KAÇIŞ

Zeki Görgü
Yamçı Dergisi, Mayıs 1977-Şubat 1978, s. 313

Belki, bu büyük kentlerin kaderi. Belki de Anadolu insanının. Büyük caddeler ve küçük küçük ara sokaklar. İnsanıyla caddesiyle karmaşıktır, büyük kentler. Yaşam boyunca her tür insanla karşılaşırsın. Kimi senden kaçar, kimi seni arar. İstanbul da böyle insanlarla doludur. Benliğini yitirmiş veya yitirmek için kaçmıştır, Anadolu’dan. Bunun için ayrılmıştır sevgili kardeşlerinden, arkadaşlarından. Kimileri vardır ekmek parası için, karın doyurmak yüzünden ayrılmıştır tüm sevgililerden. O artık içine düştüğü ummanda erimeye yüz tutmuştur. Bunun çoğu kez bilincindedir. Sorun büyüktür: Sonunda karar verir o da karışır kentin insanlarına.

Şimdi yeni bir hayat başlar. Anlaşamaz, uyum zordur Anadolu insanına. Dilinden de pek anlayan yoktur. Böylece sorunlar ivedilikle artmaya başlar. Artar da artar. Dert olur insana karnını doyurmak. Böylece düştüğünün farkına varır bir daha. Yeni baştan siler gözlerini yarınlara umutla bakabilmek için. Sonra karışır kentin uğultulu yaşamına.

Yolum her zaman aynı caddeden geçer, Hal’in önünden. Anadolu’dan buraya sebze gelir. Sonra kente dağılır. Apartmanlara çıkar, tükenir. Anadolu insanı kendi yemez kente gönderir. Tükenir tekrar tekrar ilah… Ahmetler, Aliler taşır sırtında bu sebzeleri, zaten Ayşeler, Fatmalar yetiştirmediler mi ki! Kendileri de hep onları anımsarlar, yavaş yavaş dokunurlar domateslere. Sanki Ayşeler incinecekmiş gibi.

Birkaç gün önce geçerken kulağıma bir isim ilişti. Fakat Alilere, Ahmetlere pek benzemiyordu bu isim. Daha başkacaydı. Yürüdüm dalgın dalgın. Bu kişi de mutlaka öbürleri gibi ekmek parası için gelmişti. Yürüdüm; düşüne düşüne. Karar verdim birdenbire. O adamı bulacaktım. O isim bana yabancı değildi. Döndüm, hale girdim. Birkaç hamal kamyondan yük indiriyorlardı.

– Kolay gelsin, pek aldıran olmadı, daha sonra biri:
– Sağol; dedi. Tam kasayı alacakken sordum:
– Kardeş sana birini sorsam tanır mısın?
– Kimi soracaksın ki, dedi.
– Kalemırza… Tanır mısın

Birden elleri düştü, sarardı sonra hızla tekrar kasayı alıp yarım yamalak Türkçe’siyle;

– Yok öyle biri, dedi. Ben şüphelenmiştim ondan. Kalemırza kendisiydi. Boyu, siması hele konuşması hiçte yabancı gelmemişti bana. Biraz ilerledim. Niçin saklamıştı benden; yoksa Kalemırza başkası mıydı?    Üstelik yok böyle biri demişti. Başkalarına sordum onu gösterdiler. Tekrar kendisine sordum.
– Yok dedik sana, dedi biraz sinirlice. Fakat şüphem artmıştı. Olsa olsa Kalemırza bu olabilirdi. Evet bu olmalıydı.
– Kızma be kardeş, dedim. O yine kasaları alıp gitti sırtına. Tekrar döndüğünde,
– Kalemırza (wu Adige?) Adige misin, dedim.
– Adige ne? Ben Kalemırza değilim dedi. Fakat Adige kelimesini söyleyişi o kadar aşina geldi ki kulağıma, yanılmadığımı anladım. Bu sefer,
– Waşkarıwoma şaşa? (Aşkarıuo mısın kardeşim?) dedim, fakat cevap vermedi.

Zaman epey ilerlemişti. Zaten geç de kalmıştım. Ayrıldım oradan. Yürüdüm, yürüdüm. Bütün gün onu düşündüm. Konuşması hep, hep tanıdıktı bana. Fakat nereden nasıl niçin gelmişti. İşte anlayamadığım sorun. ama bu soruyu yanıtlayacaktım.

Ertesi gün oradan geçiyordum. Dikkat ettim bir şeyler görür müyüm yine diye. İşte o yine çıktı. Beni gördü mü dersin? Yok hayır görmedi. Kamyonun ardına yanaştı, sır­tını döndü ve arkadaşları kasaları yüklemeye başladı semerine. O arada kasa kaydı ve boynunu çizdi. Canı çok acımış olacak ki birden.

– Wara wağazrıyız yan ala, dedi ben o anda karşısına dikildim. Şimdi mahcuptu. Birden doğruldu. Sırtındaki semerle beraber kasaları döktü yere. Sonra sinirli bir halde.

– Wara vvıtakıy, (sen ne istiyorsun) dedi. Yürüyüp gitmek istedi. Ben kolundan tuttum, gitmesini engelledim. Konuşmadan yürüdük. Aradan geçen sessizliği ben. bozdum.
– Şöyle bir kahveye oturalım ne dersin. Sustu, o tarafa döndük ilerledik. Önümüze ilk çıkan kapıdan girdik. Yine sustuk. Kahveleri içerken ben konuşuyordum. Hep bizim dilden konuştuk. Uzunyayla’dan olduğunu söyledi.

– Peki buraya neden geldin? (Araka vvızağayıy?)
– Hiç, çalışmak için.
– Ne zaman geldin?
– Bir seneden fazla.
– Hep burada mı  çalıştın?
– Yok daha yeni girdim. Beş ay falan oluyor.
– Yenide sayılmaz!
– Eh işte.
– Peki, birazcık kazanıyor musun?
– Karnım doyuyor sadece.
– Ya hastalanırsan? Sustu biraz…
– Geçenlerde o da başıma geldi. Zaten ne kaldı ki başımıza gelmeyen?

Ben lafı fazla uzatmak istemiyordum. İlk gördüğüm andan bu yana niçin geldi, neden geldi sorusu takılmıştı aklıma. Bu çözümlenmeliydi. En çok zoruma giden de onun Aşkarıvva olduğunu gizlemesiydi.

– Kalemırza, sen neden geldin buraya?
– Çalışmak için dedim ya ağabey.
– İyi ama Uzunyayla’da çalışsaydın olmaz mıydı?
– Ağabey boş ver. Şimdi uzun sürer dedi. Ben ısrarla anlatmasını istedim. Benden hiçbir şeyi gizlememeliydi.
– Ben senin ağabeyinim anlat bakalım…
– Peki; dedi.

Babam ben küçükken öldü. O, düşmanlar yurdu sardığı zaman cepheye gitti. Arkadaşları kaçtı. O kaçmadı. ”Vatan için canım feda olsun” dermiş. İşte cepheden dönmedi. Ben onu tanımıyorum. Uzun boylu, geniş omuzlu biriymiş. Bana küçükken annem öyle anlatırdı. Bir tarlamız vardı. Ben onu ekip biçemezdim ya ortağa verirdik. Ben de anamla kuzu çobanlığı yapmaya başladım. Böyle, böyle askerlik yaşım geldi. Askere götürdüler. O sırada Kıbrıs meselesi çıktı bir gecede bizi oraya götürdüler. Annemde iyice ihtiyarlamıştı. Bir yandan yokluk, bir yandan adamsızlık belini iyice bükmüştü. Benim Kıbrıs’a gittiğimi duyunca babası gibi o da cephede ölecek diye üzüntüsünden felç olmuş. Arkadaşlar yazdı bana. Neyse askerlikte biter ya bitti işte. Köye geldim. Anama ben bakıyordum. Bir yandan da çobanlığa başlamıştım. Bu sırada anneme bakacak birine ihtiyacım vardı. Komşumuzun kızını (kaşenim) bir kaç kez istettim, vermediler. Babası istemiyordu. Halbuki biz ara sıra görüşüyorduk birbirimizi severdik de ama ya babası, o fakir diyordu. Halbuki fakir olmak suç muydu? Babam savaşta öldü. Bizde zengin olurduk komşu köydeki arkadaşları gibi babamda kaçsaydı.

Kalemırza hep anlatıyordu artık. Ara sıra söze karışmak istedimse de o devam etti. Eski günlerini anımsamıştı. Derin bir nefes aldıktan sonra:

– Kaçırmayı düşündüm ama ya anneciğim ne olacaktı. Neyse thamadeler toplanıp bir gün gittiler kızı istemeye. Vermem dediyse de güç-bela olur dedirttiler. Fakat ya istediği başlık. Kim verebilirdi onu. Nasıl verebilirdim o kadar başlığı? Bir tarla vardı onu sattım düğünü yaptım. Zavallı annem gittikçe kötülüyordu. Düğünden bir iki hafta sonra onu da kaybettik. Ağabey kusura bakma bizde bir küçük kendinden büyüğüne bunları anlatmaz ya.
– Yok; bak şimdi ben senin ağabeyinim hem de arkadaşınım, tamam mı?  Peki bizim bacılık nerde? Tekrar sustu. Düşündü, terlemeye başladı.
– Ne oluyor ayrıldınız mı yoksa?
– Hayır
– Ya ne oldu anlatsana.
– Bir evde hizmetçilik yapıyor. Köyden annem ölünce çıktık. Zaten bir şeyimizde kalmamıştı. Ekmek parası için buraya geldik. Ben surda burada çalıştım. O da bir eve hizmetçi oldu. Bu işte çok ağrıma gitti.    Hep düşündüm sırtımda semerle bir arkadaşım görürse, hele de karım Karmapıba’nın hizmetçiliği duyulursa ne yapardım. Onun için hep gördüğüm Aşkarıvualardan kaçıyorum. Sonra daha niceleri benim gibi başlık parası için sevdiği kızı alamayan gençleri düşünüyorum. Bunları düşündükçe bütün Aşkarıvvalara ve Adigelere kızıyorum. Size de kızmıştım. Hatta bir yumruk vuracaktım. Böylece Aşkarıvvalığımı gizlemeye çalışıyorum.
– Pek Kalemırza fazla uzatmayalım. Her şeyi anladım, yeter ki senin canın sağ olsun, gerisi mühim değil. Yarın sana bir (Aşkarıvva’nın yanında) fabrikada iş bulacağım. O benden bir tanıdık istedi.
– Hayır ağabey ben gidemem. Artık ben hep malıyım. Ben kaçmalıyım, Ben kaçmalıyım….