“Sakıncalı” ÇERKES ASTEĞMEN CEMİL BİÇER

KITIJ Cemil Biçer

Bir 12 Eylül hatırası

Bu akşam Meclis Genel Kurulu’nda, devletin gerekli gördüğünde yurttaşların siyasal, dinsel, etnik durumlarının gizli kaydının tutulabileceği yönünde bir yasa tasarısı kabul edildi.

Sivil faşizmin ayak sesleriydi; bu sesler geçmiş yıllarda duymaya alıştığımız, hatta darbesini yediğim karanlık yılları hatırlattı bana…

Faşist oligarşinin yöneticileri 12 Eylül döneminde beni de fişleyip “sakıncalı” ilan etmişti. Ama fırsatını bulduğum ilk anda askeriyenin kozmik odasından dosyamı aşırıp hakkımda neyi, ne kadar bildiğini öğrendim.

Bu yazı, yedek subaylık yaptığım yıllarda tugayın kozmik odasından sicil dosyamı aşırıp oligarşinin hakkımdaki antidemokratik hak gaspını öğrenmemin öyküsüdür.

Üniversiteyi bitirip M.E. Bakanlığına öğretmenlik için başvurduğumda, “Branşınızda öğretmene ihtiyacımız yoktur.” yanıtını alınca, ihtiyaç hasıl olana kadar “vatani görevimi” aradan çıkartmak için şubeme başvurup askerlik kararımı aldırdım.

82/4 tertip olarak İstanbul Levazım Maliye Okulu’na yedek subay öğrenci olarak vatan hizmetini yapmaya başladım.

Kağıthane (Sâdâbât), İstanbul’da Haliç kıyısında kurulmuş Lale Devri’nin ünlü mesire ve eğlence yerlerindendir.
Ama bizim bulunduğumuz yıllarda Haliç ve Sâdâbât bölgesi sanayi atıkları nedeniyle bir lağım çukuruna dönmüştü; nefes almak bile işkenceydi.

Dört ay süren yedek subay öğrencilik dönemimiz, yoğunlaştırılmış bir akademik öğrenim ve eğitimden oluşuyordu. Başımızın üstünde “Disiplinsiz olursanız çavuş olarak bitirirsiniz okulu.” tehditleriyle sallanan Demokles’in kılıcı ile göz açıp kapayıncaya kadar geçti.

Mart ayının son haftası, askeri araçlarla askeri dikimevine taşınarak pırıl pırıl subay üniformalarımızın dikilmesiyle uğraştık. Sümerbank işi gömlekler, Beykoz işi pabuçlar… Bayram çocukları gibi şenlik ve sevinç içindeydik. Elbiselerimizin omuzlarındaki numaralarımızın yerine koymak üzere rütbemiz olan “domino taşı” tabir ettiğimiz demir parçalarını taktık ki off..! Her birimiz namluda fişek, her birimiz istikbalin Genelkurmay namzedi idik sanki.

Yedek subay temel eğitiminin son haftasında ders faaliyetleri kesilmiş, kura çekimi heyecanını yaşıyorduk. Dereceye giren ilk on kişi kura dışı istedikleri yeri seçme hakkını kazanmıştı. Ben de okul yedincisi olmuştum; bu nedenle kuraya katılmadan tercihli yerleri beğenip gidecektik. Dolayısıyla kura heyecanı bizi etkilemiyordu.

Kostak kostak, yedek subay bölüğünde kurmay edasıyla turluyorduk. Tanıyan tanımayan imrenerek bakıyordu, bunu hissediyorduk…

Kura çekme günü, Levazım ve Maliye Okulu’nun konferans salonunda Birinci Ordu komutanları ve kurmay heyetinin huzurunda yapılacaktı. İlk önce dereceye girenler yerlerini belirleyeceklerdi.

Derecelik öğrenciler saha arkası kuliste bekliyorduk. Okulun S-3 subayı elinde birtakım kâğıtlarla gelip Samsunlu hemşerim Hikmet Bayar ile beni ayırdı:
“— Siz sakıncalısınız, derece kurasına katılmayacaksınız.” deyip gitti.

“Ulan insan böyle bir şeyi böyle mi söyler? Sakıncalılık müjdesini dallamalar!” Şok olmuştuk. Ne demekti bu?..

Sakıncalısınız?”.
Gerçi Uğur MUMCU dostumuzdan biliyorduk sakıncalının piyadesini ama, yine de çavuş olarak kıtaya gitmek, hele ki SAKINICALI olarak, düşüncesi bile işkenceydi.

SAKINICALI OLMAK o dönem oligarşinin ordusunda bir meçhule yolculuk anlamı taşıyordu. Hem eşe dosta, köye, şehre —yedekte olsa— subay olarak askerlik yapacağımızı yaymıştık ki herkes bir komünist anarşistin subay olmasını merakla bekliyordu.

Anadolu insanında yedek subay olmak bir ayrıcalıktır, bir statü göstergesidir.

“Yüzdük yüzdük tam kuyruğunu koparıyorduk ki lavuklar çamura yattılar.” Ne olacağı konusunda endişeyle olayın sonunu beklemeye başladık; kepazelik…

Eğer çavuş çıkarsak maazallah köyde adama kız bile vermezler; sakıncalılık, veba mikrobu taşımak gibi bir şeydi o dönemde…

Öğrenciliğimizde üçer-beşer aylık mahpusluk deneyimimiz vardı ama hepsinden de beraat etmiştik. Bu götlekler neye istinaden SAKINCA damgasını vurmuşlardı acaba?

12 Eylül faşizmi tüm hızıyla devam etmekte, ben çavuşluktan öte sakıncalılık nedenimin derdindeyim. Öğrencilik hayatımda yediğimiz naneleri, kırdığımız cevizleri biliyorum da, oligarşi bunların hangisini, ne kadarını biliyor, onun telaşındayım…

Herkes sırayla kurasını çekti. Kimi sevinçten kasketini havalara fırlatıyor, kimi kasketinin siperliğini kemirerek talihine sövüyordu…

Biz de iki Samsunlu çavuş olarak gönderileceğimiz sürgün yerini bekliyorduk. Tüm kuralar çekildi, sahneden önce Hikmet’in adı okundu. Garip tertibim, omuzları çökmüş savaş esirleri gibi kulisten sahneye doğru süzüldü, torbaya elini uzattı: EDİRNE-SÜLOĞLU ER EĞİTİM MERKEZİ EĞİTİM SUBAYI.

Allahhh..! Bizim tertip Woterlu önünde zafer kazanmış Bonapart ordusu komutanı kadar sevindi bu kuraya. Bu demekti ki çavuş olarak gönderilmeyecektik. “Allah garip kulunu sevindirmek için önce eşeğini kaybettirir, sonra bulmasını sağlarmış.” Tam bu duyguyu yaşadık.

Kura çekme sırası bana gelince koşar adım sahneye fırladım ve kurmay subay edasıyla askeri ve mülki erkanı selamladım. Önüme uzatılan torbaya el uzatmadım; zira bu son çekilişti, torbada zaten bir tek yer kalmıştı. Görevli yüzbaşı kaşıyla gözüyle işaret etmesine rağmen salağa yatıp torbaya ellemedim. Askeri ve sivil erkan olayı çözmüş, gülümsemeye başlamıştı. Yüzbaşı torbayı ters çevirdi, içinden rulo edilmiş küçük bir kâğıt parçası düştü.

Ben, 10 Kasım’larda Dolmabahçe Sarayı’nda Atamızın yatağının başındaki asker misali heykel gibi kıpırdamadan, gözümü ufka kilitlemiş duruyordum. Yüzbaşı eğilip yerdeki kâğıdı aldı, ağır ağır açtı.

Tüm salon sus-pus olmuş, bu kura yerinin okunmasını bekliyordu. Ben bir heykel gibi kıpırdamadan esas duruşta bekliyordum. Yüzbaşı kura kâğıdını ağır ağır açtı ve okumaya başladı:
“ALİBOĞAZI KARAKOLU EĞİTİM SUBAYI – TUNCELİ.”

Salonda bir kahkaha ve alkış tufanı koptu, sanki Antalya-Karpuzkaldıran Orduevi Kampı gazino subaylığını çekmişim gibi.
Lavuklar, doğal olarak kura yerlerinin özelliklerini biliyorlardı. Birçoğunun içinden “Oh olsun, puşt komünist belasını buldu” dediklerini duyar gibi oldum. Ama serde subaylık vardı; artık erkekliğe ve subaylığa bok sürmeden, “Bayrağın dalgalandığı her yer vatandır” edasıyla salonu selamlayıp sahne arkasına geçtim.

Üzülmemiştim; aksine subay kalabildiğim için coşkun bir sevinç içindeydim.
Akşam içtimasından sonra, yatılı okul çocuklarının sömestr tatiline giderken duyduğu heyecanla bavullarımızı topladık. Birbirimizden adreslerimizi aldık, hatıra fotoğrafları çektirdik. Eğitim elbiselerimizi kapmak için kasap kedileri gibi etrafımızda dönen er ve erbaş hemşehrilerimize eğitim elbiselerimizi dağıttık.

Öğrenci elbiseleri er ve erbaş elbiselerinden farklıydı. Bize, Alman askeri öğrencilerinin, askeri yardım adı altında gönderdikleri elbiseler verilirdi. NATO standartlarında dokunmuş, ısı ve nem koruyucu harika kumaşlardı. Yerli dokuma er elbiseleri ise balık kılçığından yapılmış gibi insanın derisine batardı. Mezun olan subayların eğitim elbiselerini kapmak, er ve erbaşlar için bir ayrıcalıktı.

Uykusuz geçen bir gecenin sabahında hepimiz Anadolu’nun dört bir köşesindeki sılamıza doğru yola çıktık.
On beş gün köyde subay elbiselerimi çıkarmadan dolaştım. Anadolu insanı subayına saygılıdır, hayrandır. On beş gün boyunca tüm köyüm halkı beni baş üstünde ağırladı. Olayın tek zor yanı, askerlik yapan her köylümün askerlik anılarını ve “Bizde bir asteğmen vardı…” diye başlayan hikâyelerini dinlemekti.

On beş gün çok çabuk gelip geçti. Hafta sonu Tunceli’ye gidecek otobüste yerimi ayırtmıştım. Daha AKP iktidarı ülkemizi şahlandırmamıştı. Duble yollar, tüneller, viyadükler yapılmamıştı. ANAP iktidarı küresel soygunun altyapısını hazırlamakla görevliydi.
450 km yolu, dağ tepe aşarak 40 saatte tamamladım.

Tunceli dediğin, orta büyüklükte bir köy. 12 Eylül faşizmi tüm haşmetiyle coğrafyaya hâkim; kentin üstünden buldozer gibi geçmiş. Tüm gençler zindanlara atılmış, yaşlılar işkenceden geçirilmiş, korku dağları bekliyor.

Askerlik şubesine uğrayıp birliğimin yerini öğrenmek istedim. Binbaşı, birliğimin adresini sorunca gülüyordu. Meğerse benim birliğim seyyar bir karakolmuş. Yani, “Nerede hareket, orada bereket” misali, bulabilirsen katılırsın birliğine. “Ama birkaç gün konuğumuz ol, dinlen, acele etmene gerek yok” diyerek konukseverliğini de gösterdi; hakkını teslim etmeliyim.

Hafta ortasında bizim seyyar karakolun izini bulup birliğime intikal ettim.
Bizim seyyar karakol, faşizmin verdiği deli cüretkârlıkla yürüyen bir ölüm makinesine dönüşmüş, RAMBO taburu gibi. Saç sakal birbirine karışmış, rütbesiz, yarı sivil giysili; Harlem’in arka sokaklarındaki şehir eşkıyaları gibiler. Ben ise yeni mezun olmuş, çakı gibi bir subayım; hem de sakıncalı “komünist” bir subay. Bölükteki er, erbaş, subay, astsubayın tamamına yakını evlad-ı Fatihan’dan seçilip oluşturulmuş bir nasyonal çete sanki.

Beni bir korku aldı; bunlar benim sakıncalı komünist olduğumu öğrenirlerse, kim vurduya götürüp şehitlik beratımı asarlar ayak başparmağıma.

En iyisi, oportünist davranıp rengimi olabildiğince saklamalıyım.
Askerî okulda öğrendiğim hiçbir bilginin buradaki pratikle uyuşmadığını kısa zamanda öğreniyorum. Bu birlikte orman kanunları geçerli; sarf malzemelerinin hiçbir kaydı kuydu tutulmuyor. Demek ki üst yerlerde kitabına uyduruluyor. Oysa bize levazım okulunda sarf malzemelerinin kayıt işleri öyle ihtişamla öğretilmişti ki cihet-i askeriyede bir kirli çorabın bile kaydı tutuluyordu.

Bizde ise depoların kapısı beytülsebil kapısı olmuş, isteyen istediğini alıyor. Öyle ya, bu ölüm makinesi hâline dönüştürülmüş topluluğun şımartılması gerek. Bir çorabın, postalın, donun, fanilanın hesabı mı olur?
Hepsinin boynunda koleksiyonları var, dizi dizi. “Ulan, ölmeden şüheda olmadan şuradan tezkeremizi alsaydık!” dualarına başlıyorum ilk günden.

Telsizle gelen istihbaratlar çerçevesinde yerleşim birimlerine baskınlar düzenliyoruz. Sorgusuz sualsiz mazlum halkı tutuklayıp askerî birliğe teslim ediyoruz; eğer teslim edene kadar operasyon zayiatı olmamışlarsa… Eğer içinizde bir zerre vicdan kırıntısı, bir zerre insanlık kalmışsa bu işi yapmak mümkün değil. Ancak yurtsever (!) evlad-ı fâtihan tosunsanız keka…

Komutana bir sohbet esnasında durumu arz edip okulda öğrendiklerime göre görev yapmayı isteyince kahkahalarla güldü:
“Seni Erzincan’a göndereyim, kaydı kuydu orada tut. Hem sen rahat et, hem biz.”
Buna dünden razıydım. “Emredersiniz, komutanım!” diye bağırdığımı hatırlıyorum.

Seyyar karakol maceram ikinci ay sonunda bitti ve karakolun bağlı olduğu Erzincan 59. Topçu Eğitim Tugayı’ndaki levazım subaylığı görevime başladım. Ohhh! Dünya varmış. Birkaç ay daha kalsam seyyar birlikte “Vietnam sendromuna” yakalanmam işten bile değildi.

Erzincan’daki günlerim çok rahat geçmekteydi. Karargâh subayıydım ve işim masa başında levazım sarf malzemelerinin kaydını tutmaktı. Zaten işler öyle organize edilmişti ki er ve erbaşlar rutin olarak işleri öğrenmişler, bilgisayar gibi tıkır tıkır yapıyorlardı işlerini. Ben de tutanakları birleştirip komutana arz ediyordum.

Akşamları orduevinde vur patlasın, çal oynasın zevk-ü sefa yapıyoruz. Ama aklımda hep “sakıncalılık” sorunum var. Devlet hakkımda ne biliyor, ne kadar biliyor? Bunu muhakkak öğrenmeliyim. İçimi bir kurt gibi kemirmekte bu merak.

Bundan daha ötesi, bu sakıncalılık suçum (!) sivil yaşantımdaki öğretmenlik mesleğimi de olumsuz etkileyecek, belki de etkiledi. Zira üniversiteyi bitirdikten sonra hemen hemen her ay Ankara’ya gidip Millî Eğitim Bakanlığı’na öğretmenlik başvurusu yapıyorum. Daha ben Samsun’a dönmeden dilekçemin cevabı geliyor:
“Branşınızda öğretmene ihtiyacımız yoktur.”
Ben olayın bu boyutunu hiç düşünmüyorum.

Devletin beni arkamdan fişleyip damgalı sirk şebeği yaptığından habersizim. Şimdi nasıl bir plan yapmalıyım ki 59. CU TOPÇU TUGAYI kozmik odası olan S-3 subayının şifreli çelik kasasında saklanan özlük dosyamı ele geçirip devletin hakkımda bildiklerini öğrenmeliyim?

S-3 subayının odası, benim görev yaptığım katın bir üstünde. Zamanımın büyük bir kısmını o katta geçirmeye başlıyorum ama S-3 subayının odasına girmek fermana mahsus; sanırım Tugay Komutanı’nın dışında hiçbir subay o odaya giremiyor. Odada görevli erleri izlemeye alıyorum.

Nöbetçi subayı olduğum akşamlarda o çocukları nöbetçi subay odasına çağırıp ahbaplık kurmayı deniyorum. Levazım subayı olmam gereği, ihtiyaçları olan giyim, kuşam, melbusatları bolca veriyorum.

Nöbetçi subay olduğum akşamlar kurdurduğum rakı sofralarına davet edip gizli gizli rakı içiriyorum. Böylece çocuklarla aramda bir dostluk ve güven bağı oluşturmaya başladım. Hatta bu dostluk öyle bir hale geldi ki mektuplarını bile —yasak olmasına rağmen— bana verirler, ben dışarıdan postaya atardım.

Sohbetler koyulaşıp rakılar, ziyafetler etkisini göstermeye başlayınca konuyu S-3 subayına ve çelik kasalarda saklı subay-astsubayın özlük dosyalarına getiriyorum. Saflığa vurup:
“Ne var oğlum o dosyalarda, memleket sırrı gibi çelik kasalarda saklıyorsunuz?” diyorum saf saf.

İçlerinden Kastamonulu olan, diğerine göre daha safça:
“Komutanım, sizlere ait gizli bilgiler var.” diyor bilgiç bilgiç.
Ben de:
“Ulan biz Rus ordusundan gelmedik ya, öz be öz Türk subayıyız. Saklanacak hiçbir şeyimiz yok Allah’a şükür.” edebiyatı yapıyorum.

Yozgatlı olan asker daha temkinli; safça sorduğum soruları kurnazca geçiştirmeyi beceriyor. Ben de onu yavaş yavaş ekarte ettim, Kastamonulu askerle ahbaplığı ilerletmeye devam ediyorum.

Dostluğumuz oldukça ilerliyor. Yıllık izne giderken Kastamonulu askerin bölük asteğmeninden torpil yapıyorum ve yıllık izine aynı tarihte gidiyoruz. Hatta cabadan üç günlük yol iznini de bir hafta yaptırıyorum. Üstüne üstlük onunla köyüne kadar gidip konuğu oluyorum.

Ailesiyle tanışıp onların da gönlünü hoş ediyorum. Hatta bizim Kastamonulu komutanıyla samimi bir şekilde köye gelince köydeki forsu da artıyor. Köy kahvesinde oturup maça kızı oynuyoruz birlikte. Bizimkisi zevkten dört köşe; tam istediğim kıvama gelmiş durumda.

Artık izin dönüşü operasyona başlayıp dosyamı ele geçirip hakkımdaki SAKINCA düğümünü çözmeye ramak kalmış durumda.

İzin dönüşü hemen Kastamonuluyu çağırıyorum, sarılıp kucaklaşıyoruz. Artık öyle iyi arkadaş olduk ki bana köydeki yavuklusunu anlatıyor. Tezkere alıp köyüne döndüğünde düğün yapacağını, benim de muhakkak düğününe geleceğimin sözünü alıyor. Sevincinden zıplıyor…

Nöbetçi subayı olduğum bir akşam yine rakı sofrası hazırlatıyorum, Kastamonulu arkadaşımı da çağırıyorum. Bu akşam ne yapıp edip dosyamı o kasadan almasını isteyeceğim.

Gecenin ilerleyen saatlerine doğru bizim aslan asker kafayı iyice buluyor. Sevgilisinin ucu yanık mektubunu çıkarıp bana okutuyor. Dertlenip bir Kastamonu türküsü okumak istiyor. İzin veriyorum, yanık sesiyle başlıyor okumaya:

“Çanakkale içinde aynalı çarşı /
Ana, ben gidiyorum düşmana karşı”

Ben bu türkünün Çanakkale dolaylarının türküsü olduğunu sanıyordum, meğer Kastamonu türküsüymüş.
Bana sarılıp ağlıyor biteviye, yavuklusundan bahsediyor. Biraz fazla kaçırttım rakıyı; kadehlerini “domuz sıkısı” tabir edilen ölçüde doldurmuştum. Sözü döndürüp dolaştırıp bizim dosyalara getiriyorum:

“Yahu, çok merak ediyorum bu dosyalarda neler yazılı bizim hakkımızda. Şu benim dosyayı bir akşama araklamak mümkün değil mi?” diyorum.

Zıpkın yemişçesine irkiliyor:
“Binbaşım kasanın anahtarını hep yanında taşıyor. Sabah geldiğinde kasayı açıyor, akşam giderken yine kendisi kapatıyor.”

“Peki,” diyorum, “bir dosya lazım olduğunda kim alıp götürüyor komutana?”
“Odasında zile basıp bize aldırıyor.” diyor.

Rakıları yeniden dolduruyorum, “şerefe” deyip tokuşturuyoruz kadehlerimizi. Lafı değiştirip başka şeylerden bahsediyorum ürkütmemek için.
“Ama,” diyor bizim aslan Kastamonulu, “ama komutanım sana bir kıyak yaparım. Dosyanı akşam komutan kasayı kilitlemeden alırım, ertesi gün kasayı açınca da yerine koyarım. Sen de o akşam okursun.”

“Ohhhh,” diyorum içimden, “ohhhh…”
“Ulan Kastamonulu, altı ay uğraştım ama sonunda yola geldin,” diye mırıldanıyorum.

Ertesi gün hiç görmedim Kastamonuluyu. Akşam mesai bitmek üzereyken benim odama geldi hemşehrim. Devlet sırrı ifşa edermiş pozlarda, “Operasyon tamam komutanım, kuş kafeste,” diyor köylü kurnazlığıyla gülümseyerek.

İçim içime sığmıyor; nihayet öğreneceğim bu sakıncalılık olayını. İşin aslı, ben hayatımdaki fişlenme eylemlerimi biliyorum ama merakım, devletin bunlardan hangisini, ne kadar bildiği.

Bazı çok gizli eylemlerde beraber çatıştığımız yoldaşlarımdan birilerinin muhbir olma kuşkusunu taşıyor olmam, merakımın büyük kısmı bundan.

Tugaydan şehre inen servis araçlarına binmiyorum. Masamdaki işlerle uğraşıyormuş gibi davranıyorum. Diğer asteğmenlerin, “Oğlum teskere mi bırakacaksın, bu ne görev aşkı amk!” yönlü takılmalarını duymazdan geliyorum.

Tüm subay astsubayın birlikten gittiğinden iyice emin olunca nöbetçi amir ve nöbetçi subaylarını kontrol ediyorum; hepsi görevlerinin başındalar. Bizim Kastamonuluyu çağırtıyorum, korka korka geliyor. Parkasının altına gizlediği mavi klasörü titreyen elleriyle uzatıyor.

Hemen uzanıp kapıyorum dosyayı:
“Şimdi sen akşam içtimasına katıl. İçtimadan sonra gelirsin, ben sana dosyayı teslim ederim,” diye gönderiyorum.

Ah ulan faşist oligarşi, şimdi işte elimdesin…!

Kozmik odanın güvenliği de bu işte, diyerek Silahlı Kuvvetler sigaramdan derin bir nefes çekiyorum. 007 James Bond filmlerini çok severek izlerdim; en çok James’in operasyon sonrası ayaklarını masaya uzatıp Amerikan oturuşuna bayılırdım. Ayaklarımı çalışma masama koyuyorum, ellerimi ensemde kavuşturup keyifle gülüyorum…

“Top secret” belgelerimin fotokopisini çekip olayın tadını çıkartıyorum.

Dosyamın kapağını açıp evrakları incelemeye başlıyorum; levazım okuluna girişimden itibaren tüm evraklarım var içinde. Hatta doktora sevk kağıtlarım, doktor raporlarım bile var; mezuniyet notlarım, görev yeri belgelerim vs. vs…

Ve nihayet..!
MİLİ İSTİHBARAT TEŞKİLATI mahreçli kapak ve devamında bir rapor.

Hızlıca okuyorum, okuyorum, okuyorum. Dosyayı kapatıp Kastamonulu askerimi beklemeye başlıyorum; omuzlarımdan çok ağır bir yükün kalktığını hissediyorum. Bir kuş kadar hafifim sanki. Kastamonulu asker dostum korkarak giriyor içeri, topuk selamından anlıyorum; kalkıp kucaklıyorum onu. Masamın çekmecesinden beş-altı paket Silahlı Kuvvetler sigarası çıkartıp veriyorum, sevinçle alıp parkasının ceplerine koyuyor.

Silahlı Kuvvetler sigarası içmek onlar için ayrı bir zevk; karargah görevlisi er ve erbaşlar için özel bir ayrıcalıktı. Kastamonulu askerimi merak ediyorsunuz, adını her olasılığa karşı saklı tutuyorum.

Teskere aldıktan sonra beni düğününe davet etti; gittim ve Anadolu konukseverliğinin mümtaz bir örneği ile ağırlandım. Hâlâ görüşürüz ama bu olay sanki hiç yaşanmamıştır; 40 yıl oldu, tek kelime konuşmadık olay hakkında.

Ben de teskeremi aldım. Sonraki günlerde yüzlerce kez öğretmenliğe başvurdum; her seferinde “Branşınızda öğretmene ihtiyacımız yoktur” yanıtını aldım. En sonunda pes ettim.

Devletin bana verilecek işi yoktu; %92’lik bir oyla kabul edilmiş, Turgut Sunalp başkanlığındaki oligarşinin kurdurduğu partinin seçimi kazanacağı hesapları yapılmış, ama her nedense kapalı kapılar arkasındaki hesap çarşıya uymamış ve faşist oligarşinin ekonomiden sorumlu uşağı Turgut Özal’ın başkanlığında ANAVATAN PARTİSİ seçimleri büyük bir çoğunlukla kazanmıştı.

Özal, serbest piyasa ekonomisi adı altında küresel emperyalist soygunun Türkiye masası şefiydi aslında; özelleştirme adı altında ulusumuzun en yoksul dönemlerinde alın teriyle kurduğu tüm kurum ve kuruluşları yok pahasına satıp ülkeyi göreli bir refaha kavuşturuyordu.

Demode olmuş telefon santrallerini Anadolu’nun tüm köylerine yaymış —birkaç yıl sonra cep telefonu furyası patladı, bu santraller de çöpe gitti— tek kanallı siyah-beyaz televizyon yayınlarının yerine özel televizyonlara izin verildi, renkli yayına geçildi. Tüm bu emperyal atraksiyonlar halkımızın gözünü boyamaya yetmişti.

KDV vergisi diye bir vergi çıkartıp, vergi vermeyi bir disiplin haline getirmeyi amaçlıyordu. Vergi iadesi, fiş-fatura gibi yeni kavramlarla halkımızı soymanın yeni uygulamalarını yapıyordu.

Bu vergi uygulamasının oturması ve kontrol edilmesi için çok sayıda vergi kontrol memuru almaya başladı. Ben de şansımı deneyip bu memuriyet sınavlarına girdim ve il genelinde birincilikle kazandım.

Memuriyet asaletim onaylanana kadar geçen altı aylık sürede, Özal iktidarı oligarşinin hasarlarını onarıp suni bir barış sağlamak amacıyla genel af çıkarttı. Bu çerçevede benim de sakıncalılık durumum devletin arşivlerinde “sümen altı” edilmişti.

Asaletim onaylandı ve vergi kontrolörü olarak, üç yıl vergi kontrolörlüğü yaptıktan sonra kurum değiştirip asıl ve çok sevdiğim öğretmenliğe geçiş yaptım.

Şimdi siz MİT antetli raporda ne yazdığını merak ediyorsunuz… O bilgiler bende saklı kalsın; eşref saatimin uygun olduğu bir zaman paylaşırım sizinle. Hem bu puşt iktidara güven olmaz; “affettim” der bir yerlerden çıkarır fişlerin bir nüshasını.