Doç. Dr. ENGANOY Erol Yıldır
11.01.2006
“…İhtiyar adam, ağlamanın ne olduğunu bilmeyen yaşlı gözleriyle ama nemlenmiş bir hüzünle baktı, bir daha göremeyeceğini çok iyi bildiği, o her attığı adımda daha da uzaklaştığı, geride dağlara çöken sislerin arasından göğe doğru yükselen ata yadigarı kulesine..! Acılara ve kedere boğulmuş geçmişinde hiçbir şeye ama hiçbir şeye o’nu geride bıraktığı kadar üzülmediğini de ilk o anda hissetti. Bunu hissetmek içindeki hüznünü daha da artırdı. Atını durdurarak, kucağında kendisine sıkı sıkıya sarılmış masum yetim torununa da son kez baktırdı, “unutma” dercesine! Sonra, atını kafileler halinde sürgün yoluna düşenlere yetişmek üzere vadiden aşağılara doğru sürdü. Atının ıslak yelelerinden süzülerek uçuşan damlalar çarptı ihtiyarın yüzüne…”
Kuleyi terk etmek zordur.
Kule, dönüşü olmayan terk edilmişlikler anıtıdır. Bir anlamda ölümle anlamdaştır. Kuleyi terk etmek, yıllarca taparcasına sevilen bir “yar”dan, bir anda ve bir daha hiç hatırlanmamacasına “yok olmak gibi” vazgeçmektir. Her ayrılığa benzemez, acısı çok daha büyüktür bu yüzden. Bazen bu acı bir lanet gibi nesiller boyu sürer. Gün gelip kavuşsalar da, buldukları ancak bir yıkıntı olacak o atalar mirasının sahibi biçare torunlar, saçlarına ak düşene kadar, kulesiz diyarlarda kulenin terk edilmişliğinin her daim tazeliğini koruyan kedere ve hüzne bulanmış acısıyla yaşarlar. Ne talihsizliktir onların ki!
Ahhh…!!! -zavallı, yaralı yürek-
Talih, o vazgeçilmez yareni “zaman”la birleşerek, insana çoğu zaman anlaşılmaz oyunlar oynamaya bayılan yetenekli yazar!?, Her anı türlü hilelerle, göz alıcı aldatmacalarla dolu, dolambaçlı, inişli çıkışlı, dönüşümlü yollarının içinde ömrünü süren zavallı insan ise bu yazarın oyunlarında sadece bir aktör olmaktan öteye geçemez. Talih, zorluklar içinde kendi rolünü oynayanlarla alay edercesine zorlaştırır da bazen yaşamı. Yaşayan talihsizleşir işte o anlarda. Zorluklardan yıldıkça da küçülür insan. Küçüldükçe rolünü daha da kabullenir. Kabullendikçe talihini, iradesinden uzaklaşarak kutsallaştırır, adeta kutsar. Talihi, kör bir dilenci gibi kabullenmek “kul” olmanın yanıltıcı gereğine dönüşür işte o zaman. Kuleyi terk etmek, talihi körü körüne kabullenmektir bir anlamda, küçüldükçe küçülmektir. Düşünmekten vazgeçmektir. Küçüklüğün sonu yok olmaktır derler ya! Doğrudur. Kuleyi terk etmek yok olmayı kabullenmektir.
Kule, gerçekte bir özgür irade aracı olarak ayakta tutar insanı. Kule, yaşayanına kendisinin ve “Var”ın var olduğunu, yaşamın getirdiklerine karşı daima direnç göstermesini, zorluklar karşısında yıkılmamasını hatırlatır.
İnsan ancak kaybettiğinde anlar ne kaybettiğini.
“…İhtiyar adam kulesinden çok uzaklara gitti.. Geride, masal diyarı kadar gizemli dağlar arkasında bıraktığı kulesini unutmadı hiç. Kuleyi hatırlamak uzaklarda da olsa asla “var” olduğunu unutturmadı ona.. Acı ve hüzne bulanmış yaralı yüreği attığı müddetçe kule gibi dik durdu, onuruyla yaşadı. Ne kaybettiğini bilerek hasret içinde öldüğünde, yetim torunu oğullara sahip bir ihtiyardı artık. Babilden kalan o meşum laneti yeniden yaşarmışçasına, talihsiz yeni torunlar türedi o’ndan da “Ne” kaybettiğinin farkında olan…”
“…Genç adam, vadinin yükseklerinde sisler arasında yükselen kuleye, daha birkaç dakika önce çılgınca yağan yağmurun ıslattığı azgın ısırgan otlarını aralayarak, çiğneyerek ulaştı. Kulenin altında, yosun tutmuş nemli odaya kendisini attığında ancak hissetti ne kadar ıslandığını. Dağlı çobanların sevdikleri yavuklularının adını kazıdıkları nemli duvarları inceledi bir süre, çatlak beyaz toprak sıvanın içinden sevinç gözyaşları gibi usulca sızan damlalara parmak ucuyla okşar gibi dokundu. Sonra, kalın duvarın içine yapılmış, aşağılarda çağlayarak akan dereye bakan pencerenin kenarına oturarak, son sigarasını içen bir tiryaki gibi içine derin bir nefes çekti. Ciğerlerinin en uç köşesine kadar serin havanın girdiğini hissetti. Körpe yüreğinde, ilk kez geldiği bu yabanıl ortama karşı ne bir korku, ne de yaklaşan akşam karanlığı ile orada kalacak olmasından doğan bir endişe hissetmeden, dışarıda yeniden başlayan yağmur dinene kadar orada oturdu. Üzerinde yükselen kulenin yıkık duvarları, sevdiği yavrusuna kavuşan bir ananın tanrısına şükran için açılan elleri gibi göğe yükseliyor, genç adam o anda kendisini çok talihli hissediyordu…”