TARİF EDİLEMEZ BİR HÜZÜN

Semra Ademey Gürel
24.12.2005

Her geçen gün, insandan farkında bile olmadan çok şeyler alıp götürür. Geçmişe dönüp baktığımızda bazı anılarımız acı verir bize, tarif edemediğimiz bir hüzün.

Çok küçüktüm, annesinden ayrı nasıl kalabilir dedirtecek kadar küçük. Ancak her fırsatta köye; ya halamlara ya da amcamlara gitmek için can atardım. Hayal gibi anımsarım, köye amcamlara misafir gittiğim günleri. Akşam yemekten sonra, yaşlılar bir evde toplanırdı, gençlerde kendi aralarında başka yerde. Gaz lambasının ışığında tadına doyum olmayan sohbetler başlardı. Biz çocuklar ise nedendir bilmem yaşlıların sohbetini tercih ederdik. Belki çok sevdiğimiz dedemiz, amcamız ya da dayımız o sohbetin içinde olduğu içindi, bekli de onların anlattıklarıydı bizi oraya çeken.

Genişçe bir oda, bir köşede yanan gaz lambası ve gençlik yıllarında yaşamış oldukları maceraları anlatan, kahkahalar ile gülen o dünya tatlısı yaşlılar.

Yaşlıların sohbeti neşe içinde sürerken, köşede birisinin görevlendirilmiş olarak başında beklediği radyo kısık bir ses ile yayınını yapardı. Radyonun başında bekleyen kişinin başlıyor demesi ile ortalık sus pus olurdu. Biz çocuklar tek kelime söylemeden merakla kulağımızı radyoya doğru kabartırdık. Radyoda Kafkasya’dan Çerkesce yayın yapan bir kanal içindi yaşanan bu sessizlik. Yayın bitene kadar hiç kimse konuşmazdı. Nasılda merakla dinlenirdi Kafkasya’nın Sesi.

Yayının bitmesi ile sohbete kalınan yerden devam edilirdi. Her zaman kulağımız büyüklerin anlattığı öyküler de olurdu. Bir taraftan da gürültü yapmayın ikazını alacak durumu yaratmadan “abacu cu cu pırrr” diye başlayan oyunumuzu oynar ya da Çerkesce masallarımızı anlatırdık. Evde annem ile babam sürekli Çerkesce konuştuğu için bütün söylenenleri rahatça anlardım fakat konuşamazdım. O yüzden çocuklar bana sanki anlayamıyorum gibi yarım Türkçeleri ile konuşmaya çalışırlardı.

Gerçek Çerkes aile yapısını ve komşuluk ilişkilerini oralarda gördüm ve halen özlem duyarım. Hatırladıkça içimde ince, tarif edemediğim bir sızı olur. Birçok defa “acaba çocuk olduğum için mi o kadar mutluluk almıştım ben o günlerden” diye sorarım kendime. Fakat hayır, aynı çocukluk dönemimde içimde böylesi tatlı ve bir o kadar da hüzün veren başka özlemim hiç olmadı. Demek ki, çocukluğumda o insanlarının birbirleri ile olan ilişkileriydi beni asıl mutlu eden, özlem duymamı sağlayan.

Aradan yıllar geçti ve anlam veremediğim gariplikler yaşadım. Bu gün oldu halen anlam verebilmiş de değilim. Radyonun başında Kafkasya’dan bir sesi saatlerce bekleyenler gitmiş onların yerine çocukları gelmişti. Çocukları radyoyu dinlemediği gibi, kimine komünist-dinsiz diye kızıyordu, kimine de aferin Müslüman çocuklar diyorlardı.

Komünist denenler özellikle derneklerde bir araya gelmeye çalışan ve Çerkeslik adına uğraşlar sergileyenlerdi. Dinsizlik ile özdeşleştirilip toplumun tepkisini çeken, yerden yere vurulanlardı. O günlerde dışlanan ama bu gün elimizde olanları bize bırakan yürekten Çerkes olanlardı onlar. Bunun yanında övgü ile bahsedilenler kimlerdi dersiniz? Onlarda Ülkü Ocakları’nda faaliyet gösterenler.

Ne garip ki, bunların hiçbiri Çerkeslik adına hiçbir şey ortaya koymazdı. Fakat sadece namaz kıldıkları için, derneğe gidenlerden daha çok itibar edinirlerdi. Başka yerlerde nasıldı bilemem ama benim çocukluğumu ve gençliğimi yaşadığım yerde durum bu şekildeydi.

Hayat boyu hep bir yerlerden tutturmaya çalıştık ama nedense hedefi sürekli şaşırdık. İşte o yüzden olsa gerek yürekten kültürüne, diline sahip çıkmak istemeyenler Kafkasya’yı anlayamaz endişesini içimde hep taşımışımdır. Elimde olmadan diasporanın Kafkasya üzerine düşüncelerine şüphe ile bakmışımdır.

Ne yapayım elimde değil…