‘KURTLARIN DALAŞINDA KUZULAR KAYBEDER’

Sezai Babakuş
26.02.2010

CC’deki ilk yazımın Adige-Abhaz toplumunun özgün gündemiyle ilgili olmasını isterdim; Kafkasya’da olup bitenleri, diaspora-anavatan ilişkilerini, dönüş, kimlik, örgütlenme vb. yakıcı konuları tartışmayı… Ama ne mümkün. Her geçen gün nefes almanın zorlaştığı bir ülkede yaşıyoruz. Gerilim öyle yükseldi, hesaplaşma öyle keskinleşti ki, mecburen öncelik vermek gerekti.

Belki bir kısmımız olup bitenleri anlamış-anlamlandırmış ve zihnen rahata ermiştir. Bunu başaranlara ne mutlu. Ben hala ‘acaba’lar labirentinde yuvarlananlardanım. Bitaraf, dolayısıyla bertaraf durumdayım. Üstüme çöken iki büyük hava basıncından hangisinin alçak hangisinin yüksek olduğu üzerine kendi kendime körbahis oynuyorum.

Bu avarelikte, gecenin ilerleyen saatleri boyunca TV kanallarının haber-tartışma programları arasında koşuşturarak kıble arıyorum. Kadrolu kanaat oluşturuculardan sıkılmışken imdadıma İskender Pala adında bir muhterem yetişti. Şu meşhur 28 Şubat (1997) sürecinde, ‘irticacı’ olduğu gerekçesiyle askeriyeden atılmış; şair, yazar, Türk dili ve edebiyatı profesörü. Uğradığı haksızlığı anlatmak için ‘İki Darbe Arasında’ adıyla bir kitap yazmış. Empati hevesiyle, önceki hafta Kanal 24’de ‘Kafadengi’ konukluğuna takıldım. Mazlum, mahzun, romantik, sempatik suratlı biri. Güzel güzel anlatıyor; peygamber ocağı (ne demekse) bildiği orduda nasıl hayal kırıklıkları yaşadığını, eşinin başörtüsü yüzünden nasıl fişlendiğini ve orduevlerine sokulmadığını vs…

Tam da ‘vah vah, adama neler çektirmişler’ kıvamına geliyordum ki, programın diğer konuşmacılarından Sırrı Süreyya Önder (Beynelmilel filminin yönetmeni, 12 Eylül faşizminin hapse tıkıp işkence ettiği solculardan), pişmiş aşa su kattı;

– Hocam iyi dersin, güzel dersin de, 12 Eylül zindanlarında bize falakayla copla ezberlettikleri marşların bazılarının sözlerini sen yazmışsın. Falaka-cop neyse de, o saçma-sapan marşlara dayanmak zordu be hocam. Bunu bize nasıl yaptın. Nasıl kıydın bize…

Vay be. Mazlum, mahzun maskesi altındaki muhterem 12 Eylül’ün marş yazıcısıymış. Demokratlık makyajı akınca yüzü asıldı, gülüşü dondu. Kem-kümledi ama vaziyeti kurtaramadı.

Kurtaramazdı… Çünkü 12 Eylül faşizminde askeriye içindeki İskender Pala benzeri muhafazakar sağcılar, ikiz kardeşleri olan milliyetçi sağcılarla ittifak içinde, vatan-millet-din yolunda solculara karşı kutsal görev ifa ettiler. Elbirliği ile memleketi iğfal ettiler.

Peki, ne oldu da Türk-İslam sentezi ile çimentolanan bu kutsal ittifak kırılıverdi ve bugün birbirinin gırtlağına basacak kadar düşman kardeşler oluverdi?.. Bunun için, hiç değilse 30-40 yıllık yakın tarihi biraz eşelemek faydalı olabilir.

Akıl-bilinç defterimi karıştırırken, 1960’lı yıllarda bütün dünyayı etkisi altına alan özgürlük rüzgarı Türkiye’ye ulaşıp solu kanatlandırmaya başladığında, iktidar erkini elinde bulunduran ‘milliyetçi sağ’ ile tali planda konumlanan ‘muhafazakar sağ’ın birbirine nasıl yaklaştığını hatırladım. Bu iki sağ kanat, 1970’lere doğru Aydınlar Ocağı’nın fikri öncülüğünde icat olunan ‘Türk-İslam sentezi’ harcıyla birbirine tutturuldu. Türk milliyetçiliği ile Sünni İslam ümmetçiliğini bütünleştirip komünizme karşı panzehir oluşturmayı öneren bu sentez, ‘büyük birader’ ABD tarafından da geçer not almıştı.

Önce askeriye bu senteze uygun kadrolandı. Sonra 12 Mart 1971’de devlet aygıtı zapt-ı rapt altına alındı. “Solak unsurlar” temizlendi. Toplumun, siyasi-askeri-bürokratik elitin yeni rotasına adapte edilmesi 12 Eylül 1980 darbesi eliyle gerçekleştirilecekti. Evren liderliğindeki milliyetçi-muhafazakar 12 Eylül faşizmi solu tamamen ezmiş, açılan sayısız kuran kursu ve imam hatip lisesi ile Türkiye’nin yeni eksenine ulvi katkılar verilmişti. Özal ise halkayı tamamladı; adrese teslim yatırım ve ihracat teşvikleriyle yeşil sermayeye gaz verdi.

Boynuz kulağı geçince…

Türk-İslam sentezinin yarattığı ittifak sola karşı zafer kazanmıştı ama kendi içinde sorunsuz değildi. Sentez, tarafları soğan zarı kadar birbirine yaklaştırmış ancak tamamen kaynaştıramamıştı. Hem milliyetçiler arasında hem muhafazakarlar arasında ‘kim kimin kayığına bindi’ sorusu hep sorulmuştur. İlk ciddi çatlak, 12 Eylül darbesinde kimi milliyetçi sağ kadroların enterne edilmesi girişimi ile su yüzüne çıkmıştı. Bu cenahtaki itiraz “fikrimiz iktidarda biz içerde, bu nasıl şey” şaşkınlığı ile ifadesini buluyordu. Sentezin topuzu İslam’a doğru kayıyordu. İzleyen yıllarda taraflar daha fazla kar-zarar hesabı yapmaya başlayacaktı. 1991’de Sovyetlerin dağılması ve “sol tehdit”in tamamen ortadan kalkmasıyla birlikte Türk-İslam sentezinin çimentosu gevşemeye başlamıştı.

Bu ittifakta, başlangıçta ‘erk’i elinde bulunduran ve hep böyle kalacağını sanan milliyetçi sağ yıllar içinde mevzi kaybettiğini gördü. Buna karşın muhafazakar sağın iştahı da etki alanı da artıyordu; siyasette, bürokraside, askeriyede, iş dünyasında güç el değiştiriyordu. Artık boynuz kulağı geçmeye başlamıştı.

Sentezin Türk kanadı, kaybettiği mevziyi geri almak için 1997’de (28 Şubat süreci) bir huruç harekatı yaptı. Rivayet edilir ki, bu harekat Türk-İslam sentezininin iflasının ilanıdır. Taraflar yeniden asli yataklarına dönmüştür. Birbirlerinden destek alarak palazlanan Türk milliyetçiliği ile İslam ümmetçiliği artık iktidar savaşı için karşı karşıyadır.

Beklenenin aksine, sentezin İslam kanadı 28 Şubat tıraşından gençleşerek ve gürlenerek çıktı; 2002 seçimlerinde tek başına hükümet gücüne erişti. Ve bugünlere, Türkiye’yi “kırk katır mı kırk satır mı” seçeneğine zorlayan kabus günlere gelindi…

Şimdi benim gibi biçare eski solcular, bu ikiz kardeşlerin kavgasında kim haklı kim haksızı anlamaya, yetmezmiş gibi taraf olmaya sürükleniyor. Vah halimize, tuh halimize…

Bu kafa karışıklığında, aile reisimiz valide hanımın bilgeliğine sığındım. 12 Mart’ta bir oğlu, 12 Eylül’de benle beraber üç oğlu uğruna İstanbul’daki bütün askeri-sivil zindanları tanıma şerefine nail olmuştu. 81 yaşın tecrübesiyle, lafı uzatmadan bir Abhaz değişiyle yol gösterdi;

– Kurtların dalaşında hangisinin kazanacağı bilinmez, ama sonunda kuzuların kaybedeceği bellidir…

CC erişimcilerine merhaba. Hemen moralinizi bozmayın, hep böyle ‘ağır abi’ takılmayacağım.