İÇ SAVAŞ

İbrahim Ülger

“Zenginlerin demokrasisi şiddeti ortaya çıkaran bir oligarşi, fakirlerin demokrasisi ise despotik bir nitelik taşır.”
Fustel de Coulorges


Osmanlı’nın dağılma sürecinden bu yana iç savaş yaşanmaktadır. Bir yandan Batı yetiştirmesi aydınlar, diğer yandan geleneksel çizgi arasındaki kıyasıya iktidar savaşı devam etmektedir. İç savaş, kimi zaman gizli, psikolojik bir nitelik taşırken, kimi zaman da fiili biçimde sürmektedir.

Ne Batı’yı model alan aydınlar Batı’yı doğru anlayabilmiş, ne geleneksel çizgiyi sürdürenler Anadolu’yu doğru kavrayabilmiştir. İki yanlış bir doğru etmediğinden, iki tarafın çatışması zulümden başka bir işe yaramadığı gibi, sürdürülen savaşın kazananı olmamaktadır. Anadolu renk cümbüşüdür, bu renkliliği doğru formüle etmeyenler, dışındaki renkleri yok ederken kendilerini yok ettiklerinin farkında değildirler.

Batı’yı taklit edenler, Batı’nın sadece biçimini taklit ederken, gelenekselciler de Doğu’nun geçmişte kalan geri yönlerini taklit etmektedirler. Özetle ikisi de taklitçidir. Biri eskinin taklitçisi, diğeri yaşadığımız çağın taklitçisidirler. Bu durumdan yararlanan uluslar arası güç dengeleri birini diğerine karşı kullanarak menfaat elde etmektedir.

Batı çizgisinden yürüyen egemen kuvvetler, kimi zaman Batı ile ittifak kurarak ilerlerken, kimi zaman da Batı ile çatışarak varlığını sürdürmüştür. Geleneksel çizgi, kendisini yeterince yenileyemediğinden, egemen olana yenilmektedir. Egemen olan, gücünü asker-aydın-bürokrasiden aldığından ötürü örgütlüdür.

Bu iki çizgi mücadelesi, Osmanlı’nın dağılışına neden olmakla kalmamış, sömürgeci güçlerin, Anadolu’yu işgale kadar götürmüştür. Sonuç itibariyle halkın direnişini gören, dinamik güçler, halkın bu mücadelesini kendi lehine çevirerek, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. Kuşkusuz bu çaba küçümsenemez. Ancak koca bir imparatorluktan küçük bir devlete dönüşmenin abartılacak bir yönü olmaz. Aksine geçmiş birikimi, tecrübeyi arkasına alarak, iç barışı sağlayıp yeni atılımlar atmak yerine, iç oğuşmalarla zaman kaybedildiği için iktidara gelenler, tasfiye edilenlerden farklı değildir.

Cumhuriyeti kuran kadrolar, Batı düşünce sistematiğiyle hareket etmiş, muhaliflerini geçici olarak tasfiye etmişlerdir. Ancak, yüzyıllara dayanan geleneksel bir çizginin tümden dağılmasını beklemek doğru olmaz. Geleneksel düşünceler, yer yer kalkışmalarda bulunmakla birlikte, sistem içinde etkin bir güç durumuna gelememişlerdir.

Batı düşünce sistematiğiyle hareket eden kuvvetlerin genel olarak Batı’nın desteğini aldıkları açıktır. Ancak bir bütün olarak Batı’nın istemlerini yerine getirdiklerini söyleyemeyiz. Zaten egemen kuvvetlerin böyle bir niyeti de olmamıştır. Bunların tek derdi, egemenliklerini sürdürebilmektir. Bu nedenle Batı ile ittifakları daha çok iç rakiplerini etkisizleştirmek içindir. Bu nedenle cumhuriyetin kuruluşundan itibaren iç savaş bir türlü bitmemiştir. Bu nedenle dünya savaşlarına katılmamakla övünen egemenlerin, dünya savaşına katılacak ne cesaretleri vardı, ne imkanları. Kaldı ki, savaştan
harabe olan birçok ülke sonraki yıllarda ciddi atılımlar yapmış devasa güç olmuşlardır.

Birinci dünya savaşıyla birlikte, ilk iç savaşın Ermenilerle olduğu açıktır. Ermeni tasfiyesi ile sonuçlanan bu savaşın akabinde, bu kez “irticai” (!) güçlerle ve Kürtlerle olduğu açıktır. “İrticai” güçlerle ittifak kuran egemenler, Kürt isyanlarını kanla bastırdığı, ciddi bir tasfiyeye girdiği bilinmektedir. 1940’lardan 1970’li yılların sonuna dek Kürt sorunun etkisizleştirildiği bilinmektedir.

1945-50’lere kadar rahat bir nefes alan egemen kuvvetler, büyük bir rahatlık ve rehavet içindeydiler. Artık iç düşmanlarını yok etmenin rahatlığı içinde, değişen dünya koşullarının etkisiyle de, tek partili “milli şef” sürecinden çok partili sürece geçmekten bir sakınca görmemişlerdir.

Egemen kuvvetlerin temel sorunu ülke içinde bir toplumsal dinamiğe dayanmamalarıydı. Bürokratik oligarşi halkın gücünü küçümsediğinden olası gelişmeleri devlet tecrübesiyle bastırabileceklerine inanmaktadırlar. Onlara göre halk cahil ve kendi yolunu bulmayacak konumdadırlar. Bu nedenle yetiştirdikleri kadrolar halka yol gösterecek, halk onların yolunda yürüyecektir. Olabilecek başkaldırıları da yargı veya asker kuvvetiyle bastırabileceklerdi. Aldıkları eğitim budur. Nitekim İstiklal Mahkemeleri, 1960 darbesi sonucu yargılama süreçleri bu gerçeği göstermektedir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana halkın ekonomik, sosyal, kültürel refahı ilerletilebilseydi, kendilerine toplumsal bir taban edinebilir varlığını sürdürebilirlerdi. Egemen güç, halkın istem ve arzularını görmezlikten gelmiş, sadece varlıklarını zorbalıkla sürdürme çabası içinde olmaktan başka bir çaba içinde olmamışlardır.

Cumhuriyetin başına geçen kadroların temel karakteristiği soylu ve geleneksel bir çizgiden gelmekten ziyade, dipten yani halk içinde gelen, ancak halka yabancılaşmış, geldiği kökeni benimsemeyen özelliklere sahip olmalarıdır. Dipten gelen kadrolar varlığını genel olarak zulümle sürdürmektedirler.

Kuşkusuz, dipten gelerek egemen olmak kötü değildir, ancak kendi halk gerçekliğine yabancılaşarak, Batı’yı taklit etmek toplumu ilerletmediği gibi geriletmiştir. Bu nedenle egemen güçlerin kendilerini “devrimci”, “ilerici”, “çağdaş” görmeleri söz edilen sıfatları hak ettikleri anlamına gelmez.

Cumhuriyetin kuruluşuna paralel olarak devam eden kalkışmalar; 1960, 1970,1980, 1990 ve 2007 darbeleri iç savaşın tüm şiddetiyle devam ettiğini göstermektedir. O günden bu yana aralıksız olarak süren iç savaş daha da büyüyerek devam ediyor. Dün kenarda, organize olmayan, darmadağınık güçler, zamanla devlet içinde de kuvvet kazanarak gelişmeye devam etmektedirler. Bu savaşın değişik biçimler alması gerçeği değiştirmemektedir. Dün sistem dışı muhalif güçler başkaldırırken günümüzde sistemle sorunu olan kesimler yeni biçimler alarak daha da büyümektedir.

Sonuç itibariyle, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana iç savaş durmamıştır. Nitekim egemen güçler, bu savaşı sık sık vurgulama ihtiyacı duymaktadır. “İrticai” tehlike, bölücülük tehlikesine sık sık yapılan vurgu iç savaşın itirafıdır. Aslında bu savaş, halk ile devlete egemen olan bürokratik güç arasındaki savaştır.

Biri halkı küçümserken, diğeri halkın geri yönlerini ön plana çıkararak popülist davranmaktadır. Halkı küçümsemek onların istem ve arzularını görmezlikten gelmek, insana yapılacak en büyük kötülüktür. Diğer yandan halkın geri yönleriyle uzlaşmak, pohpohlamak da halka yapılabilecek en büyük hakarettir. O halde doğru olanı, önce halkı küçümsemeden, halkın desteğini arkasına alarak toplumu ileriye taşımaktır. Bir avuç egemenin elindeki imkanlara güvenerek, toplumu yönetmeye çalışması, mezarını kazımak olduğu gibi, halkın sırtını sıvazlayarak, geri yönleriyle uzlaşmak da bir o kadar zararlıdır.

Bir sistem düşünün enerjisini ekonomik gelişmeye, toplumsal uzlaşmaya, düşünsel gelişmeye vermek yerine iç dengelerle kavgayı esas alıyor. Böylesi yaklaşımların ülke yararına olmadığı ve olamayacağı açıktır.