TÜRKÇE DIŞINDAKİ “ANADİLLERİ”

Ali İhsan Aksamaz

Türkiye’de, Türkçe’nin dışında onlarca “anadili” konuşulmaktadır.  Bunlardan bazıları neredeyse bu coğrafyayla aynı yaşa sahip. “CHP’nin tek parti yönetimi”, ta başından beri bu dillerin varlıklarını tanımaya yanaşmadı. Bu dillerin gelişmeleri ve kurumsallaşarak sonraki kuşaklara yazılı olarak aktarılmaları engellendi. Bütün bunların da ötesinde, bu dillerin o günkü halleriyle bile konuşulmaları bazı dönemlerde yasaklandı. Bu ülkenin yurttaşlarının “anadilleri”ni geliştirerek gelecek kuşaklara aktarılmasını çok gören hakîm siyasî anlayış,  yabancı dilde eğitim yapan okulların açılmasını bütün gücüyle desteklemiş ve bunda  bir sakınca görmemiştir. Türkçe’yi “doğal olmayan yollar”la herkesin “anadili” haline getirmeye çalışan anlayış, Türkiye’de konuşulan diğer “anadiller”in gelişimini engelleyerek yok olma noktasına getirmekle kalmamış, Türkçe’nin de yabancı diller etkisine girmesine hizmet etmiştir.

“CHP’nin tek parti yönetimi”, “anadiller”i Türkçe’den başka diller olan çocukları ilkokula başladıklarında hiç bilmedikleri veya çok az bildikleri dil olan Türkçe’yle eğitim- öğretime zorlayarak, onların travmalar geçirmelerine ve ne kendi “anadiller”ini ne de Türkçe’yi iyi konuşabilen kuşaklar olarak yetişmelerine sebep olmuştur. Baskıyla kendi “anadili”nden uzaklaştırılan ve çok iyi öğrenilemeyen bir Türkçe ile büyüyen bu çocukların öğrenmeleri, düşünmeleri;  kendilerini, çevrelerini, ülkelerini ve dünyayı algılayabilmeleri, değerlendirebilmeleri ve toplumsal üretime lâyıkıyla katılabilmeleri, başarılı ve mutlu bireyler olmaları ve sonraki kuşaklara rehberlik edebilmeleri ne ölçüde gerçekleşebilirdi!  Mayasında bu gibi travmalar olan bir toplumun bireyleri, kendilerini ifade edemedikleri Türkçe’yi yabancı dillere karşı kıskançlıkla günümüzde nasıl sahiplenebilirlerdi!

Türkiye’de bugüne kadar, “anadili” eğitim-öğretimi ve/ veya “anadili”nde eğitim-öğretim tartışmaları ne yazık ki, sağlıklı olarak tartışılıp çözüm yolları üretilememiştir. Kuşkusuz en önemli sebep, “CHP’nin tek parti yönetimi”nin “soğuk savaş yılları”nı da izleyerek günümüze kadar ulaştırdığı yasak ve uygulamalarıdır. “Soğuk savaş yılları”nın sona ermesiyle birlikte ortaya çıkan nispî özgürlük ortamında da, “anadili” sorunu sağlıklı olarak  tartışılamamış ve çözüm yolları önerilememiştir. Bunun günümüzdeki bir sebebi, hâlâ etkili olan “CHP’nin tek parti yönetimi”nin yasak ve uygulamalarıysa, önemli bir diğer sebep de, konuya bizim olmayan terimlerle yaklaşılması ve “bir ‘anadili’ne aidiyet  fetişizmi”dir.

Siyasî iradenin 1965’te “İslâm Azınlık Dilleri” ve günümüzde ise, “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçeler” olarak adlandırdığı Türkçe dışındaki bu “anadiller” ister yüz kişilik bir köyde yaşıyor olsun, ister çok daha fazla sayıdaki insan tarafından toplu ve dağınık olarak çok daha geniş yerleşim birimlerinde yaşatılıyor olsun; geliştirilebilmeli ve her türlü kitle iletişim araçlarıyla gelecek kuşaklara aktarılabilmelidir. Konuya kafa yoranlar, her “anadili”ne  bu anlayışla yaklaşma sorumluluğunu asla göz ardı etmemelidir.

(Ali İhsan Aksamaz, Bir Gün Gazetesi, 29 V 2004)

+

TRT’NİN “ANADİLİ” YAYINLARI BAŞLIYOR (MU?)

Geçen hafta içinde TRT yönetim kurulu toplandı. TRT Genel Müdürünün toplantı sonrasında yaptığı açıklamalara göre; TRT, Türkçe dışındaki “farklı dil ve lehçeler”de yayın hazırlıklarına başlamış. Basında yer alan haber, TRT’nin “farklı dil ve lehçeler”de yayın yapılabilmesi için gerekli altyapı çalışmalarının yürütülmesi konusunun TRT yönetim kurulu toplantısında oybirliğiyle kararlaştırıldığını duyuruyordu. TRT, Devlet İstatistik Enstitüsü’yle ortaklaşa çalışarak hangi “farklı dil ve lehçeler”de yayın yapılacağına da karar verecekmiş. DİE, hangi “farklı dil ve lehçeler”in hangi yörelerde kaç kişi tarafından konuşulduğunu TRT’ye bildirecekmiş.

TRT’nin, bilgisine başvurarak yayınlara başlayacağını söylediği DİE, “1965 Nüfus Sayımı”nda, (ki konumuz bakımından sonucu açıklanan son nüfus sayımdır) Türkiye’de konuşulan dilleri şöyle sınıflandırıyor:

  1. Türkçe,
  2. “İslâm Azınlık Diller”i: Abazaca, Acemce, Arapça, Arnavutça, Boşnakça, Çerkezce, Gürcüce, Kürtçe, Kırmanca, Kırdaşça, Lazca, Pomakça, Zazaca,
  3. “Diğer Azınlık Dilleri”: Ermenice, Yahudice, Rumca.
  4. “Anglo Sakson Dilleri”: Almanca, Flamanca, İngilizce,
  5. “Lâtin Dilleri”: Fransızca, İspanyolca, İtalyanca,
  6. “Slav Dilleri”: Bulgarca, Çekoslavakça, Hırvatça, İsveçce, Lehçe, Romence, Rusça, Sırpça
  7. “Diğer Diller”: Bilinmeyen.

DİE’nin “İslâm Azınlık Dilleri” olarak sınıflandırdığı dillerin dışında da anadillerinin bulunduğunu belirtmeliyim. Türkiye’deki nüfus sayımlarında hiçbir zaman dikkate alınmayan, daha doğru bir söyleyişle yok sayılan dillerden benim şu anda hatırladıklarım şöyle: Pontusça, Hemşince, Ubıkhça, Vaynakhça (Çeçen-İnguşça), Asetince (Osetçe), Avarca, Lezgice, Kumukça, Gazi Kumukça (Lakça), Dargice, Karaçay(lı)-Balkarya(lı)ca, Uygurca, Tatarca, Kırgızca, Kazakça, Özbekçe, Nogayca. Ayrıca aynı kaderi paylaşan Süryanice de unutulmamalı.

“Kürtçe” denilince, DİE’nin 1965’teki “bilimsel” sınıflandırmasına göre, Kürtçe mi, Kirmanca mı, Kırdaşça mı, Zazaca mı dikkate alınacak?

DİE’nin, “Diğer Azınlık Dilleri” başlığı altında sınıflandırdığı dillerde de, yani Ermenice, Rumca ve “Yahudice” radyo ve televizyon yayınları TRT tarafından yapılacak mı? DİE’nin yine 1965’te “Yahudice” diye kastettiği “Ladino” muydu,  İbranice miydi? TRT, yayınını hangi “Yahudice” ile yapacak?!

DİE’nin, özellikle Türkiye’nin diğer anadilleri konusunda “bilimsel kıstaslar”a uygun olarak çalışmadığı ve dolayısıyla da bu konudaki verilerinin sağlıklı olmadığı açık. TRT, bu DİE’nin verilerine göre hareket ederek yayına başlayacak olursa, Türkiye’nin çoğu dili yine yok sayılmış olmayacak mı?!

TRT’nin Türkiye’nin diğer anadillerinde yapacağını söylediği televizyon ve radyo programlarının sürelerinden önce, bu dillerin hangilerinin olacağı ve bu programları hangi “yetişmiş personel”in hazırlayıp sunulacağı da ayrı bir sorun. Allah’a şükür ki bir şansımız var! TRT, Hemşince için Ermenistanlı; Pontusça için Yunanlı; Vaynakhça (Çeçen-İnguşça), Avarca, Lezgice, Kumukça, Gazi Kumukça (Lakça), Dargice, Karaçay(lı)-Balkarya(lı)ca, Tatarca, Nogayca ve Çerkezce için Rusya Federasyonundan; Kırgızca için Kırgızistanlı; Kazakça için Kazakistanlı; Özbekçe için Özbekistanlı; Uygurca için Çinli; Pomakça için Bulgaristanlı; Acemce için İranlı; Arapça için Suriyeli; Arnavutça için Arnavutluklu; Boşnakça için Bosna-Hersekli; Kirmanca, Zazaca vb. için  yine Rusya Federasyonundan ve Gürcüce, Lazca, Osetçe ve Abazaca için Gürcistan lı dilbilimciler ve radyo ve televizyon programcıları istihdam ederek bu sorunu kısa dönemde çözebilir. Diğer “sorunlu diller” için de bu kısa dönemde benzer yollar izlenebilir.

Günümüzde anadili sorununun bir ayağı radyo ve televizyon yayınları ise diğer ayağı bu dillerin eğitim- öğretimidir. Seksen yıl önce çözümlenebilecek bu anadili sorunu önce yok sayılmış, sonra çözümü ertelenmiş, şimdi ise uygulamalardan anlaşıldığına göre, “Avrupa Topluluğu”na hoş görünmek adına bazı ağızlara birer parmak bal çalınarak geçiştirilmeye çalışılmaktadır.

Diğer yandan sorunun gerçek anlamda çözümü yolunda adımlar atılabilmesi için, öncelikle bu anadillerle ilgili çalışmalar yapan vakıf, dernek ve kişilerin katılacağı bir “Türkiye’nin Anadilleri Kurultayı” düzenlenmelidir. Ardında da bu dillerle ilgili yerli ve yabancı dilbilimci, eğitimci ve radyo ve televizyon yapımcısı ve sunucularından oluşan bir “Anadillerini Planlama Kurumu” ihdâs edilmelidir. Bu çalışmaların her türlü organizasyon ve finansmanı doğaldır ki, Hükümet tarafından karşılanmalıdır.

Özetle; görüldüğü kadarıyla TRT, Türkiye’nin anadil envanteri konusunda yetkin olmayan DİE’nin vereceği “bilgiler”e itibar edecek ve bazı “dil ve lehçeler”de  televizyon ve radyo yayınları yapacak. Bazı diller yine yok sayılacak. Bu büyük bir haksızlıktır. İkinci bir engel, bu radyo ve televizyon programlarını hazırlayacak ve  sunacak personelle ilgilidir. Bu sorun bir haftaya kalmadan, yukarıda belirttiğim ülkelerin bu alanda yetişmiş personeliyle çözülebilir. Bir üçüncü konu, bu radyo ve televizyon yayınlarının süresidir. Süre konusunda esnek olunmalıdır. Bir diğer konu yayınlanacak programların içeriğiyle ilgilidir (bkz.: 25 Ocak 2004 tarih ve 25357 sayılı yönetmelik).

Anadilde radyo ve televizyon yayınları ve anadilde eğitim-öğretim ve/veya anadili eğitim-öğretimine ilişkin bütün bu ve şu anda akla gelmeyen benzeri sorunlara ancak “Anadillerini Planlama Kurumu” gibi demokratik yapılı bir kuruluş çözümler üretebilir. Ayrıca Sovyetler Birliği ve “Avrupa Topluluğu”nun bu konudaki birikim ve uygulamaları engin bir kaynaktır. Bunlardan da faydalanılmalıdır. Bu çalışmalara katılacak kişilerin, her anadiline aynı mesafede duracak ve milliyeti değil, emek ve yurttaşlık bağlarımızı ön plana çıkaracak tiynetteki kişilerden oluşması bir diğer önemli noktadır.

(Ali İhsan Aksamaz, Bir Gün Gazetesi, 8 VI 2004)

+

TRT, Kararını Gözden Geçirmelidir!

TRT, diğer anadillerde radyo ve televizyon yayınlarına başlamadan önce, Türkiye’nin Türkçe dışındaki anadillerini; Lozan Antlaşması’nda tanınıp tanınmadıklarına, konuşanlarının sayısına, konuşuldukları yörelere, yerli veya göçmen olma durumlarına, DİE tarafından tanınıp tanınmadıklarına veya Türkiye dışında “resmî bir dil” olup olmadıklarına göre sınıflandırabilirdik. TRT’nin beş anadilde yayına başlamasından sonra, Türkiye’nin diğer anadillerini bir de “DİE’nin ve TRT’nin tanıdığı anadiller” ve “DİE’nin tanıdığı ama TRT’nin tanımadığı anadiller” başlıkları altında sınıflandırma imkânına da kavuşmuş olduk!

Beş anadildeki radyo ve televizyon yayınları 7 Haziran 2004 Pazartesi günü Boşnakça ile başladı. Yapılan resmî açıklamaya göre, Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca TRT’nin sırasıyla yayın yapacağı dillermiş. TRT’nin bu dillerdeki yayınları; içerik, süre, yayınlandıkları saatler vb. açılardan eleştirilebilir. Ancak öncelikle üzerinde durulması gereken konu, yayın yapılacak dillerin sayısının neden beş ile sınırlandırıldığıdır.

TRT,  “Kürtçe”nin lehçeleri olarak kabul edilen Kırmançi ve Zazaca dışındaki üç anadilini, yani Boşnakça, Arapça ve Çerkesçe’yi hangi kıstasları göz önünde bulundurarak yayın yapmak için seçti? TRT’nin, DİE’nin verilerini dikkate alarak bu dilleri belirlediği düşünülebilir. Yurttaşlara anadillerine ilişkin soruların en son 1985 nüfus sayımlarında sorulduğunu biliyoruz. DİE’nin anadil sonuçlarını açıkladığı en son sayım ise 1965’tekidir. TRT’nin Kırmançi ve Zazaca’nın yanı sıra yayına başladığı Boşnakça, Arapça ve Çerkesçe ve yayın yapmadığı diğer bazı anadillerini acaba günümüzde kaç kişi konuşuyor? En son 2000 yılında yapılan nüfus sayımlarında da anadile ilişkin soru sorulmadığına göre, bu soruya ancak 1965 verileri üzerinden bir cevap aramaya çalışılabilir.

1965 verileriyle anadili ve ikinci dili olarak Boşnakça’yı 57.209 kişi; Çerkesçe’yi 106.960 kişi ve Arapça’yı 533.264 kişi konuşuyordu. Yine aynı yıl verileriyle Lazca’yı 81.165 kişi; Gürcüce’yi 79.234 kişi; Pomakça’yı 57.372 kişi; Arnavutça’yı 53.520 kişi ve Abazaca’yı ise 12.399 kişi anadili veya ikinci dili olarak konuşuyordu.

Yukarıdaki bu rakamlar, TRT’nin bir anadilini, konuşanının sayısına göre değerlendirmediğini gösteriyor. “Kürtçe”nin lehçeleri dışında yayın yapılan Boşnakça, Arapça ve Çerkesçe içinde bir tek Çerkesçe konusunda Çerkeslerin hassasiyet gösterdiklerini ve uzun bir geçmişi olan bir çaba içinde bulunduklarını biliyoruz. TRT’nin Boşnakça ve Arapça yayınlarından sonra, kimi “Boşnak” ve “Arap” “kanaat önderleri”nin çıkıp ta, “Yahu biz bölücü müyüz ki bizim anadilimizde devlet yayın yapıyor?” veya “Gençler zaten bu dili bilmez, yaşlıların ise kulakları duymaz, duysa da bir ayakları çukurda, ne lüzumu vardı!” mealinden traji-komik lâflar ettiklerinin yazılı ve sözlü basına yansıması, DİE’ni bile ciddiye almayan TRT yönetiminin ne kadar isabetsiz bir karar verdiğini gösteriyor. Eğer TRT, “Anadolu’ya göçmen diller”i, yani Boşnakça ve Çerkesçe’yi dikkate alıyorsa, diğer göçmen dilleri olan Abazaca, Arnavutça ve  Pomakça’yı da dikkate almalıdır. Eğer TRT,”Anadolu’da yerli diller”i, yani Kırmançi, Zazaca ve Arapça’yı dikkate alıyorsa diğer yerli diller olan ve Anadolu coğrafyasında tarih kadar eski bir geçmişe sahip Lazca ve Gürcüce’yi de dikkate almak zorundadır. Lazlar ve Gürcülerin de esas olarak anadillerinin yaşatılması konusunda uzun yıllara dayanan ciddî çabalarının bulunduğu biliniyor.

Kuşkusuz her dil kendi doğallığında yaşama hakkına sahiptir, bu konuda ayrımcı davranmamalıyız. Yine her dil kurumsallaşarak gelecek kuşaklara aktarılma hakkına da sahiptir. Ancak anadillerinin yaşatılması konusunda, aydınlarının zahmet edip de Allah için tek satır yazı bile yazmadıkları anadillerde, TRT’nin yayın yapması oldukça tuhaf! TRT, bu adımında hangi sâik ile  hareket etmiştir? TRT, yurttaşlık bağlarını erozyona uğratabilecek bu son anti-demokratik uygulamasından geri dönmeli; diğer anadilleri de dikkate almalıdır.

(Ali İhsan Aksamaz, Radikal Gazetesi- RADİKAL İKİ, 13 VI 2004)

+

ANADİLİ YÖNETMELİKLERİ VE GERÇEK

Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde DSP-MHP-ANAP Hükümetinin hazırladığı “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına  İlişkin Kanun”un  (Kanun No: 4771; Kabul tarihi: 03.08.2002- Resmi Gazete: 09.08.2002/ 24841) yürürlüğe girmesinin ardından, “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkındaki Yönetmelik” ( Resmi Gazete: 20.09.2002/ 24882) ve “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında  Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınlar Hakkındaki Yönetmelik” (25.01.2004/ 25357) de yürürlüğe girdi. Oldukça uzun başlıkları olan bu yönetmeliklerden ilki için ben, bu makalemde, “Kurs Yönetmeliği”, diğeri için de “Radyo-TV Yönetmeliği” ifadelerini kullanacağım.

Öncelikle her iki yönetmeliğin başlığında geçen ifadelere dikkat çekmek istiyorum. “… Günlük Yaşamlarında…” ne anlama geliyor? Dil, günlük yaşam dışında başka nerelerde kullanılabilir ki, bu ifadeye ihtiyaç duyulmuş? “… Geleneksel Olarak Kullandıkları…” ifadesi de oldukça ilginç. Bu ifadeyi yazanlara sormak lâzım: Ne kadar Geleneksel? Örneğin, Anadolu’nun yerli dilleri Arapça, Gürcüce, Hemşince , Kırmanci, Lazca, Pontusça, Rumca, Süryanice, Zazaca  vb. anadiller kadar mı geleneksel?! Yoksa Anadolu’ya göçmen Abazaca, Adığece, Arnavutça, Boşnakça, Çeçence, İnguşça, Kabardeyce, Karaçay(lı)-Balkar(lı)ca, Kumukça, Ladino, Lakça, Pomakça vb. anadiller kadar mı geleneksel?!

“… Farklı Dil ve Lehçeler…”   ifadesi ise, bu yönetmelikleri yazanların oldukça paradoksal bir yaklaşım içinde olduklarını gösteriyor. “Dil” ve “lehçe” kavramlarının oldukça göreceli kavramlar olduğunu belirtmeliyim. Konumuzla bağlantılı olarak sorarsak, bir anadilinin dil mi, lehçe mi olduğuna kim, nasıl karar veriyor? Örneğin, Kırmanci ve Zazaca dil mi, lehçe mi? Hangisi hangisinin lehçesi? Çeçence ve İnguşça ile ilgili aynı soru sorulabilir? Ladino, İspanyolca’nın mı, Türkçe’nin mi, İbranice’nin mi lehçesi? Ya Adığece, Kabardeyce ilişkisine ne diyeceğiz? Abazaca ile Abhazca ilişkisi nasıl açıklanacak? Dil ve lehçe ilişkisine göre, Gürcüce ile Lazca, Hemşince ile Ermenice, Pontusça ile Rumca arasındaki ilişki nasıl tanımlanacak?

Kuşkusuz bu tür düzenlemelerde kanun ve yönetmeliklere bir başlık verilmeli. Anadillerle ilgili bu yönetmeliklerde, “Türkiye’nin Diğer Anadilleri” başlığı en uygun başlık olarak kabul edilebilirdi. Gerek “Kurs Yönetmeliği” ve gerekse de “Radyo-TV Yönetmeliği”nde en başta da, yine “Farklı Dil ve Lehçeler” ifadesi yerine, bu anadiller tek tek sayılmalıydı. Eğer şeklî ifadelerin dışında bir takım sınıflandırmalara ihtiyaç duyuluyorsaydı, bu anadiller “yerli-göçmen”“toplu olarak- dağınık olarak konuşulanlar”“Nüfus sayımlarında yer alan- hiç yer almamış” gibi veya konuşanlarını (“tahminî” ) sayısına göre vb. sınıflandırılabilirdi.

Genel olarak Kurs yönetmeliklerinin işi zora koşucu, kısıtlayıcı, şekilci, bürokrasiye önem verir özellikte olduğunu biliyoruz. “Amaç” bölümündeki 1. madde, yönetmeliğin amacını şöyle açıklıyor: “Bu Yönetmeliğin amacı, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesine ilişkin 8/6/1965 tarihli ve 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununa göre açılabilecek özel kursların açılış, işleyiş ve denetim esaslarını düzenlemektir.”

Başta, bu “dil ve lehçeler”in adları yazılmalıydı. Yine bu “dil ve lehçeler”, madem konuşuluyor, neden ve kimlere öğretileceği de açıkça belirtilmeliydi!

Bu yönetmeliğin “en ilgi çekici” maddesi, “Görevlendirme” ilgili olan 7. madde. Şöyle diyor: “Açılmasına izin verilen kursta; müdür, müdür yardımcısı, öğretmen ve usta öğretici ile diğer personel görevlendirilir.

Çalışma izni verilecek personelin, 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu ile  Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinde belirtilen nitelik ve koşulları taşıması, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması, Talim ve Terbiye Kurulunca belirlenen nitelik ve koşullara sahip olması gerekir.

Görevlendirilecek personele 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununun 23 ncü maddesi ve Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinin ilgili madde hükümlerine göre çalışma izni verilir…”

Bu madde, bu kadar açıklamada bulunmasına rağmen, anadillerini bilmeyen insanlara ders verecek öğretmenlere ilişkin somut bir bilgi vermiyor. Yakın zamana kadar yok sayılan dillerde ders verecek öğretmenlerin nereden sağlanacağı açıkça belirtilmeliydi.

“Kurs Yönetmeliği”, derslerde kullanılacak alfabe ve ders materyallerine ilişkin de bilgi vermiyor. Örneğin  derslerde “Kuzey Kafkasya Dilleri”nin yazımında (Kuzey Kafkasya’da olduğu gibi) “Kiril Alfabesi”ni, “Güney Kafkasya Dilleri”nin yazımında (Gürcistan ’da  olduğu gibi) “Kartuli Anbani”yi ve Zazaca ve Kırmanci dillerinin yazımında, (Orta Doğu’da olduğu gibi) “Arap Alfabesi”ni kullanmayı da isterlerse, ne olacak? Ya da “o bölgelerde” hazırlanmış kitapları aynen veya küçük değişikliklerle kullanmak isterlerse, yetkililerin tavrı ne olacak? Bütün bunlar, bu yönetmelikte yer alabilirdi. Bu yönetmeliğin, yurttaşların gerçekliklerinden hareketle değil, bürokrat zihniyetle ve üstelik de baştan savma hazırlandığının bir göstergesidir.

“Kurs yönetmeliğinin” başlığı gibi bu yönetmeliğin başlığı da aynı eleştirilerimizin muhatabı. Ancak bu yönetmeliğin içeriği daha da ”ilginç”. Bu yönetmeliğin 5. maddesinde yer alan, “Bu dil ve lehçelerde sadece yetişkinler için haber, müzik ve geleneksel kültürün tanıtılmasına yönelik yayınlar yapılabilir.”  ve “Bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik yayın yapılamaz.”  ifadesi, yıllarca yasaklanan anadillere sözde özgürlük vermek için hazırlanan bu yönetmeliğin nasıl yasakçı bir zihniyet taşıdığını gösteriyor. Çocukları, ruhen ve bedenen gelişmeleri konusunda korumayan, gerekli tedbirleri almayan bir anlayış, bu çocukları anadillerine karşı, vebadan uzak tutmaya çalışır gibi davranmakta, kafalarda bugün bile karantinalar oluşturmaya çalışmaktadır. Anadilde radyo-TV yayınlarını yalnızca “yetişkinlere” yönelik bir çizgide tutmaya çalışmak nasıl bir ruh halinin tezahürüdür?! Çocuk yetişkin olmayacak mı? Yetişkin bir zamanlar çocuk değil miydi? Günümüzün yetişkini, çocukluğunda anadilinin konuşulmasının bile çeşitli şekillerde yasaklandığını bilmiyor mu? Günümüzün çocuğu, ileride yetişkin olunca bu “komik uygulamaları” sorgulamayacak mı?

Yine aynı maddede yer alan,” Kamu ve özel ulusal yayın lisansı sahibi radyo ve televizyon kuruluşları, bu dil ve lehçelerdeki yeniden iletim konusu yayınları da dahil olmak üzere; radyo kuruluşları günde 60 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam beş saat, televizyon kuruluşları ise günde 45 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam dört saat yayın yapabilirler.” hükmü ise süre açısından da bir kısıtlayıcılık göstergesidir.

Aynı maddedeki, “Bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik yayın yapılamaz.” şeklindeki vurgu üzerinde uzunca düşünmeyi gerektiriyor. TRT’nin eğitim-öğretime ayırdığı televizyon kanallarından biri,”TV 4”, İngilizce, Fransızca, Almanca öğreten yayınlar yapıyor. Ama bu ülkenin yurttaşlarının kendi anadillerini öğrenmelerine ve geliştirmelerine yönelik yayınların yapılması daha baştan engellenmeye çalışılıyor. Doğaldır ki, TRT’nin TV ve radyo kanallarında, bu saydığımız Batı Dilleri de İspanyolca, Rusça, Çince de ve diğer Batı dilleri de öğretilebilmelidir. TRT’nin TV ve radyo kanallarında Türkiye’nin diğer anadilleri de öğretilebilmelidir. Bu ülkenin yurttaşlarının anadilleri TRT’nin TV ve radyo kanallarında öncelikle öğretilmelidir!

  1. madde “altyazı ve tercüme konusunda ise şöyle diyor: “Bu dil ve lehçelerde yeniden iletim konusu yayınlar dahil, televizyon yayını yapan kuruluşlar bu yayınlarını içerik ve süre açısından bire bir olmak kaydıyla, Türkçe alt yazıyla vermekle veya hemen akabinde Türkçe tercümesini yayınlamakla, radyo yayını yapan kuruluşlar ise programın yayınlanmasını takiben Türkçe tercümesini yayınlamakla yükümlüdür.”

Bu kadar kısıtlayıcı hükümler getiren bir yönetmeliğin, “Türkçe tercümesi…”  ile neyi kastettiğini açıkça belirtmesi gerekirdi! Örneğin; tercümeler 1930’ların Türkçesi’yle yapılırsa ne olacak?!

Yarın bir gün, bir uluslararası firma, bu anadillerinden birinde veya hepsinde reklam hazırlayıp bu anadillerdeki programlar kuşağında yayınlatmak isterse ne olacak? Yönetmelik bu konuya değinmeyi unutmuş!

  1. maddede yer alan ifade ise yurttaşlara güvenmemenin açık bir tezâhürü: “… Yayın kuruluşları farklı dil ve lehçelerde yaptıkları yayın süresince stüdyo düzeni, mevcut logo, ses efekti ve tanıtıcı ses işaretleri dışında simgeler yer vermemekle yükümlüdürler. Gerektiği takdirde, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesi niteliğindeki görüntü ve işaretler kullanılabilir.”

Geçici 1. madde ise “teknik bir konu”ya değiniyor: “Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin izleyici-dinleyici profili belirleninceye kadar bu dil ve lehçelerdeki yayın sadece kamu ve özel ulusal yayın kuruluşları tarafından yapılır.

Üst Kurul ülke çapındaki talepler yanında, gerekli araştırmalar yaptırarak izleyici-dinleyici profili çıkarır.”

Burada geçen “ulusal yayın” tanımı, “tanımlar” bölümünde şöyle açıklanıyor: “Bütün ülkeye yapılan, radyo, televizyon ve veri yayını…” Aynı bölüm, “Bölgesel Yayın” kavramını da tanımlıyor:” Birbirine komşu en az üç il ve en çok bir coğrafi bölge alanının asgari yüzde yetmişine yapılan  radyo, televizyon yayını…” “Yerel Yayın” ise şöyle tanımlanıyor: ” Mülki taksimat itibarıyla en az bir ilçe ( merkez ilçe dahil) veya bir ilin alanının en az yüzde yetmişine yapılan radyo, televizyon ve veri yayını.”

“İzleyici-dinleyici profili” hangi kıstaslara göre çıkartılacak? Türkiye’nin bütün anadillerinin şu ya da bu oranda  ülkenin hemen her yerinde konuşulduğunu biliyoruz. “İzleyici-dinleyici profili” çalışmalarından, anadiller aleyhine çıkacak her türlü sonucun birçok bakımdan şaibeli olacağına kuşku yok. Bu yönetmelik çerçevesinde TRT, beş anadilde 7 Haziran 2004 Pazartesi günü radyo ve TV yayınlarına başladı Bu anadiller TRT’nin yayın sırasına göre şöyleydi: Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca . TRT’nin bu anadillerdeki yayınları; içerik, süre, yayınlandıkları saatler vb. açılardan eleştirilere uğradı. Ancak öncelikle üzerinde durulması gereken konu, yayın yapılan anadillerinin sayısının neden beş ile sınırlandırıldığıdır. TRT’nin neden Abazaca, Arnavutça, Gürcüce, Pomakça, Lazca gibi anadillerinde de radyo ve TV yayını yapmadığı çok yazıldı, çizildi. Yurttaşlar bu konuda dilekçe haklarını da kullandılar, ama TRT hep sessiz kalmayı tercih etti.

Öncelikle önemli olan TRT’nin, yani devletin, radyo ve televizyonda Türkiye’nin yaşayan diğer anadillerinde yayın yapmasıdır. Bugüne kadar “Siyasî Otorite” tarafından yok sayılan; değil kurumsallaşmaları, bazı dönemlerde konuşulmaları bile engellenen bu anadilleriyle otoritenin barışması ve hataların tamiri yönünde adımlar atılması önemli bir başlangıç olacaktır. TRT, yayın yaptığı anadillerin sayısını olması gerektiği sayıya çıkartmalıdır. Bunu yaparken, programların içeriği, süresi, yayınlanma süresi, sunuluş şekilleri, yayın saatleri vb. konularda bu anadillerden yana olumlu düzenlemelere gitmelidir.

 Türkiye’nin diğer anadilleri denilince, akla birçok soru geliyor. Bunlardan biri, Türkiye’nin kaç tane diğer anadiline sahip olduğudur. Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmenin bile oldukça zor olduğu aşikârdır. Çünkü, resmî anlayış, “Türkiye’nin diğer anadilleri” gibi bir sosyal gerçekliği, yönetmeliklerin ruhundan da anlaşıldığı gibi tanımamaktadır. Bunun yanı sıra, “Muhalif Kesimler”in de bu konuya ilişkin değil somut çözüm projeleri, kökü çok eskilere dayanan böyle bir pedagojik özlü bir demokrasi sorununun bulunduğuna dair bir tespitleri bile yoktur; yeri geldiğinde sloganik ve ajitatif birkaç cümle ve  “Ustalar’dan alıntılar”la o andaki durumlarını kurtarma çabasındadırlar.

Türkiye’nin diğer anadilleri konusunda öncelikle yapılması gereken, böyle pedagojik özlü bir demokrasi sorunun bulunduğunun “Siyasî İrade” tarafından tespit edilmesi, ardından da bu sorunun çözümü için projeler üretecek yerli ve yabancı uzmanlardan komisyonların oluşturulmasıdır. Ancak böylelikle bu anadillere yıllardır yapılan haksızlıkların önlenmesi yolunda kalıcı adımlar atılabilir ve bu anadillerin kurumsallaşarak gelecek kuşaklara aktarılmaları sağlanabilir.

Günümüzdeki somut uygulamalarla ilgili olarak da, Türkiye Cumhuriyeti’nin imzacısı olduğu ve dolayısıyla da uygulayacağını taahhüt ettiği, anadilleri konusuyla direkt bağlantılı uluslararası antlaşmalar, sözleşmeler vb. açısından gerek “Kurs Yönetmeliği” gerekse “Radyo-TV Yönetmeliği”nin “Hukuk”a uygunluğunun irdelenmesi, kuşkusuz Baro ve “Hukukçular”ın bilgi alanına giriyor. Böylelikle, bu yönetmelikler çerçevesinde, “Anadil Kursları”na yönelik Millî Eğitim Bakanlığı’nın uygulamaları ve “Türkiye’nin diğer anadillerindeki radyo-TV yayınlarına” yönelik  TRT Genel Müdürlüğü’nin uygulamaları “Hukuk” açısından değerlendirilebilecek ve varsa hukuk dışı uygulamalardan sorumlu kişi ve kurumlar hakkında tez elden yasal işlemlerin başlatılması için zaman kaybedilmemiş olacaktır.

Konuya taraf olan vakıf, dernek ve kişilerin de içinde yer alacağı özerk yapıdaki bir“Anadillerini Planlama Kurumu” bir nüve olarak çalışmaları başlatabilir. Anadilleri ile ilgili bütün çalışmaları tek elden yürütecek böyle bir kurum öncelikle oluşturulmalıdır. Bu kurum, anadillere ilişkin olarak demokratik özlü ve telâfi edici genel bir yönetmelik hazırlamalıdır. Bu bağlamda “anadil sorunu”, anlaşılır ve bizim olan terimlerle tartışılmalı ve bu alanda bir literatür oluşturulmalıdır.

Daha sonra öncelikle, “Türkiye’nin diğer anadilleri envanteri” çıkarılmalıdır. Bu yapılırken, yalnızca Türkçe ile hiçbir akrabalığı olmayan ve sıklıkla bu makalemde adını andığım anadilleri değil, Azerice, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca, Uygurca gibi “kimileri” tarafından Türkçe’nin lehçeleri sayılan diller de dikkate alınmalıdır. Biliyoruz ki, nüfus sayım sonuçlarında adı geçen anadillerin en az iki katı kadar daha anadili Türkiye’de konuşulmaktadır; bunlar, ad olarak ve kullanıldıkları yöreler olarak tespit edilmelidir. Oluşturulacak ilgili komisyonlar bu anadilleri için “Latin Alfabesi”ne dayanan alfabeleri oluşturmalıdır. Ardından da, ilk aşamada en az on bin kelimelik temel Türkçe kelime dağarcığı tespit edilmeli ve buna göre bu anadillerin sözlükleri oluşturulmalıdır. Bu sözlükler (varsa diğer alfabeleriyle ve) Latin alfabesine dayalı alfabeleriyle yayınlanmalıdır. Yapılacak yazılı, sözlü ve görsel yayınlar mümkün olduğunca bu sözcük dağarcığına dayanmalıdır. İlk etapta ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin düzeylerine uygun masal kitapları ve çizgi filmler radyo ve TV yayınlarında da kullanılabilecek şekilde hazırlanmalıdır.

Bütün bunlarla eşzamanlı olarak, bu anadillerle ilgili çalışmaları yürütecek, yani; masal kitapları, ilköğretim öğrencilerinin düzeylerine göre “sosyal bilgiler” ve “fen bilgisi“ vb. kitapları, çizgi filmler, tiyatro eserleri, radyo- TV programlarını hazırlayıp sunacak, gazete ve dergileri yayınlayacak personelin yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Bu personelin yetişmesinde, bu anadillerle ilgili ve/ veya çalışmalar yapan ülkelerin akademik personelinden de faydalanabilir.

Ancak, bütün bu personelin yetişmesi ve alanlarında çalışmalar yapması ve oluşacak demokratik tartışma ortamından sonra, “anadil eğitim- öğretimi mi?”, “anadilde eğitim- öğretim mi?” tartışmalarının da, anadil kurslarının da, radyo-TV yayınlarının da bir anlamı olabilir. Gerek bu konularda personel yetiştirilmesi gerekse de yazılı, görsel, işitsel vb. her türlü materyalin hazırlanmasındaki bütün harcamalar, kuşkusuz ilgili devlet kuruluşları tarafından karşılanmalıdır. Bu şekilde hareket edildiğinde ve konuşanlarının sayılarına bakılmaksızın, Türkiye’nin konuşulan bütün diğer anadillerine aynı mesafede durularak yürütülecek çalışmalar, demokratikleşme yolunda önemli kazanımlar sağlayabilir, yurttaşlık bağlarının pekiştirilmesine katkıda bulunabilir ve “etnik” aidiyetleri temel alan örgütlenmelerin önüne geçebilir.

(Ali İhsan Aksamaz, Ülkede Özgür Gündem Gazetesi, 6 IX 2004)

+

Asparagas Bir Haber

 14 Haziran 2004 tarihli Ortadoğu Gazetesi’nde, “Lazlar’ın Lazca yayın isyanı”  başlıklı bir “haber” yayınlandı. En temel Türkçe imlâ kurallarından bile bîhaber bir şahısın yazdığı “haber”, öncelikle Türkçe’siyle insanı çileden çıkarıyor. Örneğin, satır sonuna gelen “tepkiler” kelimesi, “tepkil-er” şeklinde bölünüyor. Bazen “ana dil”, bazen “anadil” deniyor. Bu şahıs, “yaşayan” da diyemiyor, bunun yerine “yaşaylan” demeyi tercih ediyor! Önce, ”… istemiediklerini …” diye yazıyor. Hatasını görüyor ve düzeltmeye çalışıyor. Bu sefer de “… istemidiklerini…“ diye yazıyor. Yani bir türlü  “…istemediklerini…”  diyemiyor. “Anadilini kaybeden…”  yerine de “Ana diline kaybeden…” diyor.

İlkokul birinci sınıfın ilk döneminde öğretilen imlâ kurallarını dahî  bilmeyen bir şahıs, nasıl muhabir veya gazeteci olabilir?!

Bir bakıyorsunuz, Laz ve Lazca gibi terimler bir tırnak içinde, bir olduğu gibi yazılıyor. “Haber”i yazan şahıs, “Laz kökenli vatandaşlar” mı desin,“Laz vatandaşlar” mı desin, “Lazlar” mı desin pek karar veremiyor! “Doğu Karadeniz’de yaşayan…”  ifadesinin “Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaşayan…”  ifadesiyle farklı anlama geldiğinin de farkında değil!

Ortadoğu Gazetesi’nin bu “haber”ini işin ehilleri incelerse, daha nice Türkçe imlâ hatası bulacaklarına kuşku yok. Bu gazetenin, Türkçe ve Tarih bilgisinin yanı sıra aritmetik ve coğrafya bilgisinin de pek zayıf olduğu görülüyor. 8. ve 9. sayfaların yerlerini karıştırıyor; “Rize”nin “Hemşin ilçesi”nin nerede olduğunu da bilmiyor!

Ortadoğu Gazetesi, Türkçesi oldukça kıt bir şahıs tarafından masa başında ve pek acemice uydurulduğu belli olan bu asparagas haberi, Lazların kanaatlerini dile getiriyormuş gibi servis ediyor. Ancak, “şekil şartları”na uymayı unutuyor! “Haber”i yazan muhabir belli değil! Üstelik, bu belli olmayan “muhabir”in, konuştuğu kişi veya kişiler de nedense yine belli değil! Hem belli olsalar ne fark eder ki?!

Bir an için, bu “haber”e inanalım ve gerçekten de, (bazı “Kürt” ve “Çerkesler”in istemediği gibi) bazı Lazların da kendi anadillerinde TRT’nin yapacağı yayını istemediğini kabul edelim. Böyle bir durumdan, bütün Lazların aynı kanaatte olduğu sonucu nasıl çıkartılabilir ki?!  Bir referandum mu yapılmıştır? Türkiye’de yaşayan Lazların tamamı bir referandumda, TRT’nin Lazca yayın yapmasına “hayır” mı demiştir? Yapılmayan referandumların sonuçlarını, işine geldiği şekilde ilân etme yetkisini Ortadoğu Gazetesi nereden alıyor? Demokratik bir hakkın kullanımını önlemek için “haber” yapmak yakışıyor mu?  Bu tavır gazeteciliğe de, meslek ciddiyetine de, hukuka da aykırı değil mi?

Gazete, bir yandan TRT’nin  yetkililerine, “Bakın, Lazlar, anadillerinde TRT’nin yayın yapmasına karşı” demeye çalışırken, diğer yandan da, (“Soğuk Savaş yılları”nın alışkanlığıyla olacak) Lazlara aklınca aba altından sopa göstermek istiyor.

Lazca sadece “haber”de  belirtilen yörelerde konuşulmuyor. Lazca, “Doksanüç Harbi”nden (1877-1878) sonra Osmanlı yönetimi dışında kalan topraklardan göç ederek Akçakoca, Karamürsel, Sapanca, Düzce, Yalova vb. muhacir yerleşim merkezlerinden oluşan “diaspora”da yaşayan Lazlar tarafından da konuşulmaktadır.

Gazete, DSP-MHP- ANAP Hükümetinin yaptığı kısmî demokratik düzenlemelerin ardından, AKP Hükümetinin kısıtlı da olsa TRT’de anadil yayınlarını başlatmasını hazmedemiyor. Lazların, TRT’de Lazca, “Kürtçe” ve Çerkesçe yayınlara karşı oldukları yalanını da yazarak, farklı anadilleri olan insanlar arasına aklınca nifak tohumları ekmeye ve birbirlerine karşı  kışkırtmaya çalışıyor.

Ortadoğu Gazetesi, Mustafa Kemal’in,  1 Mayıs 1920’de Meclis’te yaptığı konuşmayı hatırlasın : “ … Burada maksut olan ve meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir. Yalnız Çerkes değildir. Yalnız Kürt değildir.  Yalnız Laz değildir.  Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmumadır. Binaenaleyh  bu heyet-i aliyenin temsil ettiği,  hukukunu,  hayatını,  şeref ve şanını kurtarmak için azmettiği emeller,  yalnızca bir unsur-u İslâma münhasır değildir.  Anasır-ı İslâmiyeden mürekkep bir kitleye aittir. ”

Nazım Hikmet’e de kulak versin; “Arheveli İsmail“in şahsında, Lazların Kurtuluş Savaşı’na katkılarını şöyle anlatıyor:

“ …

Ve çok uzak

çok uzaklardaki İstanbul limanında

gecenin bu geç vakitlerinde

kaçak  silâh ve asker  ceketi yükleyen  Laz   t a k a l a r ı

hürriyet ve ümit

su ve rüzgârdılar.

…  “

Türk Dil Kurumu, Basın Konseyi, Gazeteciler Cemiyetleri ve Hukuk Kurumları, bu “haber” karşısında sessiz kalmamalı; Türkçe’yi imlâ hatasız yazamayan, demokratik bir hakkın kullanımını önlemek için aklınca asparagas haber yapan, oldukça gecikmiş ve kısıtlı da olsa yurttaşlarına anadillerine ilişkin “kültürel haklar” sağlayan Anayasa ve yasaların ilgili maddelerini açıkça ihlâl eden Ortadoğu Gazetesi’nin dikkatini çekmelidir.

(Ali İhsan Aksamaz, Birgün Gazetesi, 22 VI 2004)

+

ANADİLİ YÖNETMELİKLERİ VE GERÇEK

Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde DSP-MHP-ANAP Hükümetinin hazırladığı “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına  İlişkin Kanun”un  (Kanun No: 4771; Kabul tarihi: 03.08.2002- Resmi Gazete: 09.08.2002/ 24841) yürürlüğe girmesinin ardından, “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkındaki Yönetmelik” ( Resmi Gazete: 20.09.2002/ 24882) ve “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında  Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınlar Hakkındaki Yönetmelik” (25.01.2004/ 25357) de yürürlüğe girdi. Oldukça uzun başlıkları olan bu yönetmeliklerden ilki için ben, bu makalemde, “Kurs Yönetmeliği”, diğeri için de “Radyo-TV Yönetmeliği” ifadelerini kullanacağım.

Öncelikle her iki yönetmeliğin başlığında geçen ifadelere dikkat çekmek istiyorum. “… Günlük Yaşamlarında…” ne anlama geliyor? Dil, günlük yaşam dışında başka nerelerde kullanılabilir ki, bu ifadeye ihtiyaç duyulmuş? “… Geleneksel Olarak Kullandıkları…” ifadesi de oldukça ilginç. Bu ifadeyi yazanlara sormak lâzım: Ne kadar Geleneksel? Örneğin, Anadolu’nun yerli dilleri Arapça, Gürcüce, Hemşince , Kırmanci, Lazca, Pontusça, Rumca, Süryanice, Zazaca  vb. anadiller kadar mı geleneksel?! Yoksa Anadolu’ya göçmen Abazaca, Adığece, Arnavutça, Boşnakça, Çeçence, İnguşça, Kabardeyce, Karaçay(lı)-Balkar(lı)ca, Kumukça, Ladino, Lakça, Pomakça vb. anadiller kadar mı geleneksel?!

“… Farklı Dil ve Lehçeler…”   ifadesi ise, bu yönetmelikleri yazanların oldukça paradoksal bir yaklaşım içinde olduklarını gösteriyor. “Dil” ve “lehçe” kavramlarının oldukça göreceli kavramlar olduğunu belirtmeliyim. Konumuzla bağlantılı olarak sorarsak, bir anadilinin dil mi, lehçe mi olduğuna kim, nasıl karar veriyor? Örneğin, Kırmanci ve Zazaca dil mi, lehçe mi? Hangisi hangisinin lehçesi? Çeçence ve İnguşça ile ilgili aynı soru sorulabilir? Ladino, İspanyolca’nın mı, Türkçe’nin mi, İbranice’nin mi lehçesi? Ya Adığece, Kabardeyce ilişkisine ne diyeceğiz? Abazaca ile Abhazca ilişkisi nasıl açıklanacak? Dil ve lehçe ilişkisine göre, Gürcüce ile Lazca, Hemşince ile Ermenice, Pontusça ile Rumca arasındaki ilişki nasıl tanımlanacak?

Kuşkusuz bu tür düzenlemelerde kanun ve yönetmeliklere bir başlık verilmeli. Anadillerle ilgili bu yönetmeliklerde, “Türkiye’nin Diğer Anadilleri” başlığı en uygun başlık olarak kabul edilebilirdi. Gerek “Kurs Yönetmeliği” ve gerekse de “Radyo-TV Yönetmeliği”nde en başta da, yine “Farklı Dil ve Lehçeler” ifadesi yerine, bu anadiller tek tek sayılmalıydı. Eğer şeklî ifadelerin dışında bir takım sınıflandırmalara ihtiyaç duyuluyorsaydı, bu anadiller “yerli-göçmen”, “toplu olarak- dağınık olarak konuşulanlar”, “Nüfus sayımlarında yer alan- hiç yer almamış” gibi veya konuşanlarını (“tahminî” ) sayısına göre vb. sınıflandırılabilirdi.

Genel olarak Kurs yönetmeliklerinin işi zora koşucu, kısıtlayıcı, şekilci, bürokrasiye önem verir özellikte olduğunu biliyoruz. “Amaç” bölümündeki 1. madde, yönetmeliğin amacını şöyle açıklıyor: “Bu Yönetmeliğin amacı, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesine ilişkin 8/6/1965 tarihli ve 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununa göre açılabilecek özel kursların açılış, işleyiş ve denetim esaslarını düzenlemektir.”

Başta, bu “dil ve lehçeler”in adları yazılmalıydı. Yine bu “dil ve lehçeler”, madem konuşuluyor, neden ve kimlere öğretileceği de açıkça belirtilmeliydi!

Bu yönetmeliğin “en ilgi çekici” maddesi, “Görevlendirme” ilgili olan 7. madde. Şöyle diyor: “Açılmasına izin verilen kursta; müdür, müdür yardımcısı, öğretmen ve usta öğretici ile diğer personel görevlendirilir.

Çalışma izni verilecek personelin, 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu ile  Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinde belirtilen nitelik ve koşulları taşıması, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması, Talim ve Terbiye Kurulunca belirlenen nitelik ve koşullara sahip olması gerekir.

Görevlendirilecek personele 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununun 23 ncü maddesi ve Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinin ilgili madde hükümlerine göre çalışma izni verilir…”

Bu madde, bu kadar açıklamada bulunmasına rağmen, anadillerini bilmeyen insanlara ders verecek öğretmenlere ilişkin somut bir bilgi vermiyor. Yakın zamana kadar yok sayılan dillerde ders verecek öğretmenlerin nereden sağlanacağı açıkça belirtilmeliydi.

“Kurs Yönetmeliği”, derslerde kullanılacak alfabe ve ders materyallerine ilişkin de bilgi vermiyor. Örneğin  derslerde “Kuzey Kafkasya Dilleri”nin yazımında (Kuzey Kafkasya’da olduğu gibi) “Kiril Alfabesi”ni, “Güney Kafkasya Dilleri”nin yazımında (Gürcistan ’da  olduğu gibi) “Kartuli Anbani”yi ve Zazaca ve Kırmanci dillerinin yazımında, (Orta Doğu’da olduğu gibi) “Arap Alfabesi”ni kullanmayı da isterlerse, ne olacak? Ya da “o bölgelerde” hazırlanmış kitapları aynen veya küçük değişikliklerle kullanmak isterlerse, yetkililerin tavrı ne olacak? Bütün bunlar, bu yönetmelikte yer alabilirdi. Bu yönetmeliğin, yurttaşların gerçekliklerinden hareketle değil, bürokrat zihniyetle ve üstelik de baştan savma hazırlandığının bir göstergesidir.

“Kurs yönetmeliğinin” başlığı gibi bu yönetmeliğin başlığı da aynı eleştirilerimizin muhatabı. Ancak bu yönetmeliğin içeriği daha da ”ilginç”. Bu yönetmeliğin 5. maddesinde yer alan, “Bu dil ve lehçelerde sadece yetişkinler için haber, müzik ve geleneksel kültürün tanıtılmasına yönelik yayınlar yapılabilir.”  ve “Bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik yayın yapılamaz.”  ifadesi, yıllarca yasaklanan anadillere sözde özgürlük vermek için hazırlanan bu yönetmeliğin nasıl yasakçı bir zihniyet taşıdığını gösteriyor. Çocukları, ruhen ve bedenen gelişmeleri konusunda korumayan, gerekli tedbirleri almayan bir anlayış, bu çocukları anadillerine karşı, vebadan uzak tutmaya çalışır gibi davranmakta, kafalarda bugün bile karantinalar oluşturmaya çalışmaktadır. Anadilde radyo-TV yayınlarını yalnızca “yetişkinlere” yönelik bir çizgide tutmaya çalışmak nasıl bir ruh halinin tezahürüdür?! Çocuk yetişkin olmayacak mı? Yetişkin bir zamanlar çocuk değil miydi? Günümüzün yetişkini, çocukluğunda anadilinin konuşulmasının bile çeşitli şekillerde yasaklandığını bilmiyor mu? Günümüzün çocuğu, ileride yetişkin olunca bu “komik uygulamaları” sorgulamayacak mı?

Yine aynı maddede yer alan,” Kamu ve özel ulusal yayın lisansı sahibi radyo ve televizyon kuruluşları, bu dil ve lehçelerdeki yeniden iletim konusu yayınları da dahil olmak üzere; radyo kuruluşları günde 60 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam beş saat, televizyon kuruluşları ise günde 45 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam dört saat yayın yapabilirler.” hükmü ise süre açısından da bir kısıtlayıcılık göstergesidir.

Aynı maddedeki, “Bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik yayın yapılamaz.” şeklindeki vurgu üzerinde uzunca düşünmeyi gerektiriyor. TRT’nin eğitim-öğretime ayırdığı televizyon kanallarından biri,”TV 4”, İngilizce, Fransızca, Almanca öğreten yayınlar yapıyor. Ama bu ülkenin yurttaşlarının kendi anadillerini öğrenmelerine ve geliştirmelerine yönelik yayınların yapılması daha baştan engellenmeye çalışılıyor. Doğaldır ki, TRT’nin TV ve radyo kanallarında, bu saydığımız Batı Dilleri de, İspanyolca, Rusça, Çince de ve diğer Batı dilleri de öğretilebilmelidir.TRT’nin  TV ve radyo kanallarında Türkiye’nin diğer anadilleri de öğretilebilmelidir. Bu ülkenin yurttaşlarının anadilleri TRT’nin TV ve radyo kanallarında öncelikle öğretilmelidir!

  1. madde “altyazı ve tercüme konusunda ise şöyle diyor: “Bu dil ve lehçelerde yeniden iletim konusu yayınlar dahil, televizyon yayını yapan kuruluşlar bu yayınlarını içerik ve süre açısından bire bir olmak kaydıyla, Türkçe alt yazıyla vermekle veya hemen akabinde Türkçe tercümesini yayınlamakla, radyo yayını yapan kuruluşlar ise programın yayınlanmasını takiben Türkçe tercümesini yayınlamakla yükümlüdür.”

Bu kadar kısıtlayıcı hükümler getiren bir yönetmeliğin, “Türkçe tercümesi…”  ile neyi kastettiğini açıkça belirtmesi gerekirdi! Örneğin; tercümeler 1930’ların Türkçesi’yle yapılırsa ne olacak?!

Yarın bir gün, bir uluslararası firma, bu anadillerinden birinde veya hepsinde reklam hazırlayıp bu anadillerdeki programlar kuşağında yayınlatmak isterse ne olacak? Yönetmelik bu konuya değinmeyi unutmuş!

  1. maddede yer alan ifade ise yurttaşlara güvenmemenin açık bir tezâhürü: “… Yayın kuruluşları farklı dil ve lehçelerde yaptıkları yayın süresince stüdyo düzeni, mevcut logo, ses efekti ve tanıtıcı ses işaretleri dışında simgeler yer vermemekle yükümlüdürler. Gerektiği takdirde, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesi niteliğindeki görüntü ve işaretler kullanılabilir.”

Geçici 1. madde ise “teknik bir konu”ya değiniyor: “Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin izleyici-dinleyici profili belirleninceye kadar bu dil ve lehçelerdeki yayın sadece kamu ve özel ulusal yayın kuruluşları tarafından yapılır.

Üst Kurul ülke çapındaki talepler yanında, gerekli araştırmalar yaptırarak izleyici-dinleyici profili çıkarır.”

Burada geçen “ulusal yayın” tanımı, “tanımlar” bölümünde şöyle açıklanıyor: “Bütün ülkeye yapılan, radyo, televizyon ve veri yayını…” Aynı bölüm, “Bölgesel Yayın” kavramını da tanımlıyor:” Birbirine komşu en az üç il ve en çok bir coğrafi bölge alanının asgari yüzde yetmişine yapılan  radyo, televizyon yayını…” “Yerel Yayın” ise şöyle tanımlanıyor: ” Mülki taksimat itibarıyla en az bir ilçe ( merkez ilçe dahil) veya bir ilin alanının en az yüzde yetmişine yapılan radyo, televizyon ve veri yayını.”

“İzleyici-dinleyici profili” hangi kıstaslara göre çıkartılacak? Türkiye’nin bütün anadillerinin şu ya da bu oranda  ülkenin hemen her yerinde konuşulduğunu biliyoruz. “İzleyici-dinleyici profili” çalışmalarından, anadiller aleyhine çıkacak her türlü sonucun birçok bakımdan şaibeli olacağına kuşku yok. Bu yönetmelik çerçevesinde TRT, beş anadilde 7 Haziran 2004 Pazartesi günü radyo ve TV yayınlarına başladı Bu anadiller TRT’nin yayın sırasına göre şöyleydi: Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca . TRT’nin bu anadillerdeki yayınları; içerik, süre, yayınlandıkları saatler vb. açılardan eleştirilere uğradı. Ancak öncelikle üzerinde durulması gereken konu, yayın yapılan anadillerinin sayısının neden beş ile sınırlandırıldığıdır. TRT’nin neden Abazaca, Arnavutça, Gürcüce, Pomakça, Lazca gibi anadillerinde de radyo ve TV yayını yapmadığı çok yazıldı, çizildi. Yurttaşlar bu konuda dilekçe haklarını da kullandılar, ama TRT hep sessiz kalmayı tercih etti.

Öncelikle önemli olan TRT’nin, yani devletin, radyo ve televizyonda Türkiye’nin yaşayan diğer anadillerinde yayın yapmasıdır. Bugüne kadar “Siyasî Otorite” tarafından yok sayılan; değil kurumsallaşmaları, bazı dönemlerde konuşulmaları bile engellenen bu anadilleriyle otoritenin barışması ve hataların tamiri yönünde adımlar atılması önemli bir başlangıç olacaktır. TRT, yayın yaptığı anadillerin sayısını olması gerektiği sayıya çıkartmalıdır. Bunu yaparken, programların içeriği, süresi, yayınlanma süresi, sunuluş şekilleri, yayın saatleri vb. konularda bu anadillerden yana olumlu düzenlemelere gitmelidir.

 Türkiye’nin diğer anadilleri denilince, akla birçok soru geliyor. Bunlardan biri, Türkiye’nin kaç tane diğer anadiline sahip olduğudur. Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmenin bile oldukça zor olduğu aşikârdır. Çünkü, resmî anlayış, “Türkiye’nin diğer anadilleri” gibi bir sosyal gerçekliği, yönetmeliklerin ruhundan da anlaşıldığı gibi tanımamaktadır. Bunun yanı sıra, “Muhalif Kesimler”in de bu konuya ilişkin değil somut çözüm projeleri, kökü çok eskilere dayanan böyle bir pedagojik özlü bir demokrasi sorununun bulunduğuna dair bir tespitleri bile yoktur; yeri geldiğinde sloganik ve ajitatif birkaç cümle ve  “Ustalar’dan alıntılar”la o andaki durumlarını kurtarma çabasındadırlar.

Türkiye’nin diğer anadilleri konusunda öncelikle yapılması gereken, böyle pedagojik özlü bir demokrasi sorunun bulunduğunun “Siyasî İrade” tarafından tespit edilmesi, ardından da bu sorunun çözümü için projeler üretecek yerli ve yabancı uzmanlardan komisyonların oluşturulmasıdır. Ancak böylelikle bu anadillere yıllardır yapılan haksızlıkların önlenmesi yolunda kalıcı adımlar atılabilir ve bu anadillerin kurumsallaşarak gelecek kuşaklara aktarılmaları sağlanabilir.

Günümüzdeki somut uygulamalarla ilgili olarak da, Türkiye Cumhuriyeti’nin imzacısı olduğu ve dolayısıyla da uygulayacağını taahhüt ettiği, anadilleri konusuyla direkt bağlantılı uluslararası antlaşmalar, sözleşmeler vb. açısından gerek “Kurs Yönetmeliği” gerekse “Radyo-TV Yönetmeliği”nin “Hukuk”a uygunluğunun irdelenmesi, kuşkusuz Baro ve “Hukukçular”ın bilgi alanına giriyor. Böylelikle, bu yönetmelikler çerçevesinde, “Anadil Kursları”na yönelik Millî Eğitim Bakanlığı’nın uygulamaları ve “Türkiye’nin diğer anadillerindeki radyo-TV yayınlarına” yönelik  TRT Genel Müdürlüğü’nin uygulamaları “Hukuk” açısından değerlendirilebilecek ve varsa hukuk dışı uygulamalardan sorumlu kişi ve kurumlar hakkında tez elden yasal işlemlerin başlatılması için zaman kaybedilmemiş olacaktır.

Konuya taraf olan vakıf, dernek ve kişilerin de içinde yer alacağı özerk yapıdaki bir“Anadillerini Planlama Kurumu” bir nüve olarak çalışmaları başlatabilir. Anadilleri ile ilgili bütün çalışmaları tek elden yürütecek böyle bir kurum öncelikle oluşturulmalıdır. Bu kurum, anadillere ilişkin olarak demokratik özlü ve telâfi edici genel bir yönetmelik hazırlamalıdır. Bu bağlamda, ”anadil sorunu”, anlaşılır ve bizim olan terimlerle tartışılmalı ve bu alanda bir literatür oluşturulmalıdır.

Daha sonra öncelikle, “Türkiye’nin diğer anadilleri envanteri” çıkarılmalıdır. Bu yapılırken, yalnızca Türkçe ile hiçbir akrabalığı olmayan ve sıklıkla bu makalemde adını andığım anadilleri değil, Azerice, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca, Uygurca gibi “kimileri” tarafından Türkçe’nin lehçeleri sayılan diller de dikkate alınmalıdır. Biliyoruz ki, nüfus sayım sonuçlarında adı geçen anadillerin en az iki katı kadar daha anadili Türkiye’de konuşulmaktadır; bunlar, ad olarak ve kullanıldıkları yöreler olarak tespit edilmelidir. Oluşturulacak ilgili komisyonlar bu anadilleri için “Latin Alfabesi”ne dayanan alfabeleri oluşturmalıdır. Ardından da, ilk aşamada en az on bin kelimelik temel Türkçe kelime dağarcığı tespit edilmeli ve buna göre bu anadillerin sözlükleri oluşturulmalıdır. Bu sözlükler (varsa diğer alfabeleriyle ve) Latin alfabesine dayalı alfabeleriyle yayınlanmalıdır. Yapılacak yazılı, sözlü ve görsel yayınlar mümkün olduğunca bu sözcük dağarcığına dayanmalıdır. İlk etapta ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin düzeylerine uygun masal kitapları ve çizgi filmler radyo ve TV yayınlarında da kullanılabilecek şekilde hazırlanmalıdır.

Bütün bunlarla eşzamanlı olarak, bu anadillerle ilgili çalışmaları yürütecek, yani; masal kitapları, ilköğretim öğrencilerinin düzeylerine göre “sosyal bilgiler” ve “fen bilgisi“ vb. kitapları, çizgi filmler, tiyatro eserleri, radyo- TV programlarını hazırlayıp sunacak, gazete ve dergileri yayınlayacak personelin yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Bu personelin yetişmesinde, bu anadillerle ilgili ve/ veya çalışmalar yapan ülkelerin akademik personelinden de faydalanabilir.

Ancak, bütün bu personelin yetişmesi ve alanlarında çalışmalar yapması ve oluşacak demokratik tartışma ortamından sonra, “anadil eğitim- öğretimi mi?”, “anadilde eğitim- öğretim mi?” tartışmalarının da, anadil kurslarının da, radyo-TV yayınlarının da bir anlamı olabilir. Gerek bu konularda personel yetiştirilmesi gerekse de yazılı, görsel, işitsel vb. her türlü materyalin hazırlanmasındaki bütün harcamalar, kuşkusuz ilgili devlet kuruluşları tarafından karşılanmalıdır. Bu şekilde hareket edildiğinde ve konuşanlarının sayılarına bakılmaksızın, Türkiye’nin konuşulan bütün diğer anadillerine aynı mesafede durularak yürütülecek çalışmalar, demokratikleşme yolunda önemli kazanımlar sağlayabilir, yurttaşlık bağlarının pekiştirilmesine katkıda bulunabilir ve “etnik” aidiyetleri temel alan örgütlenmelerin önüne geçebilir.

(Ali İhsan Aksamaz, Ülkede Özgür Gündem Gazetesi, 6 Eylül 2004,)

+

Asparagas Bir Haber

 14 Haziran 2004 tarihli Ortadoğu Gazetesi’nde, “Lazlar’ın Lazca yayın isyanı”  başlıklı bir “haber” yayınlandı. En temel Türkçe imlâ kurallarından bile bîhaber bir şahısın yazdığı “haber”, öncelikle Türkçe’siyle insanı çileden çıkarıyor. Örneğin, satır sonuna gelen “tepkiler” kelimesi, “tepkil-er” şeklinde bölünüyor. Bazen “ana dil”, bazen “anadil” deniyor. Bu şahıs, “yaşayan” da diyemiyor, bunun yerine “yaşaylan” demeyi tercih ediyor! Önce, ”… istemiediklerini …” diye yazıyor. Hatasını görüyor ve düzeltmeye çalışıyor. Bu sefer de “… istemidiklerini…“ diye yazıyor. Yani bir türlü  “…istemediklerini…”  diyemiyor. “Anadilini kaybeden…”  yerine de “Ana diline kaybeden…” diyor.

İlkokul birinci sınıfın ilk döneminde öğretilen imlâ kurallarını dahî  bilmeyen bir şahıs, nasıl muhabir veya gazeteci olabilir?!

Bir bakıyorsunuz, Laz ve Lazca gibi terimler bir tırnak içinde, bir olduğu gibi yazılıyor. “Haber”i yazan şahıs, “Laz kökenli vatandaşlar” mı desin,“Laz vatandaşlar” mı desin, “Lazlar” mı desin pek karar veremiyor! “Doğu Karadeniz’de yaşayan…”  ifadesinin “Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaşayan…”  ifadesiyle farklı anlama geldiğinin de farkında değil!

Ortadoğu Gazetesi’nin bu “haber”ini işin ehilleri incelerse, daha nice Türkçe imlâ hatası bulacaklarına kuşku yok. Bu gazetenin, Türkçe ve Tarih bilgisinin yanı sıra aritmetik ve coğrafya bilgisinin de pek zayıf olduğu görülüyor. 8. ve 9. sayfaların yerlerini karıştırıyor; “Rize”nin “Hemşin ilçesi”nin nerede olduğunu da bilmiyor!

Ortadoğu Gazetesi, Türkçesi oldukça kıt bir şahıs tarafından masa başında ve pek acemice uydurulduğu belli olan bu asparagas haberi, Lazların kanaatlerini dile getiriyormuş gibi servis ediyor. Ancak, “şekil şartları”na uymayı unutuyor! “Haber”i yazan muhabir belli değil! Üstelik, bu belli olmayan “muhabir”in, konuştuğu kişi veya kişiler de nedense yine belli değil! Hem belli olsalar ne fark eder ki?!

Bir an için, bu “haber”e inanalım ve gerçekten de, (bazı “Kürt” ve “Çerkesler”in istemediği gibi) bazı Lazların da kendi anadillerinde TRT’nin yapacağı yayını istemediğini kabul edelim. Böyle bir durumdan, bütün Lazların aynı kanaatte olduğu sonucu nasıl çıkartılabilir ki?!  Bir referandum mu yapılmıştır? Türkiye’de yaşayan Lazların tamamı bir referandumda, TRT’nin Lazca yayın yapmasına “hayır” mı demiştir? Yapılmayan referandumların sonuçlarını, işine geldiği şekilde ilân etme yetkisini Ortadoğu Gazetesi nereden alıyor? Demokratik bir hakkın kullanımını önlemek için “haber” yapmak yakışıyor mu?  Bu tavır gazeteciliğe de, meslek ciddiyetine de, hukuka da aykırı değil mi?

Gazete, bir yandan TRT’nin yetkililerine, “Bakın, Lazlar, anadillerinde TRT’nin yayın yapmasına karşı” demeye çalışırken, diğer yandan da, (“Soğuk Savaş yılları”nın alışkanlığıyla olacak) Lazlara aklınca aba altından sopa göstermek istiyor.

Lazca sadece “haber”de belirtilen yörelerde konuşulmuyor. Lazca, “Doksanüç Harbi”nden (1877-1878) sonra Osmanlı yönetimi dışında kalan topraklardan göç ederek Akçakoca, Karamürsel, Sapanca, Düzce, Yalova vb. muhacir yerleşim merkezlerinden oluşan “diaspora”da yaşayan Lazlar tarafından da konuşulmaktadır.

Gazete, DSP-MHP- ANAP Hükümetinin yaptığı kısmî demokratik düzenlemelerin ardından, AKP Hükümetinin kısıtlı da olsa TRT’de anadil yayınlarını başlatmasını hazmedemiyor. Lazların, TRT’de Lazca, “Kürtçe” ve Çerkesçe yayınlara karşı oldukları yalanını da yazarak, farklı anadilleri olan insanlar arasına aklınca nifak tohumları ekmeye ve birbirlerine karşı kışkırtmaya çalışıyor.

Ortadoğu Gazetesi, Mustafa Kemal’in,  1 Mayıs 1920’de Meclis’te yaptığı konuşmayı hatırlasın : “ … Burada maksut olan ve meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir. Yalnız Çerkes değildir. Yalnız Kürt değildir.  Yalnız Laz değildir.  Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmumadır. Binaenaleyh  bu heyet-i aliyenin temsil ettiği,  hukukunu,  hayatını,  şeref ve şanını kurtarmak için azmettiği emeller,  yalnızca bir unsur-u İslâma münhasır değildir.  Anasır-ı İslâmiyeden mürekkep bir kitleye aittir. ”

Nazım Hikmet’e de kulak versin; “Arheveli İsmail“in şahsında, Lazların Kurtuluş Savaşı’na katkılarını şöyle anlatıyor:

“ …

Ve çok uzak

çok uzaklardaki İstanbul limanında

gecenin bu geç vakitlerinde

kaçak  silâh ve asker  ceketi yükleyen  Laz   t a k a l a r ı

hürriyet ve ümit

su ve rüzgârdılar.

…  “

Türk Dil Kurumu, Basın Konseyi, Gazeteciler Cemiyetleri ve Hukuk Kurumları, bu “haber” karşısında sessiz kalmamalı; Türkçe’yi imlâ hatasız yazamayan, demokratik bir hakkın kullanımını önlemek için aklınca asparagas haber yapan, oldukça gecikmiş ve kısıtlı da olsa yurttaşlarına anadillerine ilişkin “kültürel haklar” sağlayan Anayasa ve yasaların ilgili maddelerini açıkça ihlâl eden Ortadoğu Gazetesi’nin dikkatini çekmelidir.

(Ali İhsan Aksamaz, Bir Gün Gazetesi, 22 VI 2004)

+

Osmanlı’nın SON DÖNEMİNDEKİ Siyasî Parti Programlarında ANADOLU’nun Anadilleri

Eğitim Sen, tüzüğünün 2. maddenin “b” şıkkında yer alan, “ (Eğitim Sen) … bireylerin anadillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur.” ifadesinden dolayı yargılanıyor. Bu gelişme beni, bu sendikanın 1997’de yayınladığı kitaptan, çok önceden aldığım notları tekrar gözden geçirmeye sevk etti. Bu notları, Eğitim Sen ve “anadil” konusu güncel olduğundan sizlerle de paylaşmak istedim.

Sözünü ettiğim kitap İsmail Aydın’ın bir çalışması ve “Eğitim Sen Yayınları Güncel Sorunlar Dizisi”nden yayınlandı. “Siyasî Parti ve Hükümet Programlarında Eğitim- Öğretim & Öğretmenler (1908- 1997)” başlıklı bu çalışma Cumhuriyet öncesi bazı siyasî parti programlarında “anadili” konusuna ilişkin yaklaşımlarını da aktarıyor. “Anadili”nin pek açık bir tanımının yapılmamış olduğu bu siyasî parti programlarda şu terimlerle karşılaşıyoruz: “Kavim dili”, “azınlık dili”, “yöresel dil”, “diğer halkların kendi dilleri”, “yörenin dili”, “yöredeki nüfus çoğunluğunun dili”, “yörenin anadili” vb. Yine bu siyasî parti programlarında, “anadili” eğitim-öğretiminin mi, yoksa   “anadili”nde eğitim-öğretimin mi hedeflendiğinin açık  olmadığını da görüyoruz. Bu siyasî partiler, programlarında  ister “anadili” eğitim- öğretimini, ister “anadili”nde eğitim-öğretimini  kastetmiş olsunlar, bütün bunları hangi personelle ve kendilerini yetiştirecek hangi kurumlarla yapacaklarını da yine belirtmiyorlar. İsmail Aydın’ın bu çalışmasının yanı sıra, ilk baskısı Doz, ikinci baskısı Çiviyazıları Yayınları’ndan çıkan Fuat Dündar’ın  “Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar” başlıklı kitabının anadil konusuna ilgi duyanlara önemli katkılar sunacağını da belirtmek isterim.

İttihat ve Terakki Fırkası’yla başlayalım. Bu partinin 1909 Programının 9. maddesi şöyle diyor: “Özgür eğitim-öğretim partimizin ilkesidir. Osmanlı vatandaşı özel okul açmakta, öğrenim görmede özgürdür. Osmanlı ülkesindeki tüm okullar devletin gözetim ve denetiminde olacaktır. Uygulayacakları programlarda birliktelik Maarif Bakanlığınca sağlanacaktır.

İlkokul parasız ve zorunludur. Anaokullarında Türkçe öğretim yapılırken ilkokullarda eğitim her kavmin kendi dilinde yapılacaktır. İlkokulların masrafları ile öğretmenlerin maaşları yöre ve cemaatlere ait olacaktır. Devletin eğitim gideri olarak topladığı vergiler mahalli bütçelere devredilecektir…”

İttihat ve Terakki Partisi’nin 1913 Programının 41. maddesi de şöyle diyor: “Eğitim görmek her Osmanlı vatandaşının hakkıdır. Özel ve Cemaat Okulları devletin gözetim ve denetimine tabidir. Devlet okullarında ilköğretim zorunlu ve parasızdır. Türkçe resmi dil olarak okutulurken, her azınlık kendi diliyle de eğitim verebilir…”

1908’de kurulmuş olan “Osmanlı Ahrar Fırkası”nının  Programın 19. maddesi konuya şöyle yaklaşıyor: “İlköğretim zorunludur. Bütün genel ve özel okullarda eğitim dili Türkçe’dir. Yöresel dil ikinci planda yer alacaktır.”

1909’da kurulmuş olan Osmanlı Demokrat Fırkası Programının 9. konuya şöyle yaklaşıyor:  “Ayrılıkçı girişimleri taşımamak koşuluyla ilkokullarda yöresel dil (Anadili) kullanılacaktır…”

1910’da kurulmuş olan  Ahali Fırkası programının 16 maddesi konuya şöyle yaklaşıyor: “Devletin resmî dilinin Türkçe olması nedeniyle okul ve medreselerde Türkçe eğitimine devam edilecektir. Devletin resmî dininin İslam olması nedeniyle de Arapça öğretimine özel önem verilecektir. Diğer halkların dillerinde eğitim yapmaları serbesttir.”

1911’de kurulmuş olan Hürriyet ve İtilâf Fırkası ise, programının 20. maddesinde şunları yazıyor:” Köy okullarında ve genel olarak ilkokullarda eğitim yörenin diliyle (anadilde) yapılacaktır.

1912’de kurulmuş olan ve kurucuları arasında Türkçü (Turancı) görüşleriyle bilinen Yusuf Akçora’nın da bulunduğu Millî Meşrutiyet Partisi, programının 33. maddesinde şu görüşlere  yer vermektedir: “… Bütün ilkokul, ortaokul ve İlköğretmen okulları özel kanunlarla il Genel Meclislerine devredilecektir.

İlköğretim parasızdır. Zorunlu ilköğretimin fiili olarak uygulanılmasına çaba gösterilecektir.

Her nahiye merkezinde ilkokul binalarının önem sırasına göre yapılmasına öncelik verilecektir. Yöredeki ilköğretim o yöredeki nüfus çoğunluğunun diliyle yapılacaktır.

Ancak devletin resmî dili olan Türkçe de bu okullarda mutlaka öğrenilecektir. İlk ve ortaokullara öğretmen yetiştiren Darülmuallimler ihtiyaç ölçüsünde açılacaktır.”

1918’de kurulmuş olan Teceddüt Fırkası, programının 113. maddesinde konuya ilişkin yaklaşımını şöyle ifade ediyor: “Devlet ilkokullarında resmî dil öğretimi zorunlu olmakla birlikte yörenin anadilinde öğretim yapılacaktır.”

“CHP’nin tek parti yönetimi”, ulusal sanayinin kapitalist üretim ilişkileri ve kurumlarını geliştiremedi. Yerel üretim ilişkilerini tasfiye edemedi. Yerel üretim ilişkilerinin ortaya çıkarmış olduğu ve beslediği dilsel ve kültürel farklılıkları “doğal” bir yok oluş sürecine sürükleyemedi. Bunun yerine dilsel ve kültürel farklılıkları doğal olmayan bir yolla, yani resmî ideoloji ve tarih tezleriyle ortadan kaldırmaya çalıştı. “CHP’nin tek parti yönetimi” ve “Soğuk Savaş yılları” boyunca Türkiye’nin “çok dilli” bir ülke olduğu gerçeği kabullenilmek istenmedi. Türkçe’nin resmî dil olmasının yanında, “konuşanları sayıca (daha) az diller” veya “yerel diller”in de varlıklarını sürdürebilmeleri ve kurumsallaşmalarının, “uluslaşma” önünde bir engel teşkil etmeyeceği görülmedi. Üstelik bazı dönemlerde, bu anadillerin konuşulmalarına yönelik baskılar bile uygulandı.

Eğitim Sen’in, Türkiye’nin diğer anadilleri konusundaki bu anlamlı mücadelesi, herkesi düşündürmeli ve birlikte bu anadilleri için somut adımlar atılması için bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Eğitim Sen de, TRT’nin yayın yapmadığı diğer anadillerinde de yayın yapılması için kampanyalar açmalı, bu dillerde sözlük ve çocuklar için masal kitapları hazırlanması için gönüllü çalışma grupları oluşturmalıdır.

(Ali İhsan Aksamaz, Bir Gün Gazetesi, 23 VII 2004)

+

Eğitİm sen ve BireylerİN Anadillerinde Öğretim HAKKI

Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası, tüzüğünde yer alan “anadil” ifadesi yüzünden mahkemelik oldu. Bu yüzden Ankara, bu hafta başında “Eğitim Sen”li Eğitim ve Bilim Emekçilerinin, sendikalarının mahkemelik olmalarına karşı yürüttükleri bir oturma eylemine daha tanıklık etti. Öğretmenler sendikalarını savundu. Oturma eylemleri sırasında hoparlörlerden yükselen Kırmanci, Lazca ve Zazaca  türküler eşliğinde çekilen halaylar, oynanan horonlar aslında bu ülkenin diğer anadillerinin de var olduğunun bir kez daha tesciliydi.

“Eğitim Sen”in tüzüğünde yer alan ve mahkemelik olmasına sebep olan “anadil” konusu, “Sendikanın Amaçları” ara başlığı altında verilen 2. maddenin b şıkkında yer alıyor: “ (Eğitim Sen) … bireylerin anadillerinde  öğrenim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur.”  Ben, âdet olduğu üzere, “adalete intikâl etmiş bir konu” hakkında bir yorumda bulunamayacağım. Ülkemizin imzaladığı uluslararası antlaşmaların iç hukuk üzerinde olduğuna da vurgu yapmayacağım. Öncelikle ülkemizdeki kavram kargaşasına dikkat çekmekle söze başlayacağım. “Eğitim” mi? “Öğretim” mi? “Eğitim- öğretim” mi? Devam etmek istiyorum. “Ana dil” mi? “Anadil” mi? “Anadilde öğretim” mi? “Anadil öğretimi” mi? “Anadilde eğitim-öğretim” mi? “Anadil eğitim-öğretimi” mi? Bu, sıralamaya çalıştığım kavramlar tam olarak neyi ifade ediyor? “Konu”nun tarafları öncelikle  bu kavramlara bir açıklık getirmeli, ardından da Türkiye’nin diğer anadilleriyle bağlantılı bu kavramları kullanarak tartışmalıdırlar. Yoksa, yapılan iş, hangi boyutta olursa olsun,  havanda su dövmekten öteye geçemeyecektir.

Ülkemizde birçok anadilinin konuşulduğu bir gerçek. Çıkartılan yönetmeliklerde de adları anılmayan bu dillerin hangilerinin olduğu, hangi yörelerde kaç kişi tarafından konuşulduğu hâlâ belli değil.

Aslında demokratikleşmenin bir sonucu olarak, siyasî otorite bir çalışma başlatmalıydı. Türkiye’nin diğer anadillerini tespit etmeli, bu dillerin konuşanlarını kültürel alanda desteklemeliydi. Örneğin, bu dillerin enstitüleri kurulmalı, öncelikle bu dillerin ilk ağızda on bin kelimelik sözlükleri çıkartılmalıydı. Bu sözlükler temel alınarak, öncelikle ilkokul ilk sınıf öğrencileri düzeyine hitap eden masal, hikâye kitapları  CD’leriyle birlikte yayınlanmalıydı. Ardından bu dillerin gramer ve eksersiz kitapları çıkartılmalıydı. Bütün bunlarla eş zamanlı olarak bu anadillerini öğretecek ve radyo TV  vb. faaliyetleri bu dillerde yürütecek, gazeteleri bu dillerde yayınlayacak personel yetiştirilmeliydi. Fiiliyata geçilmeliydi. Devlet, ülkenin diğer anadilleriyle barışmalıydı. Ne oldu? İki yönetmelik çıkartıldı, beş “anadil”de TRT, radyo ve TV yayınlarına başladı. Bu anadillerde yapılan yayınlar birçok bakımdan izleyicisinden kabul görmedi. Çoğu anadil ise TRT tarafından görülmedi.

Aslında Türkiye’deki anadil sorunu bundan yetmiş beş yıl önce, 1 Ocak 1929’da  çalışmalara başlayan “Millet Mektepleri”nde çözülebilirdi. O dönemde müttefikimiz olan Sovyetler Birliği’nin desteği bu konuda da kuşkusuz tam olacaktı. Sovyetler Birliği’nin yanı sıra ülkemizde de konuşulan ve Sovyet Yönetimi tarafından “kültürel haklar” verilen Abazaca, Adığece, Kabardeyce, Karaçaylı-Balkarlıca, Osetçe, Çeçence, İnguşça, Avarca, Lazca  gibi “Genç Yazılı Diller”in ilk alfabelerinin Latin kökenli olması, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin “anadil sorunu”nu çözmek için altın değerinde bir imkânı nasıl elinden kaçırdığı bizlere bugün daha açık bir şekilde gösteriyor.

Diğer anadillere saygı gösterecek ve onların kurumsal olarak gelişmelerine katkı sağlayacak bir anlayışın, ülkemiz ve dünya kültürel zenginliğine bugün sağlayacağı katkıyı tahmin bile edemeyiz. Oysa diğer anadilleri baskı altına alan, değil kurumsallaşmalarını, bazı dönemlerde konuşulmalarını bile engellemeye çalışan anlayışın Türkçe’yi de koruyup geliştirebilmesi ve zenginleştirebilmesi beklenemezdi. Öyle de oldu. Türkiye’nin diğer anadillerine karşı arslan kesilenlerin; İngilizce, Fransızca, Almanca karşısında boyun eğmeleri inkârcılığın teslimiyetçiliğin ikiz kardeşi olduğu bir kez daha gösteriyor.

1920’lu, 1930’lu ve hatta 194O’lı  yıllarda “anadil”, pedagojik özellikli bir konuydu. Eğer çocuk tek dilliyse ve bu dil de Türkçe dışındaki bir dilse, o çocuğu okulda, ileriki yıllarda etkilerinden kurtulamayacağı travmalar bekliyordu. Bu çocuk kendisini, çevresini, doğayı ve bunlarla kendisi arasındaki ilişkileri anadili neyse, o dille kavrayarak okula geliyor, hiç bilmediği bir dili baskı ile öğrenmeye ve o dille eğitim-öğretime zorlanıyordu. Böylelikle ne kendi anadilini ne de Türkçe’yi iyi öğrenebilen kuşaklar ortaya çıkıyordu. Günlük hayatı yüz kelimeyle sürdürmeye çalışan, dediği anlaşılmayan günümüzün insan tipi o uygulamaların sonucudur. Oysa hem Türkçe’ye hakim hem de yerel anadiline hakim, kendisine güvenen, çevresiyle uyumlu, üreten yurttaşlar yetiştirilebilirdi. İnsanlar baskılarla “gizli din” taşımaya adeta mecbur edildiler. Yoksa her şey bu kadar kısa sürede alt-üst olur muydu?!

Günümüzde “anadil” artık büyük ölçüde bir demokrasi sorunudur. Yurttaşlık bilinç ve bağlarının geliştirilmesi için Türkiye’nin diğer anadillerinin korunup geliştirilmesi ve kurumsal olarak gelecek kuşaklara aktarılması için siyasî otorite cesur demokratik adımlar atmalıdır.  Eğitim Sen gibi kuruluşlar, tüzüklerinde “anadil” ifadesi yer alıyor diye mahkemelik olmamalı, tam aksine bu kuruluşlar desteklenerek güçlerinden faydalanılmalıdır. Örneğin, ilk etapta Latin alfabesine dayanan alfabelerle on bin kelimelik temel bir Abazaca-Türkçe, Adığece-Türkçe, Çeçence-Türkçe, Gürcüce- Türkçe, Karaçaylı- Balkarlıca-Türkçe, Kırmançi-Türkçe, Lazca-Türkçe, Zazaca-Türkçe sözlük için çalışmalar başlatılabilir. Eğitim Sen bu görevi üstlenerek pekalâ güzel bir mesaj verebilir ve birilerini de utandırabilir.

( Ali İhsan Aksamaz, Öteki İstanbul Gazetesi, Sayı 20,  16-31 Ağustos 2004)

+

ANADİLİ TANIKLIKLARI

1924 doğumlu M. Recai  Özgün, kendisiyle yapılan söyleşilerde tanıklığını şöyle aktarıyor::

“ … Otuzlu yıllarda okullarda Temizlik ve İntizam Kolu, Kızılay Kolu  … gibi isimlerle çalışma kolları oluşturulurdu … Bunlar arasında “ Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu” diye bir kol daha vardı. Ben dördüncü ve beşinci sınıfta iken bir müddet bu kolun başkanlığını yaptığımı hatırlıyorum … Bu işi … faydalı olduğuna inanarak yapardık. Çünkü talebeler de öğretmenler de Laz kökenli idiler ve Türkçeleri meramlarını ifade edemeyecek kadar bozuktu …”

  1. Recai Özgün’ü devam ediyor: “ … “Lazca Konuşanlarla Mücadele Kolu”ndaki faaliyetlerime hiç anlam veremezdim. Çünkü okulda tamam; Lazca konuşanlara ihtarımı yapardım,ama eve gelince,köye çıkınca hiç Türkçe bilmeyen babaannem, dedem, komşuma hiç etkili olamıyordum. Hal böyle olunca, onlarla ben de Lazca konuşuyordum. Yani “görevli de suç işliyordu”. Garip, yüzeysel bir kandırmaca. Bir çocuğun iki yüzlü gelişmesinde felâket etkili olacak bir uygulama. Ayrıca onlara, “Lazca konuşmayın” demek , “Siz hiç konuşmayın” anlamına geliyordu. Çünkü Lazcadan başka dil bilmiyorlardı. Böyle bir teklif, onların aklımızdan şüphelenmelerini gerektiriyor ve şaşkın şaşkın gülmelerine vesile oluyordu. Bu çok büyük bir çelişki idi. Çocuk ruhumda oluşan bu çapraşık duygular, beni konunun nedenlerini anlamaya doğru iterdi, ama hiçbir izah tarzını da bulamazdım. Bu konudaki pozisyonumu iki yüzlülük imiş gibi algılardım ve hatırladığıma göre utanır veya sıkılırdım…”

1926 doğumlu Mecit Çakırusta, Eğitim-Sen Demokratik Eğitim Kurultayı Dil ve Anadili Eğitimi Komisyonu İstanbul 8 nolu şube çalışma grubuna şu tanıklıkta bulunuyor: “Ben 1926 senesi 20 Mart doğumluyum. 1930’lu yıllarda ilkokul tahsilimi (Ardeşen) Tunca Beldesin’de (Dutxe)   yaptım. Öğretmenimiz ….. ….  idi. Okulda Lazca konuşmak yasaktı. Yalnızca okulda değil, dışarıda da konuşulmayacaktı. Bunun tespiti için de talebeleri arasında görevlileri vardı. Lazca konuşanları tespit edip kendisine isimlerini getirenleri ödüllendiriyor ve talebeleri ispiyonculuğa teşvik ediyordu. Lazca konuşanları da –yine  talebelere yaptırdığı – özel fındık ağacından çubuklarla avuçlarını  kırbaçlıyordu veya parmaklarımızı birleştirip tırnaklarımıza cetvelle vuruyordu. Bu tutum ve davranışın bana yaptığı psikolojik tahribatın yaşam boyu uzun zamanımı aldığını, bu aşağılanma suçluluk, ama bu suç ve yabancılık bende hep var olacaktı. Üstümden atamayacaktım. Çünkü ben Lazdım ve Lazca konuşuyordum, Lazca şarkı söylüyordum. Ülkemizdeki bu tür baskılar, ülke insanına çok büyük beyin tahribatlarını yaptığına inanıyorum. Öyle düşünüyorum. Ülkemde bir tek Nobel ödüllü olmaması acaba bu tür baskıların bir sonucu mudur diye düşünüyorum.”

1939 doğumlu Yılmaz Avcı yazdığı makalede tanıklığını aktarıyor: “ … Okullar açıldığı gün öğretmenimizin okulda Lazca konuşmayı yasaklaması ile beraber bizim de en önemli iletişim kaynağımız kesilmiş oldu . Ancak teneffüslerde,öğretmenden uzak olduğumuz noktalarda kontrollü olarak Lazca konuşabiliyorduk. Zira, Türkçe bize çok zor geliyordu.Tabi bu arada yakayı suçüstü ele verenler de mutlaka cezalarını çekiyorlardı. Yine bir gün teneffüse çıkar çıkmaz, hala oğlu Muhammet’in,okulun önünden geçmekte olan bir atı görür görmez, iyi Türkçe bildiğini bizlere ispat etmek istercesine,“Aha, tskheni gelii !!! (İşte, at geliyor!!!) “ diye bağırmasıyla  beraber, öğretmenin parmaklarının kulağına yapışması bir oldu. Öğretmen,“ Aha, tskheni gelii, haa !!!” diye bağırıp bir tokat yapıştırdı. Sonra bir ve bir daha … Bu olaydan sonra bizler de çaktırmadan Lazca konuşabilmek için bir arayış içine girmiştik … O büyük mücadele sonunda, öğretmenin galip geldiğini söylemeye her halde gerek yok !”

1956 doğumlu T. M. Tanıklığını şöyle aktarmıştı:

“Türkçeyle ilk tanışmam,annemin beni elimden tutup kayıt yaptırmak için okula götürdüğü gün oldu. Bir odaya girdik. Annemin elini sıkı sıkı tutuyordum. Sonradan müdür olduğunu öğrendiğim adam, bir şeyler konuşuyordu. Ben ise hiçbir şey anlamıyordum.

(…)

Artık sınıftaydım. Sıramda oturuyor, bir yandan da okul bahçesinde bekleyen annemi gözlüyordum. Sınıftaki öğretmenin konuşması yine benim bilmediğim bir dildeydi ve O’nu anlamıyordum.

Teneffüsler benim için oyun oynamak için değil, arkadaşlarımla (Lazca ) konuşma ihtiyacını karşılayabildiğim yegâne zamanlardı.

Derslerin teneffüslerden sonraki ilk beş dakikası dayak seansları ile geçiyordu. Suçumuzun ne olduğunun bilincinde değildik. Sonraları anladık ki, suçumuz Lazca konuşmakmış. Lazca konuşanların isimlerini okulda kurulu olan “Lazca Konuşturmama Kolu”  görevlileri okul idaresine bildiriyordu. Bu görevliler, yaşça bizden daha büyük olanlardı. Bütün günlerimiz “bu uygulamalar”la geçiyordu.

Bir süre sonra, dayak yememek için Lazca konuşmamayı, yani susmayı tercih ettim. Başka bir dil, yani Türkçeyi bilmiyordum ve dolayısıyla da dersleri anlamıyordum. Tahtada yazılı olanları muntazaman defterime geçiriyordum. Öğretmen, başarılı bir öğrenci olduğumu (!) düşünmüş olacak ki, ikinci sınıfa geçtim.

İkinci sınıfta yavaş yavaş Türkçe konuşmaları anlamaya başladım.

Aradan yıllar geçti. Lazca konuştuğumuz için bizi döven öğretmenimizle “bu konu”yu konuştum. “Lazca Konuşturmama Kolu” diye “eğitsel kol”un olduğunu O’ndan öğrendim.

“Niye bizi çok dövüyordunuz? Çok mu yaramazdık ?” diye kendisine sorduğumda şu cevabı verdi :“ Hayır! Seni uslu bir çocuk olarak hatırlıyorum.”

“Sizden yediğim sopaları birbirine eklesem Boğaz’a üçüncü köprü olur.”

Öğretmenimiz, bugün güzel (!) Türkçe konuşmamızı “bu uygulamalar”a  bağlıyor. “Başarılı” olduğunu kabul etmek gerek !

1960 doğumlu S.K:, makalesinde tanıklığını şöyle aktarıyor:         

“… ilkokula başladığımda, henüz hatırlarım, benzer yokluklara biz de katlanıyorduk. Özellikle Türkçe bilmemenin ve eğitimin Lazca olmamasından doğan komiklikler. Çocukluk arkadaşım Aysel’le okumayı sökmüş olmalıyız. Bir gün,anlamını bilmediğimiz kelimeleri okuyup Aysel’in  babasına sorardık. O da bize okuduklarımızın Türkçe karşılığını söylerdi. Türkçe bilmemenin sıkıntısı okulda Lazca konuşma yasağıyla pekişirdi. Ama her çocuğun başında bekleyemezdi “yabancı” dediğimiz, Laz olmayan, çoğu Orta Anadolu kökenli öğretmenler. Teneffüs zili çalar çalmaz dilimizin bağı çözülür, Lazca konuşuyorduk. İspiyoncu ve ihbarcı çocukların ikazlarına aldıran yoktu. Çocukluk arkadaşlarımı  hâlâ aynı canlılıkla hatırlarım, şevkle Lazca konuşmalarını, ince seslerinin yankıdığı  su değirmenindeki annelerinden öğrendikleri uzun Lazca  ağıtları …

(…)

            …  Lazca bilmenin, Türkçeye hakim olamadan bir okula devam ederken karşılaşılan zorlukları anlatıyordu. Bir ara,“okula giderdik de her anlatılanı öyle anlamazdık. Bir ara öğretmenimiz Pehlül Bey’in bize, kapıları sıkı sıkı kapatıp dersi Lazca açıkladığını bilirim. Pehlül Bey de Lazdı. Çok iyi Lazca konuşurdu, ancak bizimle konuşmazdı. Çok zorda kalırsa, çocuklar dersi anlamazlarsa Lazca konuşurdu. Çok kısa bir süre ve sesini alçaltarak …”

(Ayrıca bkz.: Ali İhsan Aksamaz, “Yerel Diller”: Anadilleri Yaşatmak mı? Öldürmek mi?, SORUN POLEMİK, Sayı: 5, Kış 2002)

+

https://www.kitapyurdu.com/kitap/anadilde-egitim-ve-azinlik-haklari/291406.html