Ali İhsan Aksamaz
Tarık Cemal Kutlu’nun adını ilk defa 1993 sonlarında duydum. O sıralarda yayınlanmakta olan ve sahipliğini Türkân Sandıkçı’nın yaptığı “Yeni Kafkasya” adlı gazetede makaleleri yayınlanıyordu. Daha sonra, adı geçen gazetede benim de bazı makalelerim yayınlanmaya başlayınca Sultanahmet’teki gazeteye daha sıkça gidip gelmeye başladım. Türkiye’deki Kafkasya camiasının önde gelen ve şimdi bazıları aramızda olmayan, hemen hemen bütün kişileri ile orada tanışma olanağı buldum. Böylelikle, bu camianın önde gelen insanlarının çeşitli konulardaki düşüncelerini öğrenme şansım da oldu.
Bir gün akşam vakti, gazeteden yazı işleri müdürü Çetin Beslen ile birlikte çıktık. Her ikimizin de evlerinin bulunduğu semte kadar söyleşerek yürüdük. Tam evlerimize gitmek için birbirimizden ayrılacakken Çetin Beslen, “Ben Tarık Bey’e uğrayacağım. İsterseniz siz de gelin. Tanışırsınız,” dedi. Böylece Aksaray yönünden Vatan Caddesi’ne saptık. Sonra da Halıcılar Caddesi’ne. Sonunda da Tarık Cemal Kutlu’nun oturduğu Çifte Kumrular Sokağı’ndaki eve ulaştık. Ana girişte bulunan zil butonlarından birinde “Tarık Cemal Kutlu – Edebiyat Öğretmeni” yazıyordu. Zili çaldık. Kapı açıldı ve girdik. Tarık Cemal Kutlu, bizi içeriye buyur etti. Oturduk. Çetin Beslen, beni Tarık Cemal Kutlu’ya göstererek, “Ali İhsan Bey, “Ogni” adlı dergiyi çıkartanlardan. Yazıları bizim gazetede de yayınlanacak. Kendisi bu yaz Abhazya’ya gitti,” dedi. Böylece Tarık Cemal Kutlu ile tanışmış oldum. 1994 Eylül’ünün sonraları idi.
Kafkas-Çeçen Dayanışma Komitesi’nin hazırladığı ve Mayıs 1995’te, “Çeçenya ’95- Yesterday, Today And Tomorrow In Chechenya” adlı broşürün yayınlanması ile Tarık Cemal Kutlu ile dostluğumuz gelişmeye başladı. Bu broşürün kısa bir özetini hazırlamış ve İngilizceye tercüme etmiştim. Bu dönemde, hatırladığım kadarıyla Tarık Cemal Kutlu Aksaray’da bulunan Kafkas-Çeçen Dayanışma Komitesi lokalinde görev yapıyordu. Bazen bana telefon ederek, eve veya lokale uğramamı bütün inceliği ile rica ediyordu. Bu dönemde Kafkas-Çeçen Dayanışma Komitesi bazı yazışmalarının yürütülmesinde yardımcı oldum. Bazen İngilizceden bazen de Türkçeden İngilizceye çeviriler yapıyordum, Kafkas-Çeçen Dayanışma Komitesi için. Hemen belirteyim, bütün bu yazışmaları tamamen gönüllülük esasına dayanarak yapıyordum. Aramızda para ilişkisi hiçbir zaman olmadı.
Her zaman, yapılan çalışmaları övmek gibi üstün bir özelliği vardı. Britanyalı Kafkasolog George Hewitt’in bir çalışmasından Türkçeye kısaltarak çevirdiğim ve “Birikim Dergisi”nin 78. sayısında “Çeçenler Ve Komşuları” başlığı ile yayınladığım çalışma konusunda bana söylediği övgü dolu sözler hâlâ kulağımdadır.
Yine bir gün, Kafkas-Çeçen Dayanışma Komitesi lokalinde bir dergi gördüm. Okumaya başladım. Birden gözüme, Tarık Cemal Kutlu’nun bir makalesi ilişti. Okudum. Yanlış hatırlamıyorsam, o güne kadar kullanılan Çeçence alfabeler konusunda bir makale idi. O sırada yan odadan bulunduğum yere gelen Tarık Cemal Kutlu’ya, yazısını göstererek, “Yazınız çok hoşuma gitti. Bilmediklerimi öğrendim. Ben de buna benzer bir makale Lazca için hazırlayacağım. Güzel bir örnek oldu makaleniz benim için. Sağ olun. Elinize sağlık,” dedim. Bunun üzerine, “ Siz, makaleyi hazırlayın. Ben bu dergide yayınlatırım, “dedi. Dedi ama, bu arada telefon çaldı. Telefona cevap verdi. Bu telefon konuşmasının sonunda, karşısındaki kişiye, “Bak,” dedi. “Sana bir makale göndereceğim, Lazca ile ilgili. Yayınlarsın dergide,” dedi. Kısa bir sessizlik oldu. Karşıdaki kişinin ne dediğini duyamıyordum; ama muhatabın, az önce sözünü ettiğim derginin ilgilisi olduğunu anladım. Bu arada Tarık Cemal Kutlu, karşı tarafı dinliyordu. Suratının aldığı şekilden karşıdaki muhatabın olumsuz bir şeyler söylediğini anladım. Nitekim; Tarık Cemal Kutlu, “Ne fark eder. Çeçence de aynı, Lazca da aynı. Neden sakıncalı olsun,” dedi. Kısa bir süre sonra bu telefon görüşmesi sonlandı. Karşı tarafın konuyu nasıl algılamadığını göstermesi ve o kişinin tavrına karşı Tarık Cemal Kutlu’nun aldığı tavrı yansıtması açısından o telefon konuşması benim için oldukça öğretici oldu.
Vefa Lisesi’nde müdür yardımcılığı da yapmış olan Tarık Cemal Kutlu, iyi bir eğitimci, iyi bir edebiyat öğretmeni idi. Yıllarca öğretmenlik yaptığı Vefa Lisesi’nde başından geçen ilginç olayları anlatırdı bazen, o an yaşanan bir olayla bağlantı kurarak.
Aktardığı bir anısını, ben de sizlerle paylaşmak istiyorum: Tarık Cemal Kutlu derstedir. O gün işleyeceği konuyu anlatmaya başlamıştır. Erkek öğrencilerden biri, yapmaması gereken hareketler yapmakta, söylememesi gereken sözler söyleyerek arkadaşlarının dersi anlamalarını engellemektedir. Tarık Cemal Kutlu, önce görmemeye ve duymamaya çalışır. Ardından derin bir “lahavle” çeker, dişlerini gıcırdatır. Öğrenciye bir de kötü kötü bakar. Ama oralı olan kim?! Bakar olacak gibi değil, kendisini olabildiğince kontrol ederek ve kullanabileceği en yumuşak ses tonu ile öğrenciyi uyarır. Ama kime söylüyorsun?! Bir daha… Ardından bir daha uyarır öğrenciyi. Öğrenci bu uyarıları üzerine almadığı gibi, densizliğinin dozajını daha da arttırır. Bunu gören Tarık Cemal Kutlu, yine kendisini olabildiğince kontrol ederek öğrenciye hafif bir tokat atar. Öğrenci artık susmuştur ama, Tarık Cemal Kutlu kızgındır. Yaşanan elektrikli ortamdan sonra hiç kimsede ders yapacak ne istek ne de hal kalmıştır. Zaten çok geçmeden zil çalar.
Ertesi gün, Tarık Cemal Kutlu öğretmenler odasındadır. Ya bir teneffüs anı, ya da o sırada dersi yoktur. Sohbet ederlerken, birden kapı açılır. Kapı açılır ama, her zaman açıldığı gibi değil. Adeta tekmelenerek. Bir ses duyulur: “Kim bu Tarık Cemal Kutlu denen adam?!” Tarık Cemal Kutlu’nun sırtı kapının açıldığı yöne dönüktür. Hafif yana dönerek, “Buyurun, ben,” der. Sesin sahibi, bir gün önce Tarık Cemal Kutlu’nun hafifçe bir tokat attığı öğrencinin babasıdır. Şişman, göbekli… Bir kolunda altın bir künye, diğer bir kolunda pahalı bir saat. Kendisinden cebi ile emin olduğu her halinden belli olan bu veli, ‘ben, senin gibi on kişiyi satın alırım’ havasında insanı ezer bir tavırla, sesinin tonajını daha da arttırarak, “Sen kim oluyorsun da, benim oğlumu dövüyorsun?! Kimsin sen?!” Öğretmenler odasından çıt çıkmamaktadır. Herkes donmuştur adeta. Odadakiler bir veliye, bir Tarık Cemal Kutlu’ya bakıp dururlar. Tarık Cemal Kutlu yerinden doğrulur, ayağa fırlar ve velinin bulunduğu yere doğru adeta uçar. Elini kaldırır. Bir sol yanağına, bir de sağ yanağına birer tokat patlatır. Ardından da ekler: “Oldu mu şimdi?! Bir fazlasıyla!” Tarık Cemal Kutlu’nun kendi kendisine patlattığı iki tokadın ardından, veli hiçbir şey söylemeden çıkar gider. Bu anısını, rahmetli olduğu gün, evine taziye için gelenlere, ağabeyine de anlattım.
İsim babası olduğum “Kafkasya Yazıları” adlı dergi ile tanışmasını sağladığım insanlardan bir tanesi de Tarık Cemal Kutlu’ydu. “Çiviyazıları Yayınevi” tarafından yayınlanmış olan dergide bazı çalışmaları yer aldı. Kendisinin bana verdiği makaleleri dergiye ulaştırıyor ve yayınlanmalarını sağlıyordum.
Çevirdiği ve yayına hazırladığı iki kitabın “Sorun Yayınları”ndan yayınlanması için katkıda bulunmuştum. Bu iki çalışmanın biri Moxhmad Sulayev’a aitti ve “Ekimin Yetiştirdikleri, Çeçen Edebiyatı” adı ile yayınlandı. Bu yayınevinden yayınlanan bir diğer kitap ise, Yavus Ahmadov’un “Çeçen-İnguşya Halkıyla Rusya Arasındaki İlişkiler” adı ile yayınlandı. Her iki kitap da yayınevinin “Halkların Tarih-Kültür Dizisi”nden çıktı. Tarık Cemal Kutlu ile yukarıda adlarını verdiğim yayınevleri arasında bazı nedenlerden ufak tefek sorunlar çıktığını; bu yüzden bazen zorda kaldığımı belirtmek isterim. Tarık Cemal Kutlu’nun bu çalışmalarını yayınlayan yayınevleri ile kendisi arasında parasal bir ilişki bulunmadığını da belirtmeli; tamamen gönüllülük esası ile çalışmalarını yürüttüğünü söylemeliyim.
Fedakâr ve üretken bir aydın olan Tarık Cemal Kutlu’nun hayatı zorluklarla geçer; aşması geçen onlarca engel vardır. Bu, bugün böyle ama; internetin olmadığı, haberleşme ve iletişimin bugüne oranla rahat olmadığı bir ortamda, yani “Soğuk Savaş Dönemi”nde Türkiye gibi “Sovyetler Birliği”ne sıfır kilometrede düşman bir ülkede bir şeyler araştırmak, kaynaklara ulaşmak hemen hemen olanaksız bir durumdur. Ancak Tarık Cemal Kutlu, her kanal ve olanağı sağlayarak, ulaştığı kaynaklardan faydalanarak bir şeyler üretmeye çalışmış ve başarılı da olmuştur. Aşamadığı bir engel vardı. Telif ve çeviri çalışmalarını yayınlatmak. Araştıracaksın, bulacaksın, üreteceksin, yayınlatacaksın, tanıtacaksın. Hem de bunları arkanda, ardında sana destek olan dernekler, kurumlar bulunmadan yapacaksın. Bir de, seni düşman sayanları bir kenara bırak, dost bildiklerinin her aşamadaki engel ve densizliklerine katlanmak zorunda kalacaksın. Tarık Cemal Kutlu, bu olumsuzlukların hepsini yaşamıştır.
Bazen ihtiyaç duydukça çeşitli zamanlarda yayınlanan kitap ve içerilerinde çalışmalarının yayınlandığı dergileri, bir çeyiz titizliğinde sakladığı yerlerden çıkartır ve aradığı eski bir makaleyi veya bir kitabın bir bölümündeki bir ifadeyi arardı. Küçücük odasında sakladığı ve gözü gibi baktığı bu çalışmalarından başka bir şeyi yoktu. Bazen kendisine şöyle derdim: “Tarık Ağabey, çok merak ediyorum. Bir Avrupa ülkesinde yaşayan ve böyle çalışmalar yapan bir insanın yaşam standardı nasıl olurdu? Acaba böyle şartlarda mı yaşardı?” Tabi ki hayır!
Burada kendisi ile ilgili olan bir anımı aktarmak istiyorum. “Sorun Yayınları”, Tarık Cemal Kutlu’nun çevirisini yaptığı kitabı yayınlamaya karar verince, kendisini bu yayınevinin sahibi Sırrı Öztürk ile tanıştırmaya götürdüm. Yayınevi o sıralar eski morg binasının hemen arkasındaki sokakta idi. Tarık Cemal Kutlu ile Gülhane Parkı’nın hemen önündeki tramvay durağında buluştum ve yayınevine götürdüm. Sırrı Öztürk ile tanıştılar. Ne konuşmalarına kulak astım ne de müdahalede bulundum. Kitabının yayınlanması konusunda kendi aralarında konuştular. Çay, sohbet derken vakit geçti. Sırrı Öztürk ile vedalaşıp binadan ayrıldık. Yürüye yürüye Sultanahmet’e geldik. “Ali İhsan,” dedi, “canım fena halde bira çekti. Şurada bir iki bira içelim?!” Burada bir bardak bira içmenin ne kadar pahalı, daha doğru bir tabir ile kazık olduğunu daha önce işittiğimden, hemen atıldım, “Tabi Tarık Ağabey. Ancak dilerseniz burada olmasın. Kazık yemeyelim,” dedim. “Hayır, Ali İhsan,” dedi, “burada içeceğiz.” Daha çok turistlerin gittiği bir yerde bulunan bir birahaneye gittik. Sokaktaki bir masaya oturduk Biralar geldi. Ardından bir daha. O sıcakta şifa gibi gelmişti her ikimize de. “Hesap,” dedik. Garson gencin, elinde hesap pusulası ile bize doğru geldiğini görür görmez elimi cebime attım. Bileğimi kavradı. “Hayır,” dedi, “bir defaki sefere.” Ancak bir dahaki sefer olmadı.
Tarık Cemal Kutlu, benim vasıtamla 11 Ekim 2003 ‘de vefat eden “Ogni dostu” Mehmet Yavuz Türköz ile de tanışmıştı. Bir gün rahmetli Mehmet Yavuz Türköz, bizi mekânına davet etti. Gittiğimiz restorandaki dost ortamında güzel saatler geçirmiş, hem de birbirimizi daha da tanıma olanağımız olmuştu.
Yukarıda sözünü ettiğim ve Tarık Cemal Kutlu’yu da aracılığı ile tanımış olduğum “Yeni Kafkasya” gazetesi, 1995 yılında yayın yaşamını sonlandırmıştı. 2001 İlkbahar’ının başlarında bir gün, Çağlayan Şişman benimle telefon ile bağlantı kurdu. Çağlayan Şişman, kendisini tanıdığımda “Yeni Kafkasya” gazetesinde ofis hizmetlerinde çalışıyordu. Şimdi bir teklif ile geliyordu ve bana şöyle diyordu, “Ali İhsan bey; ben, ‘Yeni Kafkasya’ gazetesini yeniden çıkarmak istiyorum. Bu konuda bana yardımcı olur musunuz?” Ben, kendisine, düşünmem gerektiğini söyledim ve konuyu kapattım. Fakat Çağlayan Şişman ısrar ile benim de desteğimi isteyince, iki kişinin bilgisini aldım. İlk kişi Çetin Beslen, ikincisi ise Tarık Cemal Kutlu idi. Hatırlanacağı üzere Çetin Beslen, 1995’te yayınını sonlandıran “Yeni Kafkasya” gazetesinin yazı işleri müdürü idi. Kendisinin bu işin içerisinde olmadığını belirtti. Şimdi burada aktaramayacağım bazı bilgiler de verdi. Daha sonra konuyu Tarık Cemal Kutlu ile de görüştüm. Bu çalışmaya destek verme gibi bir niyetimin olmadığını, nedenleri ile kendisine açıkladım ve kendi görüşünü almak istediğimi söyledim. Tarık Cemal Kutlu, bütün sevimliliği ve babacanlığı ile, “Ali İhsancığım, biliyorsun, benim de erkek evlâdım var. Onun nasıl bir işte refüze olmasını istemezsem, şimdi o dergiyi çıkartmak isteyen gencin de refüze olmasını istemem,” dedi ve ekledi, “tabi son kararı sen vereceksin.” Tarık Cemal Kutlu’nun bu yaklaşımının etkisi ile Çağlayan Şişman’ın “Yeni Kafkasya Gazetesi” adı ile çıkaracağı gazeteye destek verdim. Gazetenin ilk künyesinde şu adlar yer alıyordu: “Ceyhun Şişman: İmtiyaz Sahibi; Yazı işleri Müdürü Selim Akkaya; Genel Koordinatör: Çağlayan Şişman.” Künyeye göre, ben de “Genel Yayın Yönetmeni” idim. Yeniden çıkan “Yeni Kafkasya” 8 sayı yayınlandı. Tarık Cemal Kutlu, yazdığı makaleleri ve araştırma- inceleme yazıları ile “Yeni Kafkasya Gazetesi”ne destek verdi. Tabi gerek ben, gerekse Tarık Cemal Kutlu bu işten de hiçbir şekilde ücret almadan, gönüllü olarak mesaimizi harcamıştık.
Tarık Cemal Kutlu’nun, “Yeni Kafkasya Gazetesi’ne yazdığı, “Ecevit: 1999’un ve Sonrasının Ali Paşası” ve “Milis Mülazım Mirza Bey” adlı makaleleri oldukça öğretici idi. Ekim 2002 sayılı nüshada “Can İnsanlardan Başlayalım” başlıklı bir makale yazmıştı. Makalesinde; Sefer Berzeg, Yaşar Bağ, Ali Çurey, Ali İhsan Aksamaz, Özalp Göneralp, Semih Seyyid Dağıstanlı, Osman Çelik, Sefer Aymergen, Süreyya Ülker’in adlarını anarak bu insanların Türkiye’deki Kafkasyalılık mücadelesine katkılarından söz ediyordu; onlar ve onlar gibilerin fedakârlıklarına dikkat çekiyordu. Gazetenin Nisan 2003 sayısına “Bu Çalışkan Dosta Hayranım” başlığı ile yazdığı makale ile de beni onurlandırdı. Makalesini yayınlanmak üzere, “Yeni Kafkasya Gazetesi”ne iletmemi rica etmesinden önce, okumamı istedi. “Nasıl?!” diye sordu. Makalesini çok beğendiğimi söyleyerek, “Tarık Ağabey, sağ ol. Çok teşekkür ederim. Çok güzel olmuş, eline sağlık. Makalenizin içeriğine söyleyebileceğim bir şey yok; ancak biliyorsunuz, bu makalenin yayınlanacağı gazetede genel yayın yönetmeni gözüküyorum künyede. Makale yayınlanınca, ‘ adam kendini övdürmüş’ ya da ‘ adam, genel yayın müdürünü övmüş’ gibi dedikoduların muhatabı olmayalım,” dedim. Nazikçe sözümü kesti ve “Bak Ali İhsancığım. Kimin ne düşüneceği önemli değil. Ayrıca, ben seni övmedim. Ne düşünüyorsam, onu yazdım. Hem biliyorsun, daha önce Musa Ramazan’ı yazdım. Bundan sonra Kafkasya davasına hizmet edenleri yazacağım. Ömrüm olduğu kadarıyla, bu gazetede yayınlandığı kadarıyla,” dedi. Bu makalesinin yayınlandığı 8. sayı, “Yeni Kafkasya Gazetesi”nin son sayısı oldu; bir daha da yayınlanmadı.
11- 13 Ekim 2002 tarihleri arasında As Yayın ve Organizasyonculuk tarafından ilki İstanbul Bağlarbaşı Kafkas Kültür Derneği tarafından düzenlenen “Kafkas Yayınları Sergisi”ne ben ve eşim Nuray Gök Aksamaz çağrılıydık. Orada Tarık Cemal Kutlu ile karşılaşmış, o dost atmosferi hep birlikte solumuştuk. Tarık Cemal Kutlu ile Sefer Berzeg’in fotoğraflarını çekme fırsatını da yakalamıştım. Dönüşte de Bağlarbaşı’ndan Fatihe kadar söyleşerek hep beraber gelmiştik.
Bir gün evin telefonu çaldı. Karşıdaki ses, “Ali İhsan Aksamaz Bey’in evi mi efendim?! Ben Tarık Cemal Kutlu. Kendisi ile görüşmek istiyordum” dedi. “Buyurun,” dedim. Şöyle dedi: “Ali İhsancığım, bana acilen, sende varsa Hacı Murat çevirisi getir!” Elimde olan çevriyi kendisine ulaştırdım. Daha sonra öğrendim ki, Hacı Murat hakkında bir çalışma hazırlıyormuş. Nitekim, “Hacı Murat” başlıklı bir çalışması internet ortamında da yayınlandı.
1970’den 1978’e kadar “Kuzey Kafkasyalılar Kültür Derneği”nin yayın organı olan “Kuzey Kafkasya Kültür Dergisi“nin yazı işleri müdürlüğünü yapan Tarık Cemal Kutlu, Kafkasya ve Kafkas kültürüne ilişkin çalışmaları yayınladı; yayınlanmasına öncülük etti. Çeşitli televizyon programlarına katıldı. 1998’de Çeçen- İçkerya Cumhuriyeti Devlet İlimler Akademisi Onur Üyesi seçildi.
Küçük odasında hep üretti. Kültür hayatımıza destek vermek için gecesini gündüzüne kattı. Fedakârlıklarda bulundu. Böylesi üretken ve verimli bir insan için, kuşkusuz çocukları ve eşi de fedakârlıklarda bulundular. Tarık Cemal Kutlu’nun Kafkasya’ya ilişkin çalışmaları ve yayınlanmasına katkı sunduğu çalışmalar alt alta yazılırsa, ne demeye çalıştığım daha iyi anlaşılır.
Tarık Cemal Kutlu’nun kırmızı çizgileri vardı. Elinden geldiğince ibadetini yerine getirirdi. Kimsenin din ve inanışına karışmazdı. “Mazlum” olan kim olursa olsun onun dostuydu. Çeçenleri, “Çerkes” sayan bir yaklaşımı şiddetle eleştirirdi. Dostluk, kardeşlik ve dayanışmanın her zaman önemine vurgu yapardı. Ama “yok sayma” ve “kimlik dayatma” anlayışına da şiddetle karşı çıkardı. “Çerkesliği dernek odalarında halk oyunları oynamaya indirgeyen bir anlayışa da karşıydı. “Türkiye’de sekiz milyon Çerkes var muhabbetleri”ni duydukça ve okudukça, bir büyüğünden duyduğu ve kendisinin de katıldığı bir hesaplamayı anlatırdı: “Bak kardeşim. Bin tane köy olsa, her birinde bin kişi yaşasa bir milyon kişi yapar. Neyin sekiz milyonu?!” Ardından da eklerdi: “Bir şeyler yapmadıktan sonra fazla olmanın ne önemi var ki?!”
Bir gün Çemberlitaş civarından geçerken, lâf nasıl dönüp dolaştıysa Bizans’a ve Bizans’ın son günlerine geldi. “Ben Müslüman’ım ve tabi Müslümanların başarıları hoşuma gider. Doğrusu da böyle.” Sonra ekledi: “Bizans’ın, kendilerinden kat kat üstün kuvvetlere karşı günlerce dayanması ise onların da kahraman olduklarını gösterir. Ama ben Müslüman’ım ve tabi Bizans’ın yıkılması hoşuma gider.”
Tek bir maaş ile yan bir gelir olmadan dört kişilik bir aileyi geçindirmek, hem de kirada oturarak. İki çocuk büyütmek. Her ikisine de yüksek öğrenim yaptırabilmek. Bu, kuşkusuz sadece Tarık Cemal Kutlu’nun değil, eşi Meryem Kutlu’nun da yarattığı bir mucize. Her ikisinin yarattığı bir mucize. Meryem Kutlu’nun eşine verdiği destek kuşkusuz her türlü övgünün üzerindedir.
Tarık Cemal Kutlu’nun “Çeçen Direniş Tarihi” adlı çalışmasının da “Sorun Yayınları”ndan yayınlanması için girişimde bulundum. Daha önce olduğu gibi bana yetki vermişti. Yayınlandığı zaman, neredeyse bin sayfayı bulabilecek olan, böyle tuğla gibi bir kitabı, “Sorun Yayınları” yayınlayamadı. Çalışmaları arasında bu kitabı çok önemsediğini biliyordum. Benim için de bu çalışması önemliydi ve mutlaka yayınlanmalıydı. Bir gün kendisine, “Tarık Ağabey, nasıl yapsak da, şu ‘Çeçen Direniş Tarihi’ni bir yayınlatsak. Ne dersiniz?” diye sordum. “Olabilir tabi,” dedi. Sonuçta, şimdi adını vermeyeceğim bir yayın evine, benim adım ve e-posta adresimden bir mektup ile başvurmaya karar verdik. Kısa bir mektup kaleme aldım ve gönderdim. Bir süre sonra bir yanıt geldi. Kitabın bir özeti ve “içindekiler” bölümünü göndermemi istiyorlardı. İstediklerini yaptım, ancak daha sonra cevap vermediler. Konu böylece kapandı gitti.
Dördüncü Demokratik Eğitim Kurultayı, İstanbul 8 Nolu şube “Anadil Komisyon” çalışmaları sırasında tanıdığım şube başkanı Haldun Özkan ile bir gün, önceden telefon ile kendisinden randevu alarak ziyaretine gitmiştik. O dönem, “Jineps Gazetesi”nin yayınlanmasının arifesi idi. Tarık Cemal Kutlu bizi dostça karşıladı; misafir etti. “Anadil Komisyon” çalışmalarına destek verdi. Birlikte çektirdiğimiz fotoğraflar, ne zaman baksam, beni o dost ortama götürüyor.
Uzun yıllar idareci ve edebiyat öğretmeni olarak görev yaptığı Vefa Lisesi’nden emekli olduktan sonra, zamanının tamamını “Çeçen Dili”ne ayırdı; üretti. Bu arada Musa Ramazan’ın Rusçadan çevirdiği kitapların redaksiyonuna vakit ayırdığını; bazen benden de Gürcistan’daki yer adlarına ilişkin yardım istediğini hatırlıyorum.
Emeklilik hayatı belki başta hoş geliyordu. Sonra çalışmanın yollarını aradı. Çünkü kızı Hukuk Fakültesi’nde okuyor; oğlu henüz askerden gelmiş ve sürekli bir işe başlayamamıştı. Maddi zorluk içindeydi. Bir aracılık ile muhafazakâr diye bilinen bir kesimin bir okulunda öğretmen olarak işe başlamıştı. Ancak, gerek idareden gerekse öğrencilerden gördüğü olumsuz ya da çiğ tutum ve davranışlar nedeniyle, o okuldan ayrıldı. O sıralar benim İngilizce öğretmeni olarak çalıştığım okul ile bağlantı kurmasını sağladımsa da, sonuç olumlu olmadı.
Artık bütün mesaisini “Çeçen Dili”ne ayırıyordu. Tüm titizliği ile anadiline hizmet etmenin yollarını arıyordu. Birkaç kez Çeçenya’dan gelen Çeçenler ile konuşmasına tanık oldum. Çeçenceyi çok güzel konuşuyor ve anlaşıyordu. Annesinden, Çardak’ta yaşadığı Çeçen çevresinde öğrendiği, geliştirdiği Çeçencesi ile yetinmemiş. Sovyetler Birliği döneminde Çeçen Özerk Cumhuriyet’inde yayınlanan Çeçence kitapları okuyarak dilini geliştirmiştir. Çeçenceyi olduğu kadar Türkçeyi de iyi bilir; iyi konuşurdu. Türk Sanat Müziğini ve Halk türkülerini zevkle dinlerdi. Anadilleri yok sayan anlayışı hiç anlamaz, bir gün bu anlayışın ortadan silinip gideceğine bütün yüreğiyle inanırdı.
Sürekli parmakları çatlar; çeşitli pomatlar kullanırdı. “Kırmızı et yemediğim zamanlar olmuyor,” derdi. Bir gün evine telefon ettim. “Hastaneye gitti,” dediler. Daha sonra kendisini evinde ziyaret ettim. Aradan bir süre geçti. Evine telefon ettiğimde; telefonu, oğlu Argun Kutlu açtı, “Ali İhsan Ağabey, babam hastaneye yattı. Ona bir telefon aldım. Oradan arayabilirsin,” dedi ve bir cep telefonu numarası verdi. Hemen aradım. Çapa Tıp Fakültesi’nde yattığını söyledi. Yattığı bölümü ve katını öğrendim, hemen gittim. Oturduk, konuştuk. Eve dönünce, tanıdığım tüm Kafkasyalı ve diğer dostları ya e-posta ile ya da telefon ile haberdar ettim.
Son yüz yüze konuşmamızı bugün gibi hatırlıyorum. Artık suratına maske de takmışlardı. Görüşü kısa tutuyorlardı. Ayrılırken elini sıkmadığımı görünce, “Ne o korkuyor musun, mikrop bulaşacak diye?!” Ardından da devam attı: “Bu maske bizden size mikrop bulaşmasın diye değil, sizden bize mikrop bulaşmasın diye!” Bu, bana son takılması oldu. Artık yüz yüze görüşme yoktu. Tek iletişim kaynağı telefon idi. Sık sık telefon ile arıyor, hal ve hatırını soruyordum. Hastalığı sırasında hastanede refakatçiliğini yapan eşi Meryem Kutlu, her zamanki fedakârlığı ile eşine yardımcı oluyor, onun rahat etmesi için elinden geleni yapıyor, adeta çırpınıyordu.
Kaderin garip bir cilvesi, bütün bu sağlık sorunları yaşanırken, oğlu Argun Kutlu, bir ilaç firmasında işe başlamıştı. Kızı Seda Kutlu ise avukatlık stajına devam ediyordu. Tarık Cemal Kutlu, evlâtlarının ekmeklerini ellerine aldığı görmüştü. Huzurluydu.
En son olarak Tarık Cemal Kutlu’yu telefon ile aradığımda karşıma çıkan ses, kızı Seda Kutlu idi. Ağlıyordu. “Ali İhsan Ağabey,” dedi, “babam bu sabaha karşı öldü. Ağabeyim, cenazesini Çardak’a götürdü.” Hemen dışarı fırladım. Evine gittiğimde karşıma Seda Kutlu çıktı. Ağlıyordu. “Üzülmemelisin. Senin baban çok üstün özellikleri olan, fedakâr bir insandı. Belki şimdi anlayamıyorsun ama, ilerde anlayacak ve bir evlâdın babasından duyacağı gururdan çok fazlasını duyacaksın,” dedim. Teselli etmeye çalıştım.
Ölümünden sonra kendisi için hemen hiçbir şey yapamadım. Yalnızca Haldun Özkan ile birlikte kaleme aldığımız “İçimizden Biri: Tarık Cemal Kutlu” başlıklı bir makaleyi “Nart Dergisi”nin Eylül-Ekim 2004 tarihli 39. sayısında yayınlatma olanağımız olabildi.
“Çeçen Direniş Tarihi” adlı kitabı ölümünden sonra yayınlandı. Bir vefa örneği gösteren Tarık Cemal Kutlu, kitabın önsözüne şunları da yazmış:
“… Bu eserimin basılması hususunda bana bütün gayretiyle destek verip yardımlarını esirgemeyen son zamanlardaki en yakın dostum, aziz kardeşim, çalışkan insan Ali İhsan Aksamaz bey ve Göksel Ulutabak beye minnettarlık borcumu ödeyemem…”
Tarık Cemal Kutlu’nun tabutunu taşıyanlar, cenaze namazını kılanlar, mezarına indirenler ve üzerine toprak atanlar arasında olamadım. Kendisine çok şey borçlu olanlar, ona bir cenaze töreni düzenleyemedi. Ama biliyorum; Çeçence her dua, Çeçence her şarkı Kafdağı’nı aşarak ona ulaşıyor!
(İstanbul, 21 Temmuz 2008)
(Kaynak: Ali İhsan Aksamaz, “Tarık Cemal Kutlu Armağanı” Editör: Erol Yıldır, LOWZAR, İstanbul, 2009)
+
TARIK CEMAL KUTLU’YU ANMA TOPLANTISI
Ali İhsan Aksamaz
Ben de sizlere teşekkür etmekle konuşmama başlamak istiyorum. Öncelikle tabi ki, bu anı kitabını yayınlayan Lowzar grubuna (Erol Yıldır Bey’e). Yine bu toptantıyı düzenleyen Lowzar grubuna teşekkür ederim.
Tabi biliyoruz ki; Tarık Cemal Kutlu herşeyden önce bir babaydı ve bir eşti. Bir baba olarak ve bir eş olarak ailesine, yakınlarına ne kadar önemli olduğunu ben biliyorum. Bunun yanı sıra, Çardak kasabasından çıkıp İstanbul’a gelip, o dönemde, okul okumak, üniversite bitirmek, İstanbul’da iş tutmak, evlenmek, çoluk çocuk sahibi olmak. Kuşkusuz Çardak’ta yaşayan akrabaları için de bir gurur vesilesiydi. Fakat benim için Tarık Cemal Kutlu’nun önemi biraz daha fazla. Şöyle ki; ben, hemen belirtmem gerekiyor: kendisinden çok fazla şey öğrendim.
Bilindiği gibi; kendisi “Soğuk Savaş Dönemi”nin çocuğu ve o dönemde kendisi yüksek öğrenime gitti. Üniversitede okudu. Emeklilik dönemine gelirken de Sovyetler Birliği çöktü. Hem onun emekliliği, hem de “Soğuk Savaş Dönemi “, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan dönem çakıştı. Böylelikle, baktığımız zaman, Tarık Cemal Kutlu’nun hayatında farklı bir dönem önümüze geliyor. İlk dönem, “Soğuk Savaş Dönemi“ nde “İmam Mansurların Gazavatı”yla ilgili araştırma ve incelemeleriyle karşımıza çıkan, biraz daha “muhafazakâr” özlü bir Tarık Cemal Kutlu. Fakat daha sonraki dönemde ise; Sovyetler Birliği’nin çöktüğü, Türkiye’de “nispî özgürlükler”in yaşanmaya başlandığı dönemde ise; diline, kültürüne daha önem veren bir Tarık Cemal Kutlu. İşte ben, bu dönemde yoğun olarak Tarık Cemal Kutlu ile dostluk kurdum.
Tarık Cemal Kutlu da, bir çok insan gibi, “keşke”leri olan, pişmanlıkları olan bir insandı. Öncelikle de, kendi dili ve kültürü için, Çeçence için daha fazla şeyler yapamadığı için son derece üzgündü. Fakat görüyoruz ki, gerek ölümünden kısa bir süre önce, gerekse de ölümünden hemen sonra yayınlanan eserlerle, biraz önce belirtmeye çalıştığım o “özgürlük dönemi”nde, birçok eser ortaya koymuştur. Bu da bize gösteriyor ki, “özgür ortam”da “özgün ve doğası na uygun” eserler ortaya çıkabilmektedir.
Nuray Gök Aksamaz, Ali İhsan Aksamaz, Yalçın Karadaş, Ali Bolat (“Tarık Cemal Kutlu’yu Anma Toplantısı”, 22 XI 2009, Topkapı Holiday Inn)
Ben Tarık Cemal Kutlu’yu; insan, baba, eş; iyi bir insan olmasının ötesinde, bana anadil konusundaki katkılarından dolayı yaşadığım sürece anacak ve elimden geldiğince de tanışmaya çalışacağım.
Burada yapılması gereken şey şu: Türkiye şu anda, uluslararası emperyalist-kapitalizmin acımasızca bir saldırısı altında. Sadece Çeçence, Lazca gibi diller değil, aynı zamanda Türkçe de tehdit altında. Eğer biz, Türkçe’ye, Çeçence’ye, Lazca’ya ve diğer anadillerimize Abkhazca’ya, Adiğece’ye sahip çıkarsak, Tarık Cemal Kutlu ve onun gibi olan insanların mücadelesini yaşatmış ve sürdürmüş olacağız. Ben, bu anlamda, bu konuya bu şekilde bakıyorum. Beni dinlediğiniz için size teşekkür ederim. Sağolun!”
* * *
Şimdi sözü eşime veriyorum:
“Nuray Gök Aksamaz: “Bugün, Tarık Cemal Kutlu’nun anma toplantısında bulunmaktan gerçekten onur duyuyorum. Sevgili ailesini, bu toplantıyı organize eden kişileri ve Tarık Cemal Kutlu Armağan kitabını hazırlayanları ve daha önce Tarık Cemal Kutlu’nun eserlerine, emeğine yayınlanması yoluyla katkıda bulunan da saygıyla selamlıyorum. Ben Tarık Cemal Kutlu’ya bir şiir göndermek istiyorum. Bu şiiri aslında Kafkasya’ya göndereceğim. Tarık Cemal Kutlu’nun anısına. Saygıyla. Yanlız ayağa kalkmak istiyorum.
GÜNEŞE VARDILAR MI?
Gül, sası, gaz ve is
Karadan, ölüden, şiirden kokuyor
Örselenmiş ve kundaklanmışız
Yanık kokusu tümüne baskın
Dengemi bozarak kokuyor
Ki utanç ve öfke sözcükleri
Öylesine hafif, öylesine yetersiz
Özkıyımı değildi bir toplumun
Savaşarak topluca, onurluca
Başkaldırısı ve direnişi de değil
Güneşe vardılar diyorum, kül olmadan
Çünkü yapıtları emekten ve yetiden
Anka gibi küllerinden doğan değil
Coşkuyla kutlanır doğum günleri, şölenle
Yürekli yaşamları, bırakılan izler
(Nuray Gök Aksamaz, “Kuzay Kafkasya Mitolojisi- Nartlardan Beri, 2001)
Teşekkür ediyorum. Arzu ederse, eşimden kısa bir şiirimi okumasını rica ediyorum:
KEMENÇE ÇALAN KAR
Bırakın, duygularınızı eseyim
Kar olsun
Kemençe çalsın ölülere
Beyaz adalar serviler altında
Yüzsün güneşlerine
Kar olsun
Geride kalan yolları
Sınırlarını geçerken duyulsun
Çağlayan yaşamların
Oratoryosu
(Nuray Gök Aksamaz, “Kuzay Kafkasya Mitolojisi- Nartlardan Beri”, 2001)
+
(Ben, “Tarık Cemal Kutlu Armağanı”, anı kitabında Tarık Cemal Kutlu’ya ait anılarımdan bazılarını okuyucaya aktarmıştım (sayfa: 15- 25). Bu toplantıda o anılar dışındaki anıları da aktarmak istedim. Ancak zaman darlığı sebebi ile buna imkânım olamadı. Toplantıya hazırlık yaparken not aldığım konuların başlıkları şöyleydi:
1- Osmanlı- Rus savaşlarından hareketle Şeyh Şamil ve Kafkasya’ya ilişkin gençliği ve son dönemdeki değerlendirmeleri.
2- Şeyh Şamil’in dinî bilgisi ve onun dünya denge ve politikaları konusundaki yetkinliğine ilişkin değerlendirmeleri.
3- “Amanat” konusu ve General Çeçensky olayı.
4- General İsmail Berkok’un Anadolu’daki bir köy gezisi sırasında karşılaştığı ilginç bir olay.
5- Türkiye’nin diğer anadilleri konusunu tartışırken kullanılan “anadil” ifadesine ilişkin değerlendirmesi: “Şimdi oğlumun anadili için ne diyeceğiz?!”
6- “Selçuklu devletinin resmî yazışma dili neydi? Biliyor musunuz?”
7- (Yanılıyor olabilirim: 1950’li yıllarda Akbaba Dergisi’nde çıkan R. H. K.’ın bir yazısı olabilir.) Lise yıllarında Kafkasyalıları aşağılayan bir yazıyı okuduğunda ve sonradan üniversite okumak için İstanbul’a gittiği zaman bu yazıyı eleştiren bir makaleyi gördüğündeki duyguları.
8- Eski Hamaset dolu “Geleneksel Rus-Moskof yaftalamarı” ve Çeçen-İçkerya Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu arasındaki savaşa ilişkin önceki ve sonraki görüşleri. Bir milyon nüfuslu Çeçen-İçkerya Cumhuriyet’nin son durum hakkındaki son görüşleri.
9- (Site) Öğrenci Yurdu’nda kalırken, bir polis araması sırasında dolabında bulunan “bir kitap” sebebi ile kendisini az kalsın nasıl göz alacaklarına ilişkin anısı.
10- Çeçenlerin savaş taktiklerine ilişkin kendisini ziyarete gelen Harp Akademili askerler.
11- Çeçen göçmenlerin, kendilerine dilsel-kültürel tanıma sağlayan Ukrayna’yı değil de Türkiye’yi seçmelerine ilişkin değerlendirmeleri.
12- Çeçen-İçkerya Cumhuriyeti ile Rusya Federasyonu arasındaki savaşın tüm şiddetiyle devam ettiği dönemlerde, çalıştığı okuldaki bir bayan öğretmenin kendisine öğretmenler odasında durmadan, “Tarık Bey, Çeçenler Türk değil mi?” diye sorması karşısında kendisini bir çok kez nasıl tuttuğunu ve en sonunda nasıl patladığını aktardığı anısı.
13- Bir nüfus sayımı sırasında “anadili”ne ilişkin soruya, “Çeçence” demesi, sayım memurunun bunu bir türlü anlayamaması ve sonunda da nasıl tepki ile “Sen Türkçe yaz!” dediğine ilişkin anısı.
14- “Türk” kelimesinin etimolojisine ilişkin yazdığı makaleleri.
15- Bir gün televizyonu, haberleri izlemek için açtı. O sırada bir film oynuyordu. Haberlere kadar şöyle bir izledik filmi. Filmin bayan starı Emel Sayın idi. Ve sürekli ağlıyordu. Tarık Cemal Kutlu, bir bana, bir de Emel Sayın’a o ünlü bakışıyla baktı. “Ali İhsan,” dedi, “bu toplum ağlayan insanı, hele ağlayan kadını çok seviyor. Bu sebeple ağlatıyorlar kadınları!
16- Türkiye’deki yönetimin, farklı dillere kültürel haklar vereceğini, daha doğrusu Batı’nın zoruyla vermek zorunda kalacağını, bunun hem iyi hem de kötü olduğunu düşünüyordu. Oysa; “Türkiyedeki yönetimin, kendi “yurttaşlarına anadil haklarını” çok önceden vermiş olması gerekirdi” diyordu.
17- Yazılarını yayınlayan dergi ve gazetelerin emeğe saygı duymadıklarını söylemesi. Dergi ve gazetelerde çıkan makalelerine yapılan müdahele ve kesmelerden ne kadar hoşnutsuz olduğunu ifade etmesi.
18- Dergi ve gazetelerin, sembolik de olsa her yayınlanan çalışmaya bir telif ücreti vermesi gerektiği konusuna zaman zaman değinmesi.
19- Osmanlı Devleti’nin Kafkasya’dan göç ve sürgünlerdeki rolünün üzerinde durması. Osmanlı Devletinin Kafkasya politikasının olmadığını, onları nasıl yalnız bıraktığınının üzerinde durması. Türkiye’nin de aynı politikasızlığı devam ettirdiğini söylemesi.
20- İsim babası olduğum ve kendisini de makalelerin yayınlandığı “Kafkasya Yazıları” adlı periodiğin yayınını kesmesine üzülmesi. O periyodiğe benzer bir yayın organının çıkarılması gerektiğine zaman zaman vurgu yapması. Bu konuda bir tecrübesi de vardı. Hatırlasınız, “Argun” adlı tabldot periyodik de yayınlamıştı.
21- Üretmeyen, taşın altına elini koymayan, ancak yeri geldiğinde durumdan menfaat çıkarmaya çalışanları hiç sevmezdi. Asla da kendisini ön plana çıkarmadı. Fiyaka yapıyor durumuna düşürmezdi kendisini.
22- Tarık Cemal Kutlu’nun odası bir ibadethane havasındaydı. Huşu içerisinde çalışır, çalıştığı konular üzerinde dostlarıyla fikir alış verişinde bulunurdu. O zaman, çocuklarının bile onu çok iyi anlayamadığını düşündüğüm bu çabaları; uluslararası kapitalizmin insanları bireyselleştirdiği, yanlızlaştırdığı, içine kapanık hale getirdiği, egoistleştirdiği, tektipleştiği ve zavallılaştırarak yalnızca tüketici hale getirmeye çalıştığı günümüzde daha fazla anlaşılacaktır. İşte o zaman bu fedakâr insana duyulan özlem daha da artacaktır. Çünkü o, kapitalizmin yok etmeye çalıştığı insani değerleri yaşatma mücadelesine beyni, yüreği ve bileği ile destek veriyordu.)
Ali İhsan Aksamaz (Lowzar Tartışma ve Paylaşım Platformu tarafından 22 Kasım 2009 Pazar Günü saat 11:00- 13:00 arasında Topkapı Holiday Inn’de düzenlenen Tarık Cemal Kutlu’yu Anma Toplantısı’ndaki konuşma bu metne dayanılarak yapılmıştır.)
Metinlerin Lazcası için bkz:
https://aliihsanaksamaz.blogspot.com/2022/02/tarik-cemal-kutlu-tarik-cemal-kutlusi.html