BU Mehmet
Yamçı Dergisi, Mayıs 1977-Şubat 1978, s. 325
Öykümüz, Karadeniz kıyılarında, şimdi manzarası çok güzel, fakat olayların geçtiği tarihlerde çevresi için felaket dağıtan bir yer olan bir köyde geçmiştir. Köye o zamandan kalma adıyla Çerkesler Sapağı denilen bir yoldan geçilerek gidilir. Trabzon asfaltına çok tatlı bir meyille tepeden bakar köy… Sapağın her iki yanında geniş fındık bahçeleri ve bunların görüntüsünü tamamlayan çeşitli meyve ağaçlarıyla bir Cennet görünümünü andırır. 500-600 metre kadar yakında olmasına rağmen köyün evlerini görmek mümkün olmaz asfalttan. İlk bakışta gerçekten bir Cennet’i andıran bu yer, en hissiz insanın bile duygularını kabartır, kamçılar.
Resmi bir görevle gitmiştim Fatsa’ya. Aradan beş ay geçmesine rağmen beni anlayan, dilimi konuşan, dertlerimi paylaşabilmek için söyleşebileceğim bir kimse bulamıyordum. O andaki sevincimi anlatamam. Başka başka bölgelerden olmamıza rağmen kırk yıllık arkadaş gibi ısındık birbirimize. İşte, dedim kendi kendime, nihayet içimi dökebileceksin, aylardır beklediğin an geldi. İçimdekilerin hepsini bir anda anlatmak istiyordum. Durmadan konuşuyor, sorular soruyordum.
Fakat birden hayal kırıklığına uğradım. Muhatabım kızararak başını önüne eğmiş, önce söylediklerime bir anlam verememiş, sonra da susmuştu. Arkadaşımın durumunu anlamıştım. Bu defa şaşkınlık ve suskunluk sırası bana gelmişti. Bir hayli zaman geçti, susuyorduk. Bir yandan da arkadaşıma kızmaya başlamıştım; ne biçim Çerkes, kendi dilini bile bilmiyor, diyordum kendi kendime.
– Susmanın sebebini anlıyorum. İçinden bana kızıyor, hatta Çerkes olduğumdan bile kuşkulanıyorsun değil mi, dedi.
Gerçeği saklamanın gereksizliğini düşündüm.
Doğrusunu söylemek gerekirse, öyle, dedim. Çok şaşırdım.
Arkadaşım:
– Bunun cevabını sana vermek isterdim. Fakat bunu sana başkasının açıklaması daha iyi olur. Çünkü ben bunu açıklayabilecek durumda değilim. Ne de olsa yine ipinde bir kuşku kalacaktır, dedi.
Aradan bir hayli zaman geçti. Arkadaşım Hüdaver sık sık ziyaret etmeye başlamıştı beni. Ayrılmaz olmuştuk birbirimizden. Yine bir tatil günü buluştuk Hüdaver’le. Kısa bir sohbetten sonra sözümü keserek;
– Hadi kalk, dedi. Seni Çerkes köyüne götüreceğim.
Birden şaşırdım. Fakat şaşkınlığımla beraber büyük bir sevinç kapladı içimi. Demek hayal kırıklığım boşunaymış, diyordum kendi kendime. Birlikte yola çıktık. Arabamız yeşillikler içinde bir yol ağzında durdu. İndik. Hüdaver, köye yaklaştığımızı, girdiğimiz yolun da Çerkesler Sapağı olduğunu söyledi. Etrafıma bakındım, yalnızca yem-yeşil bahçeler ormanlar vardı. Ne kadar güzel yerlerdi buralar. Duygularımı belirtmek ipin başımı Hüdaver’e çevirdim. Fakat Hüdaver’in durumunu görünce neşem birden kaçtı. Yüzü ilk konuşmamızdaki gibiydi yine. Anlamsız anlamsız bakınıp, iç geçiriyordu. Dayanamayıp sebebini sordum.
– Biraz sonra anlayacaksın, diyerek cevapladı.
Köye yaklaşmıştık. Hemen köyün kenarında bir pınar ilişti gözüme. Suyu kendiliğinden oluşmuş, bir havuza akıyordu. Etrafındaki ağaçlar çeşmeyle birlikte çok güzel bir uyum içindeydi. Çeşmeyi görünce susuzluğum aklıma geldi. Çeşmenin suyuna, akışına hayranlıkla bakıyordum. Suyumuzu içtikten sonra Hüdaver;
– Burası Kırkgelin Çeşmesi’dir, dedi.
– Herhalde bunun bir öyküsü olmalı, ilginç bir adı var, dedim.
– Biraz sonra dinleyeceksin öyküsünü. Fakat hoş bir öykü değil.
Anlatmasını istedim. Anlatmadı. Israr ettim. Sonunda;
– Pekala. Fakat bunu, bu öyküyü yaşamış birinden dinlemek gerek.
Yolumuza devam ettik. Yüz metre kadar ileride önümüzde büyük bir mezarlık gördük. Taşları dökülmüş, her yanını otlar, palılar kaplamış, terk edilmiş bir viraneyi andıran bir mezarlık. Arap harfleriyle okuma- yazma bildiğimden mezar taşları üzerindeki isimler ve tarihler dikkatimi çekti. Tarihler bundan 100 yıl kadar öncesini, isimler ise mezardakilerin tümüyle Çerkes olduklarını gösteriyordu. Merak ettim ve sordum.
– Bu mezarların büyük bir kısmı 100 yıl öncesine ait ve hepsi Çerkes. Neden acaba? Sonra bunların çoğu kadın.
– Burası çevrede Çerkes mezarlığı olarak bilinir. Öyküsü Kırkgelin Çeşmesi’yle ilgili, dedi Hüdaver.
Merakım iyice artmış, neşemden bir şey kalmamıştı. Bağlantı kurmaya çalışıyordum Kırkgelin Çeşmesi ile Çerkes Mezarlığı arasında. Fakat bir türlü bir anlam çıkaramıyordum. Bu düşünceler içinde çabalarken köye girip bir evin kapısı önüne geldiğimizi bir kadın sesiyle kendime geldiğimde anladım.
– Ooo… Hüdaver, yavrum, gelinsenize içeri. Neden öyle duruyorsunuz? Misafirini de bekletme böle. Hiç misafir öyle kapının önünde bekletilir mi? Ne ayıp şey.
Birden kendimi toparladım. Durumumu belli etmek istemiyordum. Kadın oldukça yaşlıydı. Fakat sesi, yaşının hemen yarısını saklayabilecek bir canlılıktaydı. Çok temiz giyimi, gençliğinde altın şansı olduğunu yer yer belli eden ağırmış saçları, tebessüm ve şefkatle bakan gözleri ile insanda bir saygı uyandırıyordu. Yaşlı kadına hayran hayran bakarken dalmıştım yine. Bu arada Hüdaver seslendi.
– Merhaba Janset nine, hemen müjdemi ver bakalım. Sana nihayet söz verdiğim gibi bir Çerkes getirdim.
Janset ninenin yüzü karıştı, Hüdaver’e kızar gibi;
– Hadi oradan… Beni gene kandırıyorsun değil mi? Sonra bana döndü.
– Sen ona bakma evladım, ben alıştım onun yalanlarına. Buyurun, girin içeri.
Susup durmak doğru değildi. Janset nineye Hüdaver’in doğru söylediğini bildirdim. Bu kez şaşırma sırası Janset ninenindi. Hızla yanıma geldi, inanmak istemiyormuş gibi baştan aşağı süzdü beni. Herhalde kendisinden, milletinden bir şeyler arıyordu bende.
– Delikanlı, doğru söyle, sen Çerkes misin?
Çerkesce karşılık verdim. Ninenin gözleri parladı birden. Yüzü bir başka gülmeye başladı. Kendini tutamayarak kucakladı beni. Ağlamaya başladı Janset nine sevinçten. ”AI!ah’ım sana şükürler olsun” diyerek dua ediyordu.
Ağlamamak için zor tutuyordum kendimi. Zavallı kadın kim bilir kaç yıldır hasretini çekiyordu böyle bir anın. Kim bilir kaç yılın özlemi birikmişti içinde. Az sonra sakinleşti. Artık gözlerinden okunuyordu mutluluğu. Heyecandan olacak ki hala içeri girmemiştik.
– Aaa… Kusura bakmayın çocuklar, ihtiyarlık işte. İçeri gelin, sizi ayakta bıraktım
Hep birlikte eve girdik. İçerisi fakir, fakat çok iyi düzenlenmiş tam bir Çerkes eviydi. Janset nine bize bir türlü yer beğenemedi oturtmak için. Haline bırakmadık kendisini, oturttuk.
Janset nine konuşmaya başladı. Aklına gelen her şeyi soruyordu. Ben de bildiğim kadarıyla anlatıyordum. Epeyce sohbet ettik. Hüdaver durumunun verdiği eziklik ve üzüntü ile hep susuyordu. Konuşmaya ara verdiğimiz bir sırada o da katıldı konuşmamıza.
– Janset nine, bize Kırkgelin Çeşmesi’nin öyküsünü anlatsana.
Janset nine kızdı Hüdaver’in sorusuna.
– Bu çocuk da beni üzmek için sürekli anlattırır bu öyküyü. Bırak yavrum, misafirimiz biraz rahat etsin.
– Nine bunu Hüdaver’den ben istemiştim. Bunun için kızma ona, sen bana anlat.
Janset nine yüzüme baktı, gerçekten arzu ettiğimi, ısrarlı olduğumu anladı.
– Uzun ve acıklı bir hikaye yavrum, diyerek anlatmaya başladı. Anavatandan geldiğimde 10-15 yaşlarında bir genç kızdım. Hayattan çok şey bekliyordum. Bütün yakınlarım, bütün köyüm gibi sessiz ve mesut bir yaşantımız vardı. Bir gün uzaklardan duyulan top-tüfek sesleriyle uyandık. Önce bir anlam veremedik, fakat çok geçmeden sesler köyün içinden gelmeye başladı. Babam ve iki kardeşim Bolet ile Berkok silahlarını kapıp koşarak evden çıktılar. Silah sesleri bir müddet daha duyuldu. Sonra kapımız kırılırcasına vurulmaya başladı. Annem ”herhalde babandır. Git kapıyı aç” diyerek seslendi. Kapıyı açtığımda üç Rus askeri hızla daldı içeriye. Ne oluyoruz demeye kalmadan bizi dışarı çıkarıp köy meydanına götürdüler. Meydana büyük bir kalabalık toplanmıştı. Dikkat ettiğimde köyün erkeklerinin bazıları yoktu aralarında. Yerde de birkaç kişi yatıyordu, öldürülmüşlerdi. Her tarafımız askerlerle çevriliydi. Silahlar meydandaki kalabalığa çevrilmiş, teslim olmaktan başka çaremiz olmadığı söyleniyordu. Bütün köyün silahlarını toplamışlardı. Köyü terk edeceğimiz bildirildi. Neye uğradığımızı anlamamıştık, şaşırıp kalmıştık. Herkesin boynu büküktü. Köyden ayrılırken gözlerimiz hep arkadaydı. Bir daha dönemeyeceğimizi anlamıştık. Askerlerin nezaretinde yolculuğumuzun üçüncü gününde bizim gibi perişan binlerce insanın beklediği bir deniz kıyısına ulaştık. Zavallıların hepsinin bakışlarından kederleri okunuyordu. Hastalıktan zayıflamış, açlıktan kıvranan binlerce Çerkes… Hala kulaklarımda ”Tixeminej tiyane dax, ti xeku dax” (Bırakma bizi güzel anamız, güzel yurdumuz) diyerek bağrışan yer yer inleyen sesleri. Ne korkunç bir görüntüydü Allah’ım.
Aradan birkaç gün geçti. ”Neden bekliyoruz” diye soruyordum kendi kendime. Cevabını olaylar verdi. Sahile birer ikişer gemiler yaklaşmaya başlamıştı. Ufacık, küçük gemiler. Askerlerin nezaretinde binlercesi istif edilircesine bindiriliyordu bu gemilere. Gördükleri kıymetli eşyaları da zorla alıyorlardı. Atını vermeyen bir genci atıyla birlikte denize attıklarını gördüm.
Nihayet sıra bize gelmişti. Bizim bindiğimiz tekne de diğerlerinden farksızdı. Bir tekneye 600 kişi kadar bindirilmişti. Gemi denize açıldıktan sonra köhneliğinden batmasın diye hastaları ve zayıfları denize atmaya başladılar. Çile başlamıştı bizler için. Çok geçmeden gemide soğuk ve kalabalık yüzünden bir hastalık çıktı çevremizde. Üç gemi daha vardı böyle. Hastalananların akıbeti de denize atılmaktı. Bir ara gerilerden bir feryat duyduk. Baktığımızda geminin biri batıyordu. Yüzlerce kişi boğularak can verdi. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra nihayet toprak göründü. Ümitlenmiştik biraz çilemiz bitiyor diye.
Geldiğimiz yerin Ordu sancağı olduğunu sonradan öğrendik. Çevremizdeki halkın Müslüman olduğuna sevinmiştik. Fakat istikbalimizin bizlere neler hazırladığını bilemediğimiz için içimizdeki tarif edilmez kaygılar hala olduğu gibi duruyordu. Bambaşkaydı çevremizdekilerin konuşmaları. İsteklerimiz yetkililere tercümanlar vasıtasıyla anlatılıyordu. Günler geçtikçe içimizdeki kaygılar artıyordu. Aç, susuz, evsiz-barksız bekliyorduk günlerdir. Bizimle ilgilenen yok gibiydi.
Nihayet bir gün haber aldık ki, bizi çeşitli yerlere yerleştireceklermiş. Bu yüzden kafileler halinde ayırmaya başladılar bizi. Bizim köy ayrı bir kafileydi. Bir baktık ki, vatanımızda iken 500 hane olan köyümüz 150 haneye kadar inmiş.
Ordu’dan ayrılmamız çok sürmedi. Bir günlük bir deniz yolculuğundan sonra buraya geldik. O zaman bu köyün gördüğünüz fındık bahçelerinin yerinde geniş ormanlar vardı. Buraya yerleşeceğimiz söylenince itiraz edecek olduk, fakat dinlemediler. Uzun bir uğraşmadan sonra köyümüzü kurmayı başardık. O zamanlar şimdiki şose yolun geçtiği yerden köyün eteklerine kadar olan kısmı çeşitli av hayvanlarıyla kuşlarla dolu olan bir sazlıktı. İyi av yapabiliyorlardı köyün gençleri.
Aradan bir yıl geçmiş, kendimizi bir düzene sokmaya başlamış, burada bazı yaralarımızı sarmayı öğrenmiştik. Fakat yine de huzurumuz yoktu. Bu kez de Bolaman beyleri başımızın belasıydı. Bolaman beyleri şimdiki Bolaman nahiyesinde oturur, çevredeki halkı tahakkümleri altında bulundururdu. Bunlar çevredeki halkı kışkırtarak bize baskı yapmaya başladılar. 0 zamanlar ben daha yeni evlenmiştim. Köyde benimle beraber 40 kadar gelin daha vardı. Hepimiz birlikte hikayenin konusu olan çeşmeye gider, su doldurur, çeşitli eğlenceler düzenlerdik. Kendimize gelmeye başlamıştık yavaş yavaş. Fakat bir yandan da Kafkasya’daki köyümüzü anımsar, geriye döneceğimiz günü ümitle beklerdik. Bu durum çevre halkından bazılarının hoşuna gitmemiş, Bolaman beyleri bundan haberdar edilmişlerdi. Bir gün Bolaman’a alış-verişe gitmekte olan Hajmet silahlı kişiler tarafından çevrilmiş, yolundan döndürülmek istenmişti. Hajmet bunu kabul etmeyince arada tartışma çıkmıştı. O gün çeşmeden geldiğimizde Hajmet’in ölüsünü gördük. Yaşama hakkımız burada da elimizden alınmaya kalkışılmıştı.
Hajmet’i üzüntüyle toprağa verdik. Bu olay üzerine thamadeler toplandı. Olayı etraflıca görüştüler. Bir tanesi ”Hajmet’in ölümü, yağmurdan önceki gök gürültüsüne benziyor” diyerek nelerin yapılması gerektiğini anlattı. Bunun üzerine köyün bütün erkekleri silahlandı. Köyün çevresi gözlenmeye başlandı.
Bu olaydan sonra Bolaman beyleri saldırıları arttırdılar. Kendilerine uşaklık yapmamızı istiyorlardı. Köyün huzuru tümden kaçmıştı. Böylece birkaç yıl geçti.
Bir yaz günüydü. Biz 40 gelin her zamanki gibi çeşmeye gelmiştik. O günlerde aramızda bir gelin daha katmaya hazırlandığımızdan her zamankinden daha neşeliydik. Oyunlar oynuyor, woredler söylüyor eğleniyorduk. Birdenbire az ilerimizdeki ormanın içinden bir sürü silahlı adamın fırladığını gördük. Kapacak zaman da olmadı. İhtiyat olsun diye taşıdığımız kamalarımıza davrandık. Durumu gören eşkıyalar silahlarını ateşlemeye başladılar. Gencecik arkadaşlarım vurulup düşüyordu. Fırlattığımız kamalar da iş görüyordu ama bu azgın sürüden kurtulamayacağımızı anladık hepimiz.
İşte o anda köyün gençleri imdadımıza yetişti. Bunu gören eşkıyalar önce şaşırdı, sonra da saldırıya geçti. Korkunç bir çatışmadan sonra eşkıyaların kimisi yakalandi, kimisi de kovalandı. Fakat o 40 gelinden yalnız 15 kişi kalmıştık.
Bu olay eşkıyalara karşı iyi bir ders olmuş, fakat köyde de genç nüfus azalmıştı. Bir anlık duyulan woredler simdi acı birer gıbzeye dönmüştü. Artık çeşmede 40 gelinin woredleri yerine geride kalanların acı feryatları duyuluyordu. Çok geçmeden bir sıtma hastalığı baş gösterdi. O zamanlar doktor olmadığından hastalar tedavi edilemiyordu. Hastalık yakaladığını götürüyordu. Hatta bir ara öyle durumlar oldu ki, bir günde
40-50 kişinin olduğunu bile gördüm. Hastalık diğerleriyle beraber kalan gelinlerin de sonuna getirmişti. Yalnız ben kurtulmuştum aralarında.
Köyün yukarısında gördüğünüz mezarlık o zaman meydana geldi. Bu faciaların dehşetiyle köyü terk etmeye başladık. Herkes bir tarafa gidiyordu, fakat giden de bir daha geri dönmedi. Haber de alınmadı gidenlerden. Sayımız parmakla sayılacak kadar azaldı. Çocuklar artık bir Çerkes ana-babadan gelmez oldular. Böylece kayboluş başladı.
Janset nine bunları anlatırken dalmış, bütün benliğiyle 90-100 yıl öncelerine gitmişti. Şimdi o günleri yeniden yaşıyordu sanki. Yüz ifadesindeki hüzün o zamanın dehşetini bütün çıplaklığıyla yansıtıyordu.
Anlatmaya devam etti Janset nine.
– Ta o günlerden beri sahipsizdir bu köy. Nüfus azalınca çevre ile mücadele gücümüz de kalmadı. Büyük dehşetin ardından gelen durgunluk ve yılgınlık bugüne dek gitmedi köyümüzden. Yetişen gene kızlarımız, delikanlılarımız hep yabancılarla evlenmek zorunda kaldı. Bu da yok olmamızı çabuklaştırmış oldu. Çünkü artık tercih hakkımız kalmamıştı.
Dünyada yapayalnız kaldığımı zannediyordum şimdiye kadar. Yarım asırdır içimi dökebileceğim, dilimi konuşabileceğim birine rastlamamıştım. Çevremdeki bir çok insan arasında yapayalnızdım. Belki bunun ne demek olduğunu sen de bilirsin ama nihayet dualarım kabul olundu.
”Zavallı Janset nine» diyordum içimden. Aslında senin anlattığın şey, ulusumuzun muhaceretteki kaderidir, haksızlıklara uğrayan, ezilen, kaybolan milletimin.”
Olaylar beni epey düşündürdü. Janset nineden ayrıldik. Yolda hep düşünüyordum. ”Zavallılar” diyordum kendi kendime, «ne acı bir son”.
Hikaye bana geçenlerde bir gazetede çıkan bir yazıyı anımsattı. Parti liderlerinin birisi partisinin genel kongresinde; Rusya’da, Çin’de, Kırım’da ezilen, Yunanistan’da imha edilmeye çalışılan ırkdaşlarından söz ediyordu. Irkdaşlarının tüm insan haklarından mahrum bırakıldıklarını söylüyordu. O zaman bir soru yöneltmek geldi içimden kendisine. Acaba sayın lider bu topraklarda yaşayan, 111 yıldır etiyle, kemiğiyle, canıyla bu topraklara hizmet eden, gerektiğinde pohpohlanıp, işi bitince de itilip kakılan, yaşaması için bütün imkanları elinden alınmış Çerkes toplumunu göremez mi bunları anlatırken? Neden bu toplumun da bazı hakları olduğunu bilmezlikten gelir? İnsan haklan evrensel beyannamesinin savunuculunu yaparken bu egoistlik neden? Ne garip bir tecellidir ki, dünya Türklüğü için büyük bir çaba gösteren sayın partili, her fırsatta Çerkeslerin de Türk olduğunu söyleyerek bütün dünyanın bildiği, söylediği, yazdığı bir gerçeği inkar ediyor. Bu toplumun kaybolmayan birçok özelliklerine rağmen onları asimilasyona itiyor, zorluyor. Bir yandan onları illa da Türkleştirmeye, Türk olarak göstermeye çalışırken öte yandan da yine aynı konuşmada ”Ben Kırım’da ölen kardeşlerim için mevlit okutan Azerbaycanlılara, Moğolistanlılara kardeşim demeyeceğim de Karadeniz’deki Pontus kırıntısı Lazlara, Adana’daki Fellahlara, Doğu’daki Kürtlere, Adapazarı’ndaki Çerkeslere mi kardeşim diyeceğim diyerek, karşı çıkar göründüğü bölücülük akımına bizzat kendisi karışıyor, tezatlara daha da saplanıyor.
Öykümüzde anlatıldığı gibi, silahla imha durumu, şimdi bir kültür sömürüsüne, kültürel imhaya dönüşmüştür. Bu süreç, çeşitli tezatlar içinde, yaldızlı ve yuvarlak laflarla gizliden gizliye sürdürülmek, hızlandırılmak isteniyor, buna çalışılıyor. Artık uyanmak gerek.
Elimizde bir hasta var ve hastalık teşhis edilmiş. Tedavi edecek, neşteri vuracak doktor bekleniyor.
En kısa zamanda hastanın iyileşmesi umut ve dileğiyle…