüme bir halka eklemiş oluyordum. Çiğ köfte eşliğinde olması da cabası. Absürtlüğün sınırı yoktu. Tiyatrocu, sinemacı, gazeteci taifesi böyledir işte. Bırak kışlayı, camiye koy ertesi günü meyhaneye çevirirler alimallah.
Zabıtanın “özgürlük vergisi” tanımı tutmuştu. Bundan feyz alanlar dışardakilerin burnunu sürtmeye başladı. Ne kadar zor bulunur nevale varsa istenir oldu. Bazıları ancak havaalanı free-shop’larından bulunabilecek çikolatalar, sigaralar-pürolar, kahve-çay çeşitleri vs… Madem içerde olmamızdan üzüntü duyanlar vardı, eh biraz vergi ödeyerek kendilerini iyi hissedebilirlerdi. Kaprisin, fırsatçılığın bu kadarına pesti doğrusu.
Hasdal’ın asıl yüzü…
Özgürlük alanımızın genişlemesi Hasdal’ı keşfetmemize de yardımcı oluyordu. Bir ayın onunda, bizim bulunduğumuz binanın bölümlere ayrılmış “gözetim istasyonu” olduğunu, binada bizim gibi son haftalarda toparlanmış gruplar bulunduğunu, büyük çoğunluğunun yine bizim gibi legal siyasi örgütlerden veya derneklerden olduğunu öğrendik; TSİP, Vatan Partisi, İlerici Kadınlar Derneği, Öncü Kadınlar Birliği vs. Kadınlar koğuşu, geçişi demir kapıyla engellenmiş yan koridordaydı. Onlardan sonra yine geçişi demir kapılarla engelli diğer koridorlar ve koğuşlar yer alıyordu. Aramızda, bazı askerlerin tedirgin yardımseverliği sayesinde bir iletişim köprüsü kurmuştuk. Hatta gece vakti kısa ziyaretler gerçekleştirmiştik. Durumları hiç de iç açıcı değildi. Binbaşı’nın hoşgörüsü onlara değmemişti. Elimizin ulaştığı tüm koğuşlara stoklarımızın elverdiği kadarıyla sigara-yiğecek gönderiyorduk.
Alt rübbeli subaylar ve askerler bize nasıl davranacaklarını şaşırmışlardı. Hepsi Binbaşı’dan çok korkuyordu. Hatta bir-ikisi, “siz onun güleryüzüne aldanmayın, ne zaman ısıracağı belli olmaz” diyerek rehavete kapılmamamızı öneriyordu.
Asıl şok, diğer binada olanları öğrenmeye başladığımızda çarptı. Burası illegal örgütlerden toplananların yeriydi. Ve hepsi yokluk, kıtlık ve asker insafsızlığı altındaydı. Sıra dayakları, falakalar, soğukta tutulmalar, aç bırakılmalar, yakınlarıyla görüşme yaptırmamalar, sık sık sorguya götürülüp işkence edilmeler… 12 Eylül’ün gerçek yüzü diğer binada işbaşındaydı. Ve o binanın da amiri bizim Binbaşı’ydı. Zabıta, “bize ne ordakilerden” demeye yeltense de öğrendiklerimiz midemize oturmuş, iştah ve neşemizi kaçırmıştı. Aklımız ordaydı ama elimiz uzanamazdı. Binbaşı’ya bunu sorduğumuzda, “çok meraklısınız, çok” diye kestirip attı. Evet, fazla meraklıydık. Ve yüzleşme gecikmedi. Sorgu günlerimiz gelip çattı…
Gece vakti, sorgu vakti…
İlk celp banaydı. Gecenin bir vakti iki asker geldi, nizamaye kapısına götürdü. Başka ikisi geldi, gözlerimi bağladı. Bir araç sesi, askeri mi sivil mi belirsiz. İçeriye ittiler. Sanki epey yol gittik ya da kurnaz taksiciler gibi gereksiz dolaştırmalar oldu, indirildim, hapılar açıldı bir odaya götürülüp bir kahvehane iskemlesine oturtuldum, ellerin arkadan bağlandı. Zifiri karanlıkta uzun bir sessizlik. Neden sonra, Tanrıdan yetki almışcasına bir ses aniden ünlendi: Sen komünist misin, lan! Demek odada bakışlarını sessizce üzerimde dolaştıran biri ya da birileri vardı. Vereceğim cevabı tarttım: Biz kendimize sosyalist diyoruz…
Bir şimşek çaktı, yüzümün sol tarafında. Bir an Maçagoa dedeyi görür gibi oldum, “sık dişini evlat” diyordu sanki. Aklınızda bulunsun; böyle durumlarda, yani başınız sıkıştığında ya hayalgücünüzü kullanıp kahramanlarınızı yardıma çağırın ya da içinizdeki muzipliğe sarılıp dalganızı geçin. Kaşım patlamıştı, kanın ılık akışını hissettim. Bloody mary’nin intikamı dedim kendi kendime. Yine uzunca bir sessizlik. Partideki görevin ne!. Bu kez başka bir sesti. Demek mesele İşçi Kültür Derneği değil Parti’ydi. İyi de, benden önce Parti’den epey kişinin gözaltına alındığını duymuştum, onlar nerede tutuluyordu. Ben neden onların olduğu yerde değildim?.. Merkez büroda profesyonel olarak çalıştığımı, bir de Sarıyer İlçe yönetiminde bulunduğumu söyledim.
Sırdıma sert bir job darbesi. Peşisıra üç-dört vuruş daha. Şimdiye kadarki eğlencenin ve safahatın faturası gibiydi, sarstı. Yine sessizlik. Bu kez beni aşan bir soru: Sovyetler ne zaman Türkiye’ye işgale girişecek!.. Allah allah, bu da nerden çıktı. “Böyle bir işgalden haberim yok, bilmiyorum”. Enseme okkalı bir Osmanlı tokadı, sırtıma birkaç yumruk: Yalan söyleme, Sovyetler’e bağlı değil misiniz, size ne talimatlar verdiler… Biz legal bir partiyiz, anayasal bir kuruluşuz, dediğinizi anlamadım. Kaval kemiğime sıkı bir tekme. Tanrısal ses yeniden gürledi: Bırak palavrayı da söyle, Sovyetler’in nasıl bir işgal planı var… Bu zavallı sorgucular kendilerini Sovyet işgali paranoyasına iyice kaptırmış gibiydi. Ya da bizi pataklamak için bahane kıtlığı çekiyorlardı. Valla bilsem söylerim de, böyle bir işgal planından haberim yoktu.
Sorgucu sesini yükseltip sorusunu birkaç kez tekrarladı, ben de cevabımı: Bilmiyorum, bilmiyorum!.. Sonra ellerimi çözdüler, ayağa diktiler. Sorgucu kulağıma tısladı: İyice düşünmen için sana zaman vereceğiz, bir dahaki gelişinde bu kadar kolay olmayacak. Hiç tınmadım. Daha sıkılarını görmüş geçirmiştim.
Aynı güzergahtan nizamiye kapısına bıraktılar. İki asker omuzlarıma girdi, koğuşa kadar eşlik etti. Herkes merakla bekliyordu. Halimi görünce paniklediler. Olanları sakin sakin anlattım, telaşa gerek yoktu. Ne çare, hepsinin asabı bozulmuştu. Demek şimdiye kadar cehennemin reklam bölümündeydik, faşizm kendini göstermeye başlamıştı vs. abartılı yorumlar kaynatılmaya başlandı. Deep sakin biriyimdir. Dayak yemenin huzuru içinde düşündüm. Onca insana yapılanların, işkencede öldürmelerin, idamların yanında bize vurulan bir-iki fiskenin lafı mı olurmuş. En sessizi Yurdaer baba’ydı. Zulasından votka çıkardı, birazını sek içirdi, birazıyla kağıt mendil eşliğinde pansuman yaptı. Votka her derde devaydı, çabucak sızdım.
Asker ve gardiyan kişiliklerin çatışması…
Sabah yara bereler kaskatıydı. Binbaşı hışımla girdi koğuşa. “Çıkar üstündekileri” dedi. Tepeden tırnağa gözattı. Neler olduğunu sordu. “Hayvanlar”, diye sesini yükseltti: İşkence yok, dayak yok, hırpalama yok dedik kaç defa. Bunlar polis değil, sadist pezevenkler. Ama izin vermeyeceğim. Bundan böyle bu kışlada kimseye fiske vuramayacaklar…
Asteğmene talimat verdi: Sorgulamak için kimi alırlarsa yanına iki silahlı asker ver, katiyen yalnız bırakmasınlar, sorgu onların gözetiminde yapılsın. Birine kötü muamele yapılırsa seni sorumlu tutarım, bilmiş ol!… Hızlı adımlarla odasına gitti. Telefon konuşmaları yankılanıyordu. Tepkisi, tavrı rol değildiyse polise meydan okumaktı.
Sonraki hafta ortalık sakindi. Bizim koğuştan kimseyi sorguya almadılar. Votka, yaralarımı hızla iyileşdirdi. Bakıma muhtaç konumundan yeniden koğuşun eşit vatandaşı konumuna geçtim. Sonra yeniden sorgular başladı. Her alınana iki silahlı muhafız eşlik etti, kimseye fiske vurulmadı. Binbaşı sözünü dinletmişti. Sorular üç aşağı beş yukarı aynıydı; Sovyetler’in işgali ne zaman ve nasıl zırvalığı. Beni unutmuş gibiydiler.
Diğer koğuşlarla, özellikle diğer binadakilerle ilgili öğrendiklerimiz ve benim uğradığım şiddet herkesin suratını düşürmüştü. Binbaşı üzerimizdeki karamsarlığı dağıtmak için en uç noktada bir adım attı: Bundan böyle hergün içinizden birine izin vereceğim. Altınızda bir jip, emrinizde bir şoför olacak. Akşam beşte geri dönmek üzere istediğiniz yere gidebilirsiniz. Geri dönmeyen beni de yakar kendini de, ona göre. İzin sıranızı kendiniz belirleyin…
Bu bize kuşkulu-şaibeli bir teklifmiş gibi geldi. Uzun uzun tartıştık, tarttık. Metin Deniz, tereddütlerimizi gidermek için Binbaşı’yla bu meseleyi başbaşa görüşerek üzere izin istedi. Döndüğünde, kendinden emin bir ifadeyle Binbaşı’nın ruh halini ve davranış psikolojisini anlattı. Adam kendi kendiyle hesaplaşma içindeymiş. 12 Eylül’den beri olup bitenleri sorguluyormuş. Asker kişiliğiyle buranın gardiyanı olma kişiliği arasında bocalıyormuş. Hepimiz legal kuruluşlardan olduğumuz için suçlu gözüyle bakmıyormuş. Bize inanıyormuş ve sadece yardımcı olmak istiyormuş vs…
Metin, dramatik ve canalıcı tesbitini patlattı: Geçmişiyle kavgalı, vicdanı rahatsız. Belki bizi, vicdanını rahatlatmak ve kendini tedavi etmek için kullanıyor… Hoppala. Yahu kendi derdimizi bıraktık da baş gardiyanımızın vicdan azabıyla mı uğraşacağız. Tutsak mıyız, doktor mu?…
Oyladık, doktorluğu seçtik. Şehir izni caizdi ve kullanılacaktı. Koğuş dostluğu bana torpil geçti, bunu hak edecek kadar dayak yemiştim. Hüseyin abi ile bakıştık. Git dedi, Git hava al biraz. Daha burada ne kadar kalacağımız, nelerle karşılaşacağımız belli değil. Madem bir trajikomiğin içine yuvarlandık, rolümüzü oynayalım bari…
Ertesi sabah Hasdal yamacından inerken, asker şoför konuştu: Komutan siz geldikten sonra çok değişti, çok. Lakabı kemikkıran’dır. Sizden öncekilere çok çektirdi. Bize de tabi. Şimdi yeniden insan oldu desem, doğrudur. Herkese iyi davranıyor, Allah bozmasın. Geçen hafta eşiyle birlikte Aziz Nesin’in davetine katıldı, çocuklar gibi sevinçliydi…
Şehir turu, bir iki…
Küçük bir şehir turu, bir saat valide-peder ziyareti, bir saat sevgili muhabbeti, birkaç dost-arkadaş görüşmesi, ufak tefek alışveriş molası, küçük bir Boğaz turu. Hava almak iyiydi. Biraz da düşündürücü. Dönmesem ne olurdu acaba? Güveni ve iyiniyeti suistimal etmek buna denirdi. Binbaşı, “dönmezseniz beni de yakarsınız kendinizi de” demişti. Öte yandan, sorgucu’nun verdiği gözdağı aklımın bir köşesindeydi. Zor bir durumdu. Yurtdışına kaçamayacağıma göre mecburi istikamet Hasdal’dı.
Yurtdışı deyince, 12 Eylül’den sonra bu şansı kullanan pekçok dostumu, tanıdığımı hatırladım. En çok da Behice Boran’ı ve Sümeyra Çakır’ı. Behice Boran TİP’in genel başkanıydı. Parti’de O’nunla aynı binada ve aynı katda çalışmıştım ve beni çok severdi. 12 Eylül’ün ilk günleri Avrupalı sosyalistlerin yardımıyla önce Fransa’ya oradan da Belçika’ya geçti. Bir daha Türkiye’yi göremedi, 7 Ekim 1987’de (77 yaşında) Brüksel’de öldü. Sümeyra Çakır ise Ruhi Su Dostlar Korosu’nun hüzünlü sesiydi. İstanbul Şube Başkanı olduğum İşçi Kültür’ün çalışmalarını Pangaltı’da Dostlar Tiyatrosu ve Ruhi Su-Dostlar Korosu ile ortaklaşa kullandığımız bir binada yürütüyorduk. Tiyatro ve korodakilerle iç içeydik. Birçokları gibi Sümeyra ile da dostluğumuz buradandır. Yakalanmamdan iki ay kadar önce Beşiktaş’ta karşılaşmıştık. Sarılıp hasret gidermiş, ne var ne yok üzerinde epey konuşmuştuk. “Artık burda yaşanmaz, arkadaşlar ayarladı haftaya Almanya’ya gidiyorum” demişti. Gitti de. Ve bir daha dönmedi, dönemedi. 5 Şubat 1990’da henüz 44 yaşında kansere yenik düştü, Frankfurt’ta… Onları tanımak iyiydi. Sevgiyle…
İyiniyet gösterisi mi, yoksa biraz daha oyalanırsam aklım iyice karışır korkusundan mı bilmem, izin süremden iki saat önce (saat üçte) yuvaya geri döndüm. Herkes meraklı, sordu: Şehir nasıl?.. İyiydi, iyi…
Ertesi gün Metin, sonra Hüseyin, Mehmet ve diğerleri. Yedinci çarşı izni de vukuatsız bitti. Binbaşı sinirli ve kaygılı bir suratla ortalıkta göründü: Buraya kadar beyler. Belli ki birileri aleyhime çalıştı, ihbar etti. Hakkımda soruşturma başlatıldı… Espri yapmayı da ihmal etmedi: Belki beni de sizin koğuşa katarlar. Konuşurken hep Metin Deniz’e bakıyordu, hala oğlu üzerinden medet umar gibi.
Evet, iş ciddiydi ve Binbaşı Hasdal ana karargahında üstleri tarafından sorguya çekilmişti. İki konuda savunmasını istiyorlardı; polisin işine soruşturmaları engelleyecek kadar burnunu sokmak, gözaltındakilerle ve ziyaretcileriyle görevinin sınırlarını aşacak samimiyet geliştirmek. İki hafta süreyle savunmasını hazırladı. Yazıya döktükçe gelip bize okuyordu. Genelde silahlı kuvvetlerin şeref ve görev anlayışı, ordu-millet beraberliği, Atatürkçülük vs. üzerine kırık dökük cümleler. Bir yanını düzeltsen öbür yanı elde kalan cinsten.
Savunma günü geldiğinde Binbaşı’yı tezahüratlarla uğurladık. Göster onlara, dedik. Yanındayız, dedik. İki doz morfin yemiş kadar sakin döndü. Diyeceğini demişti ve hakkında verecekleri kararı bekleyecekti. Ya disiplin cezası alacak ve zaten pek parlak olmayan sicili daha da kararacak ya da daha sert bir ceza; belki emeklilik belki ihraç…
Biz Binbaşı’yla ilgili kararı beklerken sevindirici bir sürprizle karşılaştık. Peş peşe salıvermeler başladı. Üstelik bazısı sorgulanmamıştı bile. En komiği Su-Der’lininkiydi. Sabah tahliye kararı kendisine bildirilmişken, mahpus dostluğunun hatrına öğleden sonraya kadar bizimle kaldı. “Bu güzel insanları, bu dostluğu muhabbeti bırakıp nasıl gideceğim” diyordu garip. Israrlı iteklemelerimiz olmasaydı eminim ki akşama kadar da kalacaktı. Peşinden zabıta gitti, Metin Deniz gitti, Metmet Akan… Ne iyi, hepimiz sırayla bırakılacaktık.
Adım okununca, “hıh sıra bende” dedim. Evet, Hasdal’dan gitme sırası bendeydi ama eve, özgürlüğe değil. Benim payıma düşen 12 Eylül henüz bitmemişti. Yolum, önce Harbiye askeri müzenin mahzenine, oradan Gayrettepe siyasi şubesinin yeraltı hücrelerine ve en sonunda Selimiye kışlasının bodrumundaki eski at ahırlarına uzayacaktı… Eşyalarımdan sırt çantama sığacak kadarını seçtim, Hasdal mukimlerine veda ettim. Geldiğimizde kara kıştı, şimdi bahar. Camları siyah minibüse binmeden önce son kez Hasdal’a baktım. Haliyle boynum büküktü, geride bıraktıklarımdan çok ileride olacakların belirsizliğini düşünmeye dalmıştım.
Üzgünüm, daha bitmedi. Devamı yakında, yine bu sütunda…