NE YAPMALI?

Yamçı Dergisi
Mayıs 1977-Şubat 1978,
s. 47

”Var olmalı mı, olmamalı mı” sorusu, bugün Çerkes toplumu için, hatta hiçbir toplum için geçerli bir soru olamaz. Zira var olma isteği, bu sorunun alternatifsiz tek cevabıdır. Bilinçli olarak özgür iradesiyle kendi yokluğunu onaylayan herhangi bir toplum ya da bir ulus düşünülemez. Böyle olunca ulusal varlığı tehdit eden her tehlikeye, asimilasyoncu olgu ve politikalara karşı mücadele, kaçınılmaz bir görev olmaktadır. Ancak bu görevin en kısa sürede, halkın topyekun katılmasıyla en etkin biçimde yerine getirilmesi, soruna en tutarlı bir çözüm bulunabilmesi ”geçerli” sorulara verilecek ”güvenilir” cevaplarla mümkün olabilecektir.

”Ne yapmalı”, ”nasıl yapmalı”, ”ne zaman yapmalı”, ”kimlerle yapmalı” vb. sorular, genel olarak, basit bireysel sorunlardan tutun da en karmaşık toplumsal sorunlara değin hemen her sorunun çözümünde başvurulabilecek ”geçerli” sorular olmaktadır. Bu sorulara verilebilecek ”güvenilir” cevaplar, gerek çalışmaların doğru planlanmasında, gerekse uygulamanın her aşamasında hareketi yanlışlıklardan, sapmalardan koruyabilecek, doğru bir çizgi üzerinde sağlıklı bir gelişmeye yardım edebilecek önemli yol göstericilerdir. Ne var ki, her türlü peşin yargıdan sıyrılmadıkça bu ”geçerli” soruları sorabilmek de, bunlara ”güvenilir” cevaplar bulabilmek de mümkün değildir, ”geçerli soru” ve ”güvenilir cevap” ilişkisi, yansız, bilimsel yaklaşımın bir yansıması, bir bakıma diyalektiğin ifadesi olmaktadır. Bu yüzden sorunun bilincine varan, içtenlikle ve iyi niyetle çözüm arama çabasında kararlı olan kişi veya kuruluşların her türlü peşin yargıdan sıyrılarak konuyu serinkanlılıkla ele almaları, her aşamada bu türlü ”geçerli” sorulara ”güvenilir” cevap bulmaları başarı için kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Bu anlamda biz, gerçekten karmaşık ve kendine özgü somut koşulları bulunan Çerkeslik sorununda sözünü ettiğimiz ”geçerli” soruları kendi kendimize yeterince ve gereğince sorduğumuz, ”güvenilir” cevaplar bulduğumuz savında değiliz. Ancak böyle bir yaklaşımın önemini vurgulamak istediğimizi, bu yolda içtenlikli, demokratik bir arayış içinde bulunduğumuzu söyleyebiliriz.

Öncelikle Çerkeslik sorununa ilişkin olarak bugüne değin belirmiş bulunan çözüm önerilerini ya da yaklaşım biçimlerini, kabaca da olsa Çerkes toplumunun somut koşullarıyla birlikte kısaca gözden geçirmekte yarar vardır.

1) ”Yüzyıllardır karakterinin gereği olarak eşsiz mücadeleler vermiş, dünyaya parmak ısırtan savaşlar yapmış olan kardeşlerimiz, (Kafkas Türkleri) kaderin cilvesiyle yenilmişler ama esareti asla kabul etmemişler, Rus ve komünizm esaretine tahammül edemeyerek buralara, kardeşlerinin arasına gelmişler, buralarda özgürlük içinde yaşamaktadırlar. Fakat maalesef Kafkasya’daki kardeşlerimiz bugün, komünist Rus mezalimi ve esareti altındadır. Rusya’yı yıkmak, komünizmi yok etmek ve oradaki kardeşlerimizi de kurtarmak tek amacımız ve görevimiz olmalıdır. Bir gün Allah’ın yardımıyla Rusya yıkılacak ve Kafkasya’da ay yıldızlı Türk bayrağı dalgalandırılacaktır.” biçiminde özetlenebilecek ve sembolize edilebilecek olan anti-sosyalist ve anti-Sovyetik bir görüş bilinmektedir.

Kendi içinde baştan sona tutarsızlıklarla dolu bulunan bu görüş,    gerçekte bir ekonomik temelin yansımasıdır.

Şöyle ki: İnsanlık tarihinin belirli bir aşamasında, bu aşamanın bir gereği olarak üretim araçlarının özel mülkiyeti doğmuştur. Bu özel mülkiyet uygulamasının bir sonucu olarak, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olmayan, yaşamak için emeğini değerlendirmekten, çalışmaktan başka çaresi bulunmayan yığınların bu durumlarını fırsat bilen ve onların çalışmaları sayesinde hiç çalışmadan mutlu ve müreffeh bir yaşam sürmenin tadını almış haramzade asalaklar oluşmuştur. Bunlar çeşitli yollarla geniş topraklar, büyük servetler edinmiş toprak ağaları, han-hamam-apartman sahipleri, fabrikatörler, büyük tüccarlar vb.dir. Bu haramzade asalaklardan oluşan ekonomik sınıfın adı kısaca burjuvazi, tekelci kapitalizm ya da emperyalizmdir.

Burjuvazi  kendi  asalak düzenini  koruyabilmek, daha da geliştirerek sürdürebilmek için, üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olmayan, yani yaşamak için kendi öz emeğini değerlendirmekten başka çaresi olmayan yığınların içinde bulunduğu bu çaresizliği ve bilinçsizliği istismar edegelmiş, bu dengesiz ve adaletsiz durumun ”bir kader” olduğunu, ”böyle gelmiş, böyle gideceğini” ”beş parmağın bir olmadığını” vb. söyleyegelmiştir. Oysa bu dengesiz durum, insanlıkla birlikte varolagelmemiştir. Tarihin belirli bir aşamasında ortaya çıkmıştır ve bir aşamasında da kesinlikle ortadan kalkacaktır. Bu bir ”kader” de değildir. İnsanlar arasında ortaklaşa üretim, ortaklaşa tüketim ve bölüşüm olanakları var olmuştur, yine de var olacaktır. ”Beş parmağın bir olmadığı” savı da, ilk bakışta doğru gibi gelen bir uydurma, gerçeği yansıtmayan yüzeysel bir görünümdür. Zira beş parmak dışarıdan farklı görünmesine rağmen, temelde farklı değildir; sabanın, çapanın, orağın sapını birlikte kavramakta, direksiyonu birlikte tutmaktadır. Yani iş hayatının her aşamasında her parmak çalışmakta, kendi görevini yürütmektedir. Hiçbiri diğerini sömürmemektedir. Ürettiklerini, yani insan vücuduna kattıklarını ihtiyaçları oranında ortaklaşa tüketmektedir. Biri işveren-diğeri işçi, yani biri çalıştıran-diğeri çalışan değildir. Hepsi birden çalışmakta, ortaklaşa üretmekte ve ortaklaşa tüketmektedir.

Ancak burjuvazi, bunları kendi asalak düzenlerini koruyabilmek, geliştirerek sürdürebilmek için çarpıtmakta, böylece olayları derinlemesine kavrayabilecek düzeyde eğitilmemiş emekçi yığınları yüzeysel görünümlerle aldatmaya, uyutmaya ve pasifize etmeye çalışmaktadır. Çünkü emeği ile geçinenler, bu haksız ve adaletsiz durumun insanlık boyunca varolagelen bir kader olmadığını, tarihin belirli bir aşamasında meydana gelmiş olduğunu, bir aşamasında da yok olacağını, bunun için soruna sınıfsal açıdan yaklaşmak gerektiğini bir kez anladı mı, artık bu asalak düzeni kesinlikle değiştirebilecek güçtedirler. Bu yüzden burjuvazinin kendi asalak düzenlerini korumak, geliştirerek sürdürmek için buna benzer yapay, yüzeysel görüş ve sloganlar uydurması sınıfsal çıkarının doğal bir gereğidir.

Bu haramzade asalaklar için bireylere kesinlikle başkalarını sömürme hakkı vermeyen, işsizliği yok eden, mümkün mertebe nüfusun hepsini   uygarlık nimetlerinden ortaklaşa yararlandırmayı öngören her görüş ve sistem kötüdür, tehlikelidir. Böylesi görüş ve düşünceleri savunanların susturulması, bu görüş ve düşüncelerin yayılmasının önlenmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Bu doğal zorunluluğun bir sonucu olarak burjuvazi, kendi düzenlerini haklı göstermek, sömürüye imkan vermeyen bir düzenin kötü olduğunu yaymak için nasıl ki emekçileri avutuyor, uyutuyorsa, emekçilerin çıkarına olan düzenin uygulandığı yerlerle ilişki kurmalarını önlemeye çalışıyorsa, etnik grupları da bu doğrultuda etkilemek, etnik özelliklerini yitirmelerini, asimile edilmelerini sağlamak isterler. Bir coğrafi sınır içinde yaşamakta olan çeşitli etnik grupların tek bir dil ile konuşup anlaşabilir hale getirilmelerini, yani hakim ulusun öteki azınlıkları asimile etmesini isterler. Çünkü böyle bir ortamda fabrikatörler ürettikleri malları, daha az bir masrafla tanıtabilir, daha etkili ve ucuz bir reklam olanağı bulurlar. Dolayısıyla da hangi etnik gruptan olurlarsa olsunlar emeği ile geçinenleri daha kolay sömürebilirler, onları sosyalist düzenden daha kolay tecrit edebilirler. Bu yüzden de bir coğrafi sınır içinde yaşayan insanların hepsinin tek bir ulus oluşturduğunu, bu ülkede başka bir ulusun, ulusal azınlığın var olmadığını iddia ederler. Bunun doğru olmadığını ileri sürenleri de çıkarttırdıkları yasalarla, doğrudan doğruya devlet gücüyle susturmak isterler ama yine bu düzenin iç çelişkileri sonucu vermek zorunda kaldıkları bazı sınırlı demokratik haklar nedeniyle yasalar onları susturmak için yetmez duruma geldiğinde besledikleri komandolarla, kaba kuvvetle susturmak isterler.

Bugün Çerkesler üzerinde gözle görünen açık baskılar, kaba kuvvet uygulamaları görülmüyorsa, bu, burjuvazinin uydurduğu yalan-yanlış sloganların halkımızı uyutmaya şimdilik yetmesinden, Çerkes halkının kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yeterince bilinçlenememiş, burjuvazinin aldatmaca ve tuzaklarından henüz kurtulamamış olmasındandır. Aksi halde zamanla yasal baskılar, kaba kuvvet uygulamaları gözle görülür biçimde gündeme girecektir ama her şeye rağmen sonunda bilinçli kitlelerin haklı ortak mücadeleleri başarıya ulaşacaktır.

Yazımızın başında bir cümle ile özetlediğimiz anti-sosyalist ve anti-Sovyetik görüş, haramzade asalakların, kendi asalak düzenlerinin sürdürülmesine önemli ölçüde katkıda bulunmak üzere icat ettikleri, işbirlikçileri ve öteki olanaklarıyla yaygınlaştırdıkları bir görüştür. Gerçeklere, bilime, Çerkes toplumunun ve öteki tüm azınlıkların çıkarlarına tümüyle aykırıdır.

Bu görüş tüm Kafkasyalıları (burjuvazinin asimile politikasının sonucu olarak) Türk saymaktadır. Böylelikle Türkiye’deki Çerkesleri, Türk olmaya özendirmek, zorlamak ve kolaylıkla Türkleştirmek, asimile etmek istemektedir. ”Kafkasya’da ay yıldızlı Türk bayrağını dalgalandırma” motifi bunun en açık kanıtlarındandır. Oysa Çerkesler Kuzey Kafkasyalıdır ama ne Türk’tür ne Arap’tır ne de Rus’tur. Bunların her biri gibi ayrı bir ulustur ve onların sahip olduğu ulusal temel haklara sahiptir. Ne var ki, muhacerette bu ulusal temel hakları gasp edilmiş, o hakları kullanma olanaklarından yoksun bırakılmıştır.

Görülüyor ki bu anti-sosyalist ve anti-Sovyetik görüş gerçekte Çerkeslerin ulusal varlıklarını sürdürmelerini içeren bir çare değil, tam tersine Çerkesleri bir an önce yok etmek isteyen, daha şimdiden onları Türk sayan ve toplumumuzun varlığına tümüyle ters gelen bir görüştür.

Bu görüşü savunanlar Çerkesleri çok iyi tanımaktadırlar. Onların Türk olmadığını da çok iyi bilmektedirler ama prensipleri; Çerkesleri överek, pohpohlayarak, sırtlarını sıvazlayarak kullanmaktır. Tarihte bunun pek çok örneği vardır. Onların çıkarları doğrultusunda iyi hizmet eden, başarılar kazanan Çerkeslerin ”Türk kahramanı” sayılmaları, onların işine yaramayacak bir davranışta bulunanların ya da o doğrultuda başarı kazanamayanların ”hain Çerkes”, ”pis Çerkes” vb… olarak ilan ve tescil edilmeleri uygulayageldikleri asimilasyon politikalarının, kapitalist dünya görüşlerinin, çağdışı barbarlıklarının ve pis şoven duygularının bir sonucudur.

Bu görüşü savunanlar Çerkeslerin komünizmden kaçtıklarını yaymaya çalışırlar. Amaçlan, hem Çerkesleri anayurtlarından soğutmak tümden koparmak, böylece burada tezgahladıkları asimilasyon politikalarının etkisini arttırarak kolayca Türkleştirmek, hem Kafkasya’daki düzeni kötüleyerek yığınları şartlandırmak ve kendi asalak düzenlerinin ömrünü biraz daha uzatabilmektir.

Oysa Çerkesler komünizmden değil, bir bakıma bugünkü Türkiye’nin düzenine benzeyen Çarlık Rusya’sının baskılarından kaçmışlardır. Hatta kaçmamışlar, 1864’lerdeki yarı-köleci, yarı-feodal toplum yapımızdan, İslam dinini yeni benimsemiş olmanın verdiği taze heyecandan yararlanan Osmanlı İmparatorluğu ile Çarlık Rusya’sı gibi emperyalist emeller besleyen iki ülkenin tuzaklarına düşürülerek anayurtlarından koparılmış, uzaklaştırılmışlardır. Kısacası Çerkesler, komünizm dolayısıyla anayurtlarını terk etmiş değillerdir. Büyük Göç, Sosyalist Devrim’in gerçekleştirildiği 1917 yılından tam 53 yıl önce 1864 yılında başlamıştır.

Kapitalist ekonominin bir yansıması olan, Çerkes toplumunun çıkarlarına tümüyle ters bulunan ve yazımızın başında özetlemeye çalıştığımız bu anti-sosyalist ve anti-Sovyetik görüş, ekonomik yönünü kamufle eden iki ayrı akım olarak karşımıza çıkmakta ve toplumumuzu kendi öz ulusal çıkarlarına ters yönde etkilemektedir.

Bunlardan biri masum bir milliyetçilik olarak sunulmaya çalışılan Türk şovenizmi, Türk ırkçılığı akımı, diğeri de temiz bir inanç bütünü gibi gösterilebilen, gerçekte ise Türk şovenizmine, dolayısıyla yine haramzade asalaklara hizmet etmekten öte gitmeyen İslamcılık akımıdır.

  1. a) Milliyetçilik akımı

    Milliyetçilik, Türkiye’de genel olarak; her insanın kendi ulusunu, ülkesini sevmesi, onun gelişmesini, yükselmesini istemesi, bu yolda çaba göstermesi vb. olarak anlatılmaya çalışılmaktadır. Bu yüzden de milliyetçilik kalkanı elden ele kapışılmaktadır.

    Doğrusu bu anlamdaki bir milliyetçilik anlayışı saygı duyulabilecek bir anlayıştır. Zira gerçekten herkesin kendi ulusunu, ülkesini sevmesi, kendi ulusunun ve ülkesinin kalkınmasını, dünya üzerinde saygınlık kazanmasını istemesi en doğal hakkı, bu yolda çaba göstermesi de görevidir. Kimse ulusunu, ülkesini sevdiği, yani ulussever ve yurtsever olduğu için kınanamaz, tersine böylelerine saygı duyulur.

    Doğaldır ki, bu anlamda ise Türk milliyetçiliğine de saygı duyulur ama bu anlamdaki bir milliyetçilik anlayışı, aynı hakları başka ulus ve milliyetlere; Türkiye’deki Araplara, Çerkeslere, Gürcülere, Kürtlere vb… Türk olmayan öteki uluslara ve ulusal azınlıklara da tanımalıdır. Bu, söz konusu çağdaş, saygın bir Türk milliyetçiliği anlayışının doğal ve zorunlu sonucudur. Zira, kendi ulusal haklarına saygı duyulmasını isteyen uluslar, başka ulusların haklarına da saygı göstermelidirler. Başka ulusların haklarına saygı duymayan ulus, başka uluslardan da saygı bekleyemez. Bu anlayış içtenlikle benimsenmedikçe ve hayata geçirilmedikçe insanlık, yüzyıllar öncesinde olduğu gibi savaşlardan yıkımlardan kurtulamaz, barışa, özgürlüğe, mutluluğa ve insanca yaşama olanaklarına kavuşamaz. Bu yüzdendir ki devlet aşamasına gelebilmiş günümüz ulusları çeşitli uluslararası anlaşmalar, sözleşmeler imzalamakta, bildiriler yayımlamaktadırlar.

    Bu anlamda Türkiye’deki Çerkeslerin ve öteki halkların kendi uluslarını, anayurtlarını sevmeleri, kendi anadilleriyle kendi öz kültürlerini işleyip geliştirmeleri, kendi dilleriyle öğretim yapan okullar açmaları, gazete, kitap, dergi vb., yayımlamaları, çocuklarına kendi dilleriyle isim vermeleri, hüviyetlerinde Çerkes olduklarının tescil edilmesi, kısaca Çerkeslerin de bir ulus olarak kendi ulusal yaşamlarını sürdürmeleri en doğal hakları olmalıdır. Ayrıca bu Türk halkının da zararına değildir. Doğal ulusal haklarına saygı duyulan Çerkesler ve öteki azınlıklar Türk halkına daha çok saygı duyacak, barış içinde bir arada daha rahat yaşayabileceklerdir.

    Bütün bunlara rağmen 1977 Türkiye’sinde bile Çerkesler ve öteki halklar bu doğal ulusal haklarına neden hala kavuşamamaktadırlar?

    İşte burada, masum bir Türk milliyetçiliği olarak gösterilmeye çalışılan akım, gerçekte açıklamaya çalıştığımız uygar saygıdeğer bir ulusseverlik ve yurtseverlik anlayışı yerine, Türk’ten başka bütün ulusları ve halkları eritip yok etmeyi, tüm uluslara, tüm dünyaya egemen olmayı içeren, üstün ırk safsatasına dayanan, hatta haramzade asalaklar tarafından icat edilip beslenen katı bir ırkçılık, çağdışı bir şovenizm zihniyeti olarak karşımıza çıkmaktadır.

    Ne denli gizlenirse gizlensin, ne denli haklı gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın gerçek apaçık ortadadır: Türk milliyetçiliğinde, Türkiye’nin öteki uluslara, devletlere hükmedebilir bir düzeye ulaştırılması hayali yatmaktadır. Bunlara göre Türkler dünyanın en eski milletlerindendir, dünyanın ilk sahiplerindendir. Dünyadaki öteki ulusların pek çoğu Türklerden türemiştir (!), hepsi Türk kökenlidir. Türklük övünülecek bir niteliktir. ”Ne mutlu Türküm diyene”, ”Türk gibi kuvvetli”, ”Türk övün, çalış, güven”, ”Ey Türk titre ve kendine dön”, ”Tanrı Türkü korusun”, ”Kerkük’teki, Batı Trakya’daki Türkleri unutmayalım”, ”Hedefimiz Turan” vb… sloganlar ve bu anlayışı benimsemeyenlere yapılan baskılar, saldırılar başka anlam taşımazlar.

    Özetlersek; uygar, dürüst bir Türk milliyetçiliği Çerkes halkının doğal ulusal haklarını kullanmasına engel olmayacaktır ama Türkiye’de Türk milliyetçiliği olarak savunulan anlayış, gerçekte çağdışı, barbar bir Türk ırkçılığı, Türk şovenizmidir. Burjuvazinin, sömürü düzenini sürdürebilmesi için ezilen halkları uyutmak, bu haklan verebilecek olan sistemi kötü göstermek üzere ürettiği, süsleyip tezgahladığı bir aldatmacadır. Çerkes halkının yok olmaktan kurtuluşuna, tüm öteki halkların varlığına tümüyle terstir. Böylesi anlayışlar karşısında ulussever ve yurtsever Çerkeslerin uyanık bulunmaları gerekmektedir.

    b) İslamcılık akımı

    İslamcı görüşü savunanlara göre ”önemli olan Müslümanlıktır. Irkçılık, ulusal üstünlük iddiaları, kavimcilik doğru değildir. Herkes Müslümanlığı iyi öğrenmeli ve yaşamalıdır. Önemli olan budur. Gerçi Allah insanları biri birleriyle tanışıp anlaşsınlar, biri birleriyle iyi ilişkiler kursunlar diye kavim kavim, şube şube yaratmıştır ama hiçbir kavmin ya da ulusun diğerlerine üstünlüğü yoktur. Allah katında en değerli olanlar İslam’ı en iyi yaşayanlar, takva sahibi olanlardır.”

    Her ulusun kendi diliyle kendi kültür ve edebiyatını işleyip geliştirmesi, ayrı bir ulus olarak varlığını sürdürmesi, bu anlamdaki İslamcılığa da İslam dinin özüne de aykırı değildir. Önemli olan Müslüman olmak olduğuna göre her ulus kendi diliyle okullar açabilir, gazete, dergi kitap yayımlayabilir. İbadet dili ortak ve Arapça olduğuna göre geri kalan tüm alanlarda her ulus duygu ve düşüncelerini kendi diliyle yazıp anlatabilir. Müslümanlık evrensel bir dindir. Müslüman olmak demek Arap olmak demek değildir. Türk olmak demek hiç değildir. Müslüman Arap, Müslüman Türk olduğu gibi Müslüman Alman, Müslüman Çerkes, Müslüman Kürt de olabilir.

    Eğer gerçekten Müslümanlık önemliyse, bu görüşü savunanlar Müslümanlığı içtenlikle benimsemiş iseler, başka uluslara da kendi dilleriyle kendi kültürlerini işleyip geliştirme hakkı tanımalıdırlar. Dinsel kitaplar her ulus tarafından kendi diliyle yazılıp yayımlanmalıdır. Camilerde hutbeler her ulusun kendi diliyle okunmalı, vaazlar her ulusun kendi diliyle yapılmalıdır. İslamcılar bunları kabul etmeli, hatta teşvik etmelidir. Aksi takdirde müslüman olmak isteyen herkesin bir yabancı dil öğrenmesi gerekecek, başka uluslara Müslümanlığı kabul ettirmek güçleşecektir ve güçleştirenler, kolaylaştırmayanlar da yine İslam dinine göre günah işlemiş olacaklardır, mesul olacaklardır.

    Allah insanları biri birleriyle tanışsınlar, iyi ilişkiler kursunlar diye ayrı dilleri konuşan ayrı ayrı toplumlar halinde yarattığına, hiçbir milletin başka milletler üzerinde bir üstünlüğü olmadığına, her ulusun kendi diliyle kendi kültürünü işleyip geliştirmesi doğal hakkı olduğuna göre acaba Türkiye’de İslamcı görüşü savunanlar neden öteki toplumların kendi dillerini istedikleri gibi kullanmalarını doğal karşılamamakta, hatta tam tersine (sanki Türklüğün öteki milletlere bir üstünlüğü varmış gibi) herkesin Türkçe konuşmasını, Türkçe okuyup yazmasını istemekte ve savunmaktadırlar?

    İşte burada da, masum bir inanç bütünü olarak dile getirilen İslamcılık akımı, gerçekte iyi niyetli, samimi ve kutsal bir İslam anlayışı yerine, Türkiye’de yaşayan ve Türk olmayan halkların yok edilmesini amaçlayan sözünü ettiğimiz çağdışı barbar Türk ırkçılığının, halkın temiz İnançlarını istismar ederek öteki halkları asimile etmeye yönelik bir taktiği olarak karşımıza çıkmaktadır, ki Türk milletinin başka milletlere karşı bir üstünlüğü olduğu varsayımına dayanan bu anlayış İslam’ın özüne de kesinlikle aykırıdır. Özetlersek; inanç ve milliyet ayrı ayrı şeylerdir. Türkiye’de İslamcılık kalkanıyla ileri sürülen görüşler, gerçekte bir coğrafi sınır içerisinde yaşayan bütün insanları (hangi milletten olurlarsa olsunlar) tek bir milletmiş gibi göstermekten yarar sağlayan burjuvazinin, asimilasyoncu anlayışların kendi çıkarlarına hizmet etmek üzere tezgahladıkları bir taktikten ibarettir. İnançları istismar edilerek Türkleştirilmeye çalışılan tüm halkların bu konuda da uyanık olmaları gerekmektedir.

2) Muhaceretteki Çerkeslerin yok olmaktan kurtuluşu konusunda önerilen başka bir görüş de şöyle özetlenebilir. ”Kafkasya ve öteki ülkeler Rus mezalimi ve esareti altındadır. Bizim Rusya’yı yıkmamız mümkün değildir ama bir gün ya oradaki ulusların ayaklanmalarıyla ya da Rusya dışındaki güçler tarafından bir üçüncü dünya savaşı sonucu yıkılması mukadderdir. İşte o zaman biz de anayurdumuz Kafkasya’ya döneriz ve kurtuluruz. O zamana kadar da ailelerimizde, derneklerimizde dilimizi, kültürümüzü yaşatmaya çalışmalıyız.”

Bu görüş de bir önceki görüşle aynı ekonomik temelden kaynaklanmaktadır. Ancak bu görüşün öncekinden ileri bir yanı vardır. O da; Çerkeslerin Türk olmadığını, Türk gibi başlı başına bir ulus olduğunu, ulusal değerlerin korunması için çaba gösterilmesi gerektiğini, bir de ”Allah Allah” sesleriyle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının mümkün olmadığını kavramış olmasıdır. Birinci görüşü incelerken sözünü ettiğimiz haramzade asalakların propagandalarının etkisinden, şartlamalarından kurtulamamış ama temelde iyi niyetli masum bir yaklaşım olarak değerlendirebiliriz. Ne var ki buna rağmen getireceği sonuç bakımından birinci görüşten hiç de farklı değildir. Bir çözüm yolu olamayacağı açıktır.

Burada her iki görüşünde kullandığı, halkımızda da yerleştirilmiş bulunan bazı yanlış değerlendirmelere değinmek gerekir.

Her şeyden önce Çarlık zamanındaki gibi bir ”Rusya” bugün artık söz konusu değildir. Çarlık Rusya’sı yıkılmış, onun yerine, toplumların sosyolojik gelişme aşamalarından bugün gelinebilmiş olan en ileri aşamaya ulaşmış bir sosyalist cumhuriyet olan Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu Cumhuriyet, hepimizin de kesinlikle karşı olduğu Çarlık düzenini ve onun haksız, adaletsiz, faşist uygulamalarını yıkarak kurulmuştur. Ayrıca bu cumhuriyet, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ni oluşturan 15 ayrı cumhuriyetten birisidir, öteki 14 cumhuriyetle eşit hak ve yetkilere sahiptir. Bu nedenle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği için ”Rusya” deyimini kullanmak gerçekleri yansıtmamaktadır, yanlıştır. Ancak haramzade asalaklar, kendi asalak düzenlerini sürdürebilmek için, Çarlık Rusya’sının yaptığı zulümlerden, faşistçe uygulamalardan dolayı geniş halk kitlelerinde meydana gelmiş Rus düşmanlığını, kin ve nefret duygularını bugün de kullanabilmek üzere Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği gerçeğini, Çarlık devrinden bu yana oluşan değişme ve gelişmeleri görmezlikten gelerek bugünkü S.S.C. Birliği için ısrarla ”Rusya”  deyimini kullanmakta ve kullandırmaktadırlar.

Sovyetler Birliğinde uygulanan düzen, tüm halklara, uluslara kendi kaderlerini özgürce tayin etme hakkı tanıyan ve dünya çapında bunu savunan, sosyolojik olarak da er veya geç bütün toplumlarca kabul edilmesi kaçınılmaz ileri bir aşama olan sosyalizmdir. Sosyalizm, çarpıtılmadan uygulandığı takdirde, bütün uluslara kendi kaderlerini tayin hakkını kesinlikle tanımaktadır. Böyle bir düzende yaşayan halkların bir ”mezalim” ve ”esaret” altında olması eşyanın tabiatına aykırıdır, ama haramzade asalakların işine geldiği için kapitalist ülkelerde böyle tanıtılmakta ve propaganda edilmektedir.

Henüz yeni doğmuş, toplumların gelişmelerinde varılabilmiş en üzeri aşamaya varmış, toplumların hızla benimsemekte oldukları bir düzeni ilk uygulamış ve bütün kurumlarıyla yerleştirmiş bir ülkenin yıkılmasını hayal etmek de gerçekçilik değildir. Muhaceretteki Çerkeslerin kurtuluşunu böyle bir hayale dayandırmak yanlıştır. Çerkeslerin kurtuluşu, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasında değil, tersine bugünkü düzenini çarpıtmadan, teoriye uygun, doğru bir çizgide sürdürmesi koşullarında aranabilir. Zira Çerkeslerin Türkiye’de, Suriye’de, Ürdün’de, Amerika’da, bir ölçüde de olsa İsrail’de yani kapitalist ülkelerde nüfusları küçümsenemeyecek düzeyde olmasına rağmen hızla yok oldukları, giderek tümüyle yok olmaya mahkum oldukları artık açıkça gözlenmektedir. Bunun yanı sıra anavatanda pek az bir nüfusla Çerkesler ulusal varlıklarını koruyabilecekleri, yok olmayacakları bir düzeye ulaşmışlar, kendi dilleriyle kendi öz kültürlerini işleyip geliştirme, ulus olarak yaşamlarını sürdürme hak ve olanaklarına sahip olmuşlardır. Böyle bir hak ve olanağın var olduğu bir ülkenin yıkılmasında kurtuluş aramak yalnızca burjuvazinin tuzaklarına düşmüş olmaktır, mantığa, somut gerçeklere, bilime aykırıdır.

Bir halkın, ayrı bir milliyet olarak kabul edilmediği, akla gelebilen her türlü yöntemle asimile edilmek istendiği bir ülkede aile eğitimiyle, basit yetersiz derneksel çalışmalarla ulusal varlığını sürdürebilmesi mümkün değildir. Bu nedenle var olabilmek için anti-asimilasyoncu demokratik bir ulusal mücadele yükseltilmelidir. Halkların haklı mücadelelerinin sürekliliği başarıyı yaklaştıracaktır.

3) Muhaceretteki Çerkes toplumunun yok olmaktan kurtuluşu yolunda önerilen bir başka görüş de şöyle özetlenebilir: ”Kapitalist dünya görüşünün egemen olduğu hiç­bir öneri, bu arada buraya kadar anti-sosyalist ve anti-Sovyetik görüş olarak sözü edilen, kapitalizmin ve hakim ulus şovenizminin etkisiyle oluşan şoven-milliyetçi görüşler hiçbir azınlık ulusun veya ulusal azınlığın sorunlarına çözüm getiremezler. Zira bu tür görüşlerin kaynağı olan kapitalizmin temelinde sömürü ve asimilasyon vardır. Sömürüye ve asimilasyona dayanan bir dünya görüşünün ortaya çıkardığı çözümler kendi varlığının sebebi olan sömürüyü ve asimilasyonu ortadan kaldıramazlar, tersine hızlandırırlar.

Sömürülen emekçi kitlelerin ve asimile edilen ulus ya da ulusal azınlıkların sorunlarının çözümü, varlığı sömürüyü ve asimilasyonu ortadan kaldırmaya dayanan sosyalist sistem içinde mümkündür. Sosyalizm, anti-emperyalist, anti-asimilasyoncu bir düzendir. Her türlü sömürüye karşıdır. Sermayeye karşı emeğin, burjuvaziye karşı tüm   çalışanla rın düzenidir. Bu düzende her insan insanca yaşama her ulus kendi kaderini özgürce tayin etme hakkına sahiptir. Bugün anayurt Kafkasya’daki bir avuç Çerkes ve Sovyetler Birliği’nde yaşayan tüm uluslar ve azınlık milliyetler bunun en açık örneğidir. Bunlar bugün   insanca yaşama, ulusal varlıklarını diledikleri gibi sürdürme hak ve  olanaklarına sahipseler; bu, sosyalist düzen sayesindedir.

Öyleyse Çerkesler bulundukları ülkelerde, birey olarak sömürüden, toplum olarak asimilasyondan kurtulmak için sosyalist  düzenin  gerçekleştirilmesi yolunda verilen devrimci mücadelelerde yerlerini almalı, bu sürecin hızlandırılmasına etkin biçimde katılmalıdırlar. Böylece bulunduğumuz ülkelerde sosyalist düzen gerçekleştirildiğinde anayurt Kafkasya’daki Çerkesler gibi biz de her türlü sömürüden, asimilasyondan kurtulur, ulusal haklarımıza kavuşur, kendi kaderimizi özgürce tayin ederiz. Bugün muhaceretteki somut koşullarımız ne olursa olsun sosyalizm, her türlü sorunumuza mümkün olan en iyi çözümü getirecektir.”

Buraya kadar sözünü ettiğimiz anti-sosyalist ve anti-Sovyetik görüşlerin, bu doğrultuda ortaya çıkabilecek olan kapitalist dünya görüşünün egemen olduğu başka görüşlerin Çerkes toplumunun sorunlarını çözmeyeceği kesinlikle bellidir ve sorunlarımızın çözümü kuşkusuz sömürüye ve asimilasyona karşı olmakla var olan sosyalizm içinde aranmalıdır. Anayurt Kafkasya’daki kardeşlerimizin bu düzen içinde insanca yaşama, ulusal varlıklarını diledikleri gibi geliştirmek hak ve olanaklarına sahip oldukları da açıkça ortadadır. Böyle olunca ulus olarak yok olmaktan kurtulmak, ulusal varlığını dilediği gibi sürdürmek isteyen bütün Çerkeslerin sosyalizmi kavramaları ve çalışmalarını buna göre  düzenlemeleri kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Ancak bu doğruları böylece dile getirdikten sonra Çerkes toplumunun muhaceretteki somut durumunu, bu durum karşısında sosyalizmin sağlayabileceği hak ve olanakları, kazandırabileceği statüleri, nihai olarak varılabilecek noktayı ve bütün bunlar karşısında Çerkes toplumundan beklenmesi gereken çalışmaları göz ardı etmemek, gerçekçi bir biçimde ele almak gerekir. Zira sosyalizm, işçi sınıfının veya işçi-köylü ittifakının önderliğinde tüm çalışanların ve ezilen ulus ve ulusal azınlıkların omuzlarında yükselebilecek ve gerçekleşebilecektir. Tüm çalışanların bu düzeni gerçekleştirmek için mücadele etmeleri, bu düzeni tanımlarına, bu düzen gerçekleştirildiğinde yaşamlarının hangi düzeye ulaşacağını kavramalarına bağlıdır. Mücadelenin sonucunda hangi düzeye gelebileceğini bilemeyen emekçiler, bu düzenin gerçekleştirilmesi için etkin bir mücadele veremezler.

Aynı durumu ulusal azınlıklar veya ezilen uluslar için de söyleyebiliriz. Tıpkı emekçilerde olduğu gibi ezilen uluslar veya ulusal azınlıklar da sonunda ne kazanacaklarını açıklıkla kavramadıkça mücadeleye etkin biçimde katılamazlar.

Şimdi durumu bu açıdan değerlendirmeye çalışalım.

Türkiye’de Çerkeslerin nüfusu kesinlikle belirlenememiş olmakla birlikte yaklaşık olarak bir milyon civarındadır. Bu nüfus, birbirinden uzak ve farklı 50’den çok il çevresinde 500’den fazla yerleşim merkezinde dağınık olarak yaşamaktadır. Hemen hemen hiçbir yerleşim çevresinde genel nüfusun salt çoğunluğunu bile sağlayamamaktadır.

Bu durumdaki bir halka Türkiye’de sosyalizm neler verebilecektir?

Sosyalizm, toprak bütünlüğü bulunan uluslara kendi kaderini tayin etme hakkı vermektedir. Kuşkusuz Türkiye’deki Çerkes toplumu belirli bir coğrafi bölge üzerinde bir arada yaşıyor olsa idi sosyalist sistemde kendi kaderini serbestçe tayin etme hakkını kullanabilir; ya ayrılarak bağımsız bir devlet olabilir ya da bir cumhuriyetler birliği içinde ayrı bir cumhuriyet olarak yerini alabilirdi. Dağınık yerleşim nedeniyle böyle bir olasılık Çerkes toplumu için söz konusu olamayacaktır.

Dağınık bir biçimde yerleşik bulunan ve toprak bütünlüğü dışında ulusun öteki öğelerini taşıyan bir ulusal azınlığın devrim süreci içinde belirli bir toprak üzerinde topluca yerleştirilmesi olayı da söz konusu olamaz. Çünkü devrim sürecinde burjuvazi tümüyle ortadan kaldırılmış olmaz. Kapitalist zihniyetle mücadele daha uzun süre kaçınılmazdır. Bu nedenle çok daha önemli sorunlar bulunur ülkede. Böyle bir ortamda bir iç göç sorunu başlatılamaz. Pratik yararı olmadığı gibi daha büyük zararlara, sorunlara yol açabilecek olan böylesi bir iç göç olayına devrim izin veremez. Ayrıca bu, pratik olarak da kolay değildir, hatta mümkün değildir. Belirli bir bölgede uzun yıllar yaşamış olan insanların maddi veya manevi herhangi bir bağla bağlı bulunmadığı başka topraklara göç etmeye özenmesi güçtür. Zira gidecekleri bu topraklar bir yurt, anayurt olarak benimsenmiş topraklar da değildir. Bir iç göçün mümkün olmamasının  başka  birçok nedenleri de vardır.

Bir arada olmayan, dağınık bulunan bir ulusal azınlığa verilebilecek  siyasal  statüler ya özerk cumhuriyet, ya özerk bölge ya da kültürel özerklik olabilir. Özerk cumhuriyet için belirli özellikler gerekir. Nüfus üstünlüğü bölgenin yapısı ve çeşitli özellikleri bunlar arasındadır. Türkiye’nin hemen hiçbir yerinde Çerkes nüfus üstünlüğü bulunmadığına göre özerk cumhuriyet statüsü kolay olmayacaktır. Belki birkaç bölgede özerk eyalet statüsü mümkün olabilir. Bu da Türkiye’deki Çerkeslerin sorunlarını, özellikle etnik sorunlarını çözmüş olamayacaktır. Geri kalan kısımlara ancak ulusal kültürel özerklikler verilebilir. Oysa ulusal kültürel özerklik statüsü, sosyalizmin ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı ilkesiyle de bağdaşmamakta, bu statü ile uluslara kendi kaderlerini tayin hakkı verilmiş olmamakta, bu yüzden de kesinlikle reddedilmektedir. Gerçekten de ulusal kültürel özerklik hakkı temelde amaca varamayan, giderek etkisi ve önemi yok olmaya mahkum olan, görünürde bir haktır. Oysa sosyalizm, uluslara kesinlikle kendi kaderlerini tayin etme hakkının verilmesini savunur ve bu yüzden de ulusal kültürel özerklik savunucularına karşı çıkar, bunun yerine bir coğrafi bölgeye dayalı bağımsız bir devlet olabilme hakkını ya da bu kesinlikle mümkün değil ise yine bir toprak parçasına dayalı özerk cumhuriyet, özerk eyalet hakkını savunur.

Demek ki, Türkiye’de Çerkes halkının ulaşabileceği en iyimser siyasal statü üç-beş ayrı bölgede oluşturulabilecek özerk cumhuriyet ya da özerk eyalet olmaktadır. Kaldı ki, bunlar bile oldukça güçtür. Ayrıca bu siyasal statüler bile hem tüm Çerkeslerin sorunlarını çözümleyemeyecektir, yani özerk yönetimlerin dışında kalan pek çok Çerkes olacaktır. Hem de bu statüler çerçevesinde ulusal hakların eşit koşullarda kullanılabilme olanağının sınırlılığı ve öteki uluslarla eşitsizliği yüzünden asimilasyonu önlemeyeceği gibi doğal olarak hızlandırması olasılığı da söz konusu olabilecektir. Kısaca sosyalizm, Türkiye’deki somut koşullar içerisinde Çerkes halkının özellikle etnik sorunlarına yeterli bir çözüm getiremeyecektir. Ancak, bu sosyalizmin kusuru, eksikliği değildir. Bu, bir bakıma Osmanlı İmparatorluğu ile Rus Çarlığı’nın ortaklaşa tezgahladıkları emperyalist oyunların sonucu bugün Çerkes toplumunun içinde bulunduğu aleyhteki somut koşullarının zorunlu bir gereğidir.

Bütün bunlara rağmen, Çerkes halkının sosyalist Türkiye içerisinde kazanacağı haklar kuşkusuz bugünkü durumla karşılaştırılamaz. Bu nedenle de yapılacak çalışmaların yine sosyalizm içinde düşünülmesi ve planlanması kaçınılmaz bir gerekliliktir.

Öte yandan Türkiye’deki Çerkesler genel olarak henüz kendi toplumsal gelişimini çağdaşlarının düzeyinde gerçekleştirememiştir. Genel olarak feodal etkinliklerden kurtulamamışlardır. Soyluluk, kölelik hala gündemdedir ve önem taşımaktadır. Feodal yapıya karşı etkili bir mücadele de başlatılmamıştır. Bir yandan feodal beylerle Türkiye burjuvazisi arasında işbirlikçi ilişkiler kurulurken köle sıfatıyla horlananlar da Türk şovenistleri ve faşistlerce kullanılmaktadır.

Ayrıca ulusal kültür açısından sürekli ve hızlı bir gerilemenin yanı sıra çağdaş genel kültür açısından da önemli bir gelişme görülmemektedir. Genellikle halk küçük toprak sahibi, küçük üretici köylü ve geleneksel toplum özelliğindedir.

Bu durumdaki bir halktan, burjuvazinin çarpıklıklarını, çelişkilerini kavramış bir halkın sosyalizm için verebileceği mücadele beklenemez. Çerkes toplumundan bugün ancak feodalizme karşı bir mücadele beklenebilir. Bu mücadele örgütlü olarak sürdürülürken kapitalizmin çelişkileri de kavratılabilir, böylece kapitalist toplum aşamasının aşılması hızlandırılmaya çalışılabilir. Kuşkusuz bu hareket, toplumun bilinçlenmesi oranında gelişerek etkinlik kazanabilecek ilerici bir harekettir.

Anayurt, ulusal yaşam motifleri olmaksızın devrimci mücadeleye Çerkes halkının kendiliğinden katılması mümkün değildir veya Çerkes halkının devrimci mücadeleye katkısı, somut koşullarının gereği olarak sınırlı kalmak zorundadır. Bu sınır ulusal yaşam özlemlerinin. Anayurt Kafkasya motifinin işlenmesiyle ve anayurtla ilişkilerin arttırılmasıyla genişletilebilir. Bu nedenle Çerkes etnik sorununa ve bu sorunun somut çözümüne daha çok önem vermek gereklidir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Çerkes toplumunun Türkiye’deki somut yapısı nedeniyle devrimci mücadeleye katılmasını sağlamak çok güçtür. Sosyalist Türkiye içinde Çerkes toplumunun kazanabileceği siyasal statüler aynı nedenlerle sınırlıdır ve sorunlarına kesin, tatminkar bir çözüm getirebilecek nitelikte görünmemektedir. Bu nedenle anayurt dışındaki çözüm önerilerinde direnmek yarar sağlamayacaktır.

4) 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Rus çarlığı Osmanlı İmparatorluğu işbirliğiyle Çerkeslerin anayurtlarından koparılmasından beri çeşitli biçimlerde var olduğu bilinen, ancak sosyo-ekonomik ve siyasal nedenlerle bugüne değin yeterince işlenip yaygınlaştırılamamış bulunan tarihi bir çözüm yolu önerisi de ”anayurda dönüş”tür. Muhaceretin ilk yıllarında daha çok sözlü olarak tartışılmış ve yaşatılmaya çalışılmış bulunan bu görüş, özellikle son yıllarda yazılı olarak işlenmeye başlanmıştır. Kafkasya Kültürel Dergisi’nde, Kamçı Gazetesi’nde ve Yamçı Dergisi’nde bununla ilgili yazılar vardır.

Emperyalist baskı ve tuzaklarla anayurdundan uzaklaştırılmış ve muhaceret yaşamına itilmiş bir halk, kendi ülkesi dışında yaşamaya zorlanamaz. Hele bu halkın muhacerette kendi varlığını koruma olanağı yoksa … Bugün bu durumda bulunan Çerkes halkının, varlığını sürdürebilmek için anayurda dönüş isteminde bulunması en doğal hakkıdır. Hızlı bir asimilasyon sürecinde bulunan Çerkes halkının bu doğal hakkını kullanması uzun vadeli şartlara da bağlanamaz. Bu hak, mümkün olan en kısa sürede kullanılabilmelidir. Çünkü her geçen gün muhaceretteki Çerkes halkı ulusal baskılar ve zorunlu asimilasyon koşullarında hızla yok edilmektedir.

Bu koşullar altında Çerkes halkının bugün içinde bulunduğu her türlü ekonomik ve ulusal sorunun en iyi ve en kesin çözümü anayurda dönüşle sağlanabilmektedir. Anayurda dönüş gerçekleştirildiğinde bugün muhaceret hayatı yaşayan Çerkesler ekonomik sömürüden kurtularak insanca yaşama olanaklarına kavuşacağı gibi, her türlü politik asimilasyondan, ulusal baskılardan da kurtulacak. Anayurtta kalan parçalarıyla bütünleşerek devrimci ulusal kültürün yükselmesine ve bunu sağlayan sosyalizmin güçlenmesine -en azından muhacir olarak bulunduğu ülkeler için somut bir örnek olarak- etkin katkılarda bulunabilecektir.

Anayurda  dönüş tezinin doğruluğu, mevcut sorunlara en iyi ve en kesin çözüm olduğu görüşünde birleşenlerin sayısı gittikçe artmaktadır. Hatta mevcut sorunlara en iyi ve en kesin çözüm olduğu görüşünü kabul etmeyen yok gibidir. Ancak, gerçekleşmesinin mümkün olmadığını, bir hayal olduğunu, biraz da mücadeleden kaçmak, işin kolayını seçmek olduğunu ileri sürenler vardır.

Anayurda dönüşün mümkün olamayacağını, bir hayalden ibaret olduğunu ileri sürenlerin dayandığı temel nedenler şöyle sıralanabilir:

  1. a) Muhaceretteki Çerkes toplumunun durumu,
    b) Sovyetler Birliğinin kabul etmemesi,
    c)
    Türkiye’nin kabul etmemesi

Bu engelleri ayrı ayrı ele alalım:

  1. a) Muhaceretteki Çerkes toplumunun durumu

    Muhaceretteki Çerkes toplumunun kurtuluşu kuşkusuz en başta muhaceretteki Çerkes toplumuna bağlıdır. Emperyalizmin, hakim ulus şovenizminin faşist baskıları altında hızla asimile olan, sosyalizme karşı şartlanmış bulunan ve temel karakteri geleneksel toplum tanımını yansıtan, toprağına bağlı küçük üretici köylü niteliği ağır basan bir toplumun bütün bunların etkisinden bir çırpıda sıyrılması ve kurtuluş için etkin bir mücadele verebilmesi mümkün değildir. Bu güçlük “anayurda dönüş” biçiminde ifade ettiğimiz çözüm için olduğu kadar, hatta ondan daha da çok, muhaceret koşullarında aranılan çözüm önerileri için de geçerlidir. Ancak muhaceretteki Çerkes halkının sosyo-ekonomik yapısı ve çelişkileri nedeniyle anayurda dönüş tezini biraz daha kolaylıkla benimseyebileceği inancındayız.

    Şöyle ki: Muhaceretteki Çerkes toplumunu harekete getirebilecek iki önemli çelişki bulunmaktadır. Bunlardan biri ekonomik çelişkidir, diğeri ise etnik çelişkidir. Her iki çelişkinin ve sorunun anayurda dönüşle en iyi biçimde çözümlenebileceği açıkça ortada olduğuna göre bu iki temel çelişki iyi işlenebildiği takdirde Çerkes toplumunun bu görüşü benimsemesi daha kolay olacaktır. Zira bütün sorunlarına en iyi çözümü getiren bir yol dururken halkın, bazı sorunlarına çözüm getiren ya da sorunlarına tümüyle çözüm getiremeyen bir yolu benimsemesi doğal değildir.

    Kuşkusuz halkın bu yolu benimsemesi bilgilenmesinin ve bilinçlenmesinin artmasına bağlıdır. Halk, içinde bulunduğu hızlı asimilasyon sürecinin, bunun temel nedenlerinin bilincine vardıkça çözüm daha da kolaylaşacaktır. Muha­cerette planlı biçimde sürdürülecek çalışmalar yanında Anayurtla kurulacak turistik ve kültürel ilişkilerle bir ulusal kültür birikimi sağlanabileceği gibi siyasal olarak kapitaliz­min, sosyalizm aleyhine oluşturduğu şartlandırma da çözü­lecektir. Böylece halk devrimci bir ulusal kültür birikimi sentezine varabilecek, etnik ve ekonomik sorunlarının en iyi çözümü olan anayurda dönüş yolunda güçlü, etkin bir ulusal demokratik mücadeleyi başarı ile sürdürebilecektir. Ancak bunun için, halkın bugünkü somut durumuna uygun bir yöntem ve program uygulanmalıdır. Bu koşullarla başlatılabilecek olan bir ulusal demokratik mücadele halkın bilincini arttırırken muhaceret ülkelerindeki devrimci mücadeleye de yardım edecek, en azından yığınların sosyalizm aleyhindeki şartlanmalarının yıkılmasında açık bir örnek olarak etkin olacaktır.

  2. b) Sovyetler Birliğinin kabul etmemesi

    Anayurda dönüş tezi, haklılığı ve doğruluğu anlaşılıp halkımızca benimsendikten sonra böyle bir istemi bir sosyalist ülkenin kabul etmemesi düşünülemez. Sosyalizm, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kesinlikle tanıdığına göre, emperyalist emellerle anayurdundan koparılmış bir ulusun önemli bir parçasının asimilasyondan kurtuluşunu en iyi biçimde sağlayacak olan bir çözüme, anayurda dönüş istemine hiçbir sosyalist ülke karşı olamaz. Aksi takdirde o ülkenin sosyalizmden saptığı, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı ilkesini benimsemekte samimi olmadığı gerçeği ortaya çıkar. Bu nedenle dünyanın ilk sosyalist ülkesi olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin, muhaceretteki Çerkes halkının böyle bir istemine karşı olamayacağı inancındayız. Ancak anayurda dönüş olayının sağlıklı biçimde gerçekleşebilmesi için bunun bir takvime bağlanması, belirli bir program çerçevesinde yürütülmesi söz konusu olabilecektir ki, bu da doğaldır.

    Nitekim, Sovyetler Birliği’nin, Çarlık zamanında anayurdunu terk etmek zorunda kalmış halkların, eskiden Çarlık uyruğunda iken her nasılsa Sovyet uyruğunda olma hakkını yitirmiş bulunan herkesin arzu ettikleri takdirde tekrar Sovyet uyruğuna alınabileceklerini belirten duyuruları ve yayınları da vardır. Bu Sovyetler Birliğinin bir lütfü değil, Sovyet halklarının elbirliğiyle gerçekleştirdikleri ve dünya çapında savundukları sosyalizmin bir gereğidir.

  3. c) Türkiye’nin kabul etmemesi

    Muhaceretteki Çerkes halkının anayurda dönüş istemini Türkiye’nin ya da muhacerette içinde bulunulan ülkelerin kabul etmemelerine gelince, ilk iki engel aşıldığında bu engel, Çerkes halkının tüm devrimcilerce ve dünya kamu oyunca desteklenebilecek olan bu haklı isteğini engelleyemeyecektir. Kaldı ki, bugünkü Türk yasalarına göre bir insan belirli bir ülkenin vatandaşlığında kalmaya zorlanamaz. Ancak her vatandaşın vatansız bırakılmaması da uluslararası bir hukuk anlayışının, genel hukuk prensiplerinin bir gereğidir. Bunlara göre bir Türk vatandaşı, başka bir ülkenin vatandaşlığına kabul edilebileceğini belgeledikten sonra Türk vatandaşlığında kalmaya zorlanamaz. Ancak bu yasalar, burjuvazinin çıkarlarına ters bir uygulamayı meşrulaştırıyor ise, burjuvazinin etkinliğiyle kısa sürede değiştirilebilir ve T.C. vatandaşı olan Çerkes halkının bu yasal hakkı sınırlandırılabilir. O zaman da halkın, bütün devrimcilerin ‘ve dünya kamu oyunun desteğinde yükselteceği mücadele bu engeli aşabilecek güçte olacaktır.

    İşin kolayına kaçma suçlamasına gelince şunları söylemek gerekir.

    Mücadele, amaca ulaşmak için gösterilen çabaların tümüdür. Amaca ulaşmak için genel doğrulardan, ilkelerden taviz vermeksizin her olanaktan yararlanma zorunluluğu vardır. Bu da, mücadelenin en az kayıpla, en etkin biçimde en kısa sürede sonuca ulaşabilecek nitelikte planlanmasını ve yürütülmesini getirir. Bu anlamda, var olan kolaylıklardan yararlanmak istememek, ”illa da ben mücadelenin en zorunu seçmeli ve başarmalıyım, bana bu yaraşır” gibi çağdışı bir feodal onurun boyunduruğuna girmek devrimci anlayış bir yana, sıradan bir mantığın bile kabul etmeyeceği ölçüde bir saçmalık olur.

    Evet, ”znayurda dönüş” tezi, muhaceretteki Çerkes halkının kurtuluşu yolunda önerilen öteki görüşlerden daha avantajlıdır. Çünkü “anayurda dönüş” tezi, muhaceretteki Çerkes halkının bütün sorunlarına en iyi ve en kesin çözümü getiren bir tez olduğu gibi, emperyalist emellerle anayurdundan zorla koparılmış ve muhacerette en azından ulusal yaşam hakları gasp edilerek ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmüş,   horlanmış, istismar edilmiş bir halkın anayurt ve ulusal yaşam özlemlerini de içerir.

    Burada amaç, muhaceretteki Çerkes halkının politik asimilasyondan, her türlü emperyalist ve faşist baskıdan, ulusal eşitsizliklerden kurtularak kendi ulusal varlığını dilediği gibi sürdürebileceği bir düzeye ulaşmasıdır. Bu amaç için en iyi ve en kesin bir çözüm yolu olarak görünen ”anayurda dönüş” tezi sırf kimi psikolojik ve sosyolojik avantajları vardır diye yadsınamaz.

    Kaldı ki, somut durumu kabaca da olsa bilinen muhaceretteki Çerkes halkının “anayurda dönüş” tezini bilinçli olarak seçebilecek bir düzeye gelmesinin ve bunu gerçekleştirebilmesinin bahçede armut toplamak gibi basit ve kolay bir iş olmadığı, aşamalı bir mücadele gerektirdiği açıkça belirtilmiştir.

    Özetlersek: Anayurda dönüş olayı, Çerkes halkının, aydınlarının öncülüğünde, tüm devrimci güçlerin ve dünya kamu oyunun desteğinde başlatıp yükselteceği anti-feodal, anti-asimilasyoncu demokratik ulusal mücadele ile sağlıklı biçimde gerçekleştirilebilecektir. Gerek bu doğrultuda verilecek ilerici mücadele, gerekse anayurda dönüş olayının sağlıklı biçimde gerçekleşmesi en başta Türkiye’deki devrimci mücadeleye ve genel olarak dünya halklarının devrimci ulusal kurtuluş mücadelelerine bağlı olup bunlara da önemli ölçüde katkıda bulunabilecektir.

    Sonuç:

    Muhaceretteki Çerkes halkının etnik ve ekonomik sorunlarına çözüm olarak önerilen ve bu sorunları, çözmek yerine, kesinlikle çözümlenemez duruma getireceği açıklıkla belli olan sözünü ettiğimiz ilk iki görüş bir yana bırakılırsa geriye asimilasyon süreci içindeki bugünkü durumumuzu gerilemeden koruyabildiğimizi farz edersek sorunlarımızı kısmen çözebilecek olan “bulunduğumuz ülkelerdeki çözüm” önerileriyle sorunlarımızı en kesin, en geniş ve en iyi biçimde çözümleyebilecek olan ”anayurda dönüş” önerisi kalmaktadır.

    Ne denli gerçekçi ve doğru olursa olsun bu öneriler halkımızın özgür iradesiyle benimsediği ve katıldığı ölçüde gerçekleşebilecek olduğuna göre bu aşamada neler yapılmalıdır? Yazımızın başından beri yer yer bunlara değinilmiş olmakla birlikte bu konudaki görüşlerimizi kısaca özetlemekte yarar vardır.

1) Nihai amaç konusundaki görüşümüz ne olursa olsun, muhaceretteki Çerkes halkının yok olmaktan kurtuluşu ve ulusal varlığını istediği gibi sürdürebilme hak ve olanaklarına kavuşması yolunda gerekli her türlü mücadeleyi vermekte kararlı olan herkesin asgari müştereklerde işbirliği yapmak zorunda olduğu gerçeği bilinmeli ve içtenlikle benimsenmelidir.

2)
Farklı fikirlerin, farklı yaşantı ve bilgilenmelerin sonucu olarak ortaya çıktığı gerçeğinden hareketle başkalarının fikirlerine de saygı gösterilmeli, onlardan birinin veya birkaçının kendi fikirlerimize oranla daha doğru ve geçerli olabileceği ihtimali her zaman göz nünde bulundurulmalıdır.

3)
Hiçbir zaman en mükemmel olmadığımız gerçeğinden hareketle görüşlerimizin kendi göreceli yetkinliğimizle bağlantılı ve orantılı bulunduğu bilinmeli, herkes kendi fikrini yeni bilgi ve kanıtların ışığında tekrar gözden geçirerek gerekli değişikliklere uğratabilmek anlamında   demokrat ve açık fikirli olmalıdır. Herkes kendi fikrini, kapsamı, amaca uygunluğu, kendi içindeki tutarlılığı, işlerlik yeteneği ve pratik değeri gibi ölçütlere göre her zaman kendi kendine eleştirerek ve yöneltilebilecek eleştirileri dikkate alarak değerlendirmeye, gerekirse değiştirmeye hazır ve istekli olmalıdır.

4)
Ulusal kültür birikimi sağlamaya yönelik çalışmalar öncelikle, en etkin ve yaygın biçimde başlatılmalı, bu çalışmaların giderek anti-feodal, anti-asimilasyoncu demokratik ulusal mücadele biçiminde sürmesi gerektiği unutulmamalıdır. Bu mücadelenin kitle tabanı ile bütünleşilerek sürdürülmesi zorunluluğu hiçbir zaman göz ardı edilmemeli, bu bütünleşmeyi sağlıklı biçimde gerçekleştirebilmek için, toplumun şartlanmışlıkları, sosyo-kültürel yapısı göz önünde bulundurularak herkesin açıkça gördüğü ya da itirazsız kabul edeceği asimilasyon olgularına, etnik sorunlara ağırlık verilmeli, bunun temel nedenleri üzerinde durulurken ekonomik olgular ve sistemler aşamalı olarak gündeme getirilmelidir.

5)
Muhaceretteki Çerkes halkının; yok olmaktan kurtuluşu, ulusal varlığını dilediği gibi sürdürebilme hak ve olanaklarına kavuşması yolunda her Çerkes birey olarak kendini görevli ve sorumlu saymalı, çalışmalara maddi ve manevi katkılarda bulunmak üzere tüm olanaklarını kullanmalı, hatta olanaklarını zorlamalıdır.

6)
Demokratik kuruluşlarla ve ulusal kurtuluş mücadelesi veren öteki ulus ve ulusal azınlıklarla işbirliği içinde bulunmak zorunda olduğumuz bilinmeli, ancak bu ilişkiler halkımızın ulaştığı bilinçlenme aşamalarına göre ayarlanmalıdır.

7)
Tüm ilerici yurtsever Çerkeslerin katılabileceği demokratik tartışmalar sonucunda bütün bu çalışmaları ve mücadeleleri sağlıklı biçimde tek elden yürütebilecek demokratik merkeziyetçi bir örgüt kurulmalıdır.

8)
Bu  anlayışları benimseyen ve hayata geçirebilen ilerici yurtsever  Çerkeslerin oluşturabileceği bu demokratik merkeziyetçi örgüt içinde pratiklik, kolaylık ya da önem sırasına göre ele alınabilecek kimi çalışmalar şunlardır:

a) Türkiye’deki kesin nüfus ve konumumuz saptanmalı, aynı çalışmanın öteki muhaceret ülkelerinde de gerçekleştirilmesi için   gerekli girişimlerde bulunulmalıdır.

b)
Kafkasya ve Kafkasyalılarla ilgili olarak yayınlanmış kaynaklan içeren geniş bir bibliyografya taraması gerçekleştirilmelidir.

c)
Osmanlıca kaynaklar bugünkü dile çevrilmelidir.

d) Anayurtta anadille yayınlanmış bulunan temel kaynaklar yerel dillere çevrilerek muhacerete aktarılmalıdır.

e)
Anayurtla kurulacak sosyal ve kültürel ilişkilere hız verilmeli, anadille okuma-yazma eğitiminin sonuçlarına paralel olarak anayurttaki her türlü kültür ürünlerinin ve periyodik yayınların orijinal metinleriyle muhacerette izlenmesi sağlanmalı, bunun yanı sıra bir muhaceret edebiyatı geliştirilmelidir.

f)
Muhacerette her geçen gün hızla kaybolan, hayatın her aşamasına ilişkin örf ve adaletlerimiz, folklorik değerlerimiz, sözlü kültür ürünlerimiz ivedilikle derlenmeli ve bilimsel bir yaklaşımla değerlendirilerek muhaceret çapında halka sunulmalıdır.

g)
İngilizce, Almanca, Fransızca ve Rusça olarak yayınlanmış bulunan temel eserlerin Çerkesce’ye ve yerel dillere çevrilerek yayınlanması sağlanmalıdır.

h)
Kitap, broşür, bülten, bildiri gibi yayınlar yanında, Türkiye çapında bilimsel, geniş kapsamlı bir yayın organı veya değişik düzeyde yayın organları periyodik olarak çıkartılmalıdır. Giderek radyo ve Tv.’den yararlanma olanakları sağlanmalıdır.

ı)
Bilimsel olarak Türkiye çapında bir sosyo-ekonomik araştırma gerçekleştirilmelidir.

i) Yeni doğan çocuklara Çerkesce isimler verilmesi, herkesin Çerkesce bir soyadı alması teşvik edilmeli, giderek Çerkes halkının muhaceret ülkelerinde ayrı bir milliyet olduğunun nüfus kayıtlarında tescil ettirilmesi amaçlanmalıdır.

Bu ilkeler çerçevesinde yapılacak çalışmaların sonucunda halkımız her türlü baskıdan ve yok oluştan kurtuluşunu ulusal varlığını dilediği gibi sürdürme hak ve olanaklarına kavuşmasını sağlayacak en iyi çözümü bulabilecek, yetkin ve özgür iradesiyle kendi kaderini kendisi tayin edebilecektir.