TÜRKİYE’DEKİ KAF DAĞI: ÇERKESLER

Şule Perinçek
İkibin’e Doğru, 1 Aralık 1991

İki ana kol: Adigeler ve Abhazlar. Baskların akrabaları… Kadın evlenene kadar çok aktif, ama kayınpederinin yanında konuşamıyor. “Hiçbir Çerkes işçisi Kürt, Türk İşçisinden farklı değildir, aynı emeği sarfeder, alınterini döker. Aynı mücadeleye katılmalıdır” yazılı kağıt parçasıyla yakalanıp gözaltına alınan Çerkes.. Adige Dans grubunun solisti Anzerikhue Çeslav: “Eğer bugün burada dilimi konuşup şarkımı söyleyebiliyorsam, Lenin’e borçluyum. Göçlerden sonra 35 bin kişi kalmıştık, devrim olmasaydı, erir giderdik.”

Kaf dağlarının dorukları kadar gururlu, derin vadileri kadar sıcak insanlar! Sanırız, Kafkas halklarının en uygun tanımı bu. Kuzey Kafkasya’da ya da oradan göçedip bugün Türkiye’de ve Ortadoğu’da yaşayanlara genel olarak Çerkes deniyor. Oysa onlar kendileri için böyle bir ad kullanmıyor. Hele Çerkes Türkü gibi bir kavram kullanmak tamamen anlamsız, çünkü bu halkların hiçbiri Balkar ve Karaçaylar hariç Türki kavim değil. Buranın otokton halkı. “Otokton” buzul çağı ertesini anlatan bir terim, ilk yerleşenleri tanımlamak için kullanılıyor. Sırasıyla Gimriler, Meotlar, Sintler, Kimmerler Milattan önceki ataları. Çerkes sözcüğünün kökeni de Yunanca Kerket, Arapça Kerakese, Farsça Ciharkes ya da Prenses Kirke’ye dayandırılıyor.

Çerkesler kendilerine Adige diyorlar. Adigebze konuşuyorlar. Bir de akraba grup Abhaz ve Wubıhlar var. Abhazca dil bakımından oldukça farklı, örneğin dişil ve eril var. Alfabesinde 80’den fazla ses olan Wubıhçayı artık yeryüzünde tek kişi konuşuyor. Tevfik Esenç. 84 yaşında, Manyas’ın Hacıosman köyünde oturuyor. Wubıh Kafkasya’da hiç kalmamış. Türkiye’de 15 aile olduğu biliniyor.

 

Lisanlar Dağı

21 Mayıs 1991’de yapılan Dünya Çerkesleri Kongresinde tek ad kullanmaya karar verilmiş. Çerkes ve parantez içinde Adige ve Abhaz yazılacak. “Ne kadar tutar bilinmez” deniyor. Zaten iki Kafkasyalı karşılaşınca “Adige misin” sorusu yetmiyor. Hangi kabileden olduğu da önemli, arkasından da hangi sülaleden sorusu geliyor. Batı Adige kabileleri Abzegh, Shapsugh, Bjedugh, Hatukuay, Kemguy, Natukuay, Mohoş, Besleney, bir de Doğu Adigeler var, Kabardeyler. Lehçeleri de birbirinden farklı.

Araplar Kafkasya’ya “Lisanlar Dağı” demekte kuşkusuz çok haklılar, sanki her dağı aştıkça yeni bir dil türemiş. 35 dil konuşuluyor. Bunların hepsi bizim ülkemizde de var. Anlatılan bir öyküye göre tanrı her ülkeye bir dil dağıta dağıta gidiyormuş. En son Kafkasya’ya doğru gelince bakmış torbasında daha çok var. Hepsini oraya boşaltıvermiş. Hint-Avrupa dil grubundan Asetin, Ermeni ve Kürt, Ural Altay grubundan Karaçay, Kumuk, Balkar, Navoy vb. Bir de Kafkas dil grubu var. Cümle, sözcük yapısı, gramer bakımından diğer sistemlere hiç girmeyen az sayıda insanın konuştuğu bir dizi dil. Abhazca, Adigebze ve Wubıhça da bu gruptan, çok sayıdaki sessiz kökleriyle hecelemesi ve telaffuzu oldukça zor bir dil. Nereden nereye demeyin, dünya küçük. Basklılar da aynı dil grubundan! Kabardeylerin akrabası.

 

“Bir Kovan Dolu Arı”

Kavga büyük olunca dünya dar geliyor gerçekten. Çarlık Rusya’sıyla Osmanlı İmparatorluğu arasındaki savaşlarda hep kaybeden Kafkas halkları olmuş. Daha yeni kabile toplumundan feodalizme geçtikleri dönemlerde, prensliklerin, merkezi krallıklara dönüşme sancıları çekildiği 19. yüzyılda anayurtlarından ya göç etmek zorunda kalmışlar ya da sürülmüşler. 1859-69 arasında özellikle Batı Kafkasya’nın neredeyse yüzde doksanı boşalmış. Aşağı yukarı bir buçuk milyon insan.

Rus Çarı, Osmanlı sadrazamına haber salmış: “Size bir kovan dolusu arı gönderiyorum, dilerim bu arılar sizi sokup rahatsız etmez!” Oysa Çar’ın endişelenmesine hiç gerek yokmuş. Çerkesler Balkanlar’dan Ortadoğu’ya kadar öyle bir dağıtılmış ki aileler bile parçalanmış. Doğu’da Kürt ve Ermenilere, Güney’de Araplara, Balkanlar’da bağımsızlık için başkaldıran halklara karşı, Alevilerle Sünnilerin arasına tampon olarak yerleştirilmişler. Çoğu yollarda, savaşlarda Osmanlı saflarında ya da hastalıktan, sıtmadan, açlıktan kırılmış. 1877’de Osmanlı-Rus savaşından sonra Balkanlardan, Kuzey Afrika, Rodos, Kıbrıs ve Girit’ten yerli halkın tepkisi nedeniyle yeniden sürülmüşler.

  1. Yüzyılın ikinci yarısında kapitalizmin de yavaş yavaş gelişmesiyle Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki bütün halklarda bir uluslaşma süreci başladı. Kuvay-ı Milliye sınırları içinde hakim ulus belirleninceye kadar bu mücadele döneminde küçük gruplar bile ifade kanallarını zorladılar.

1908’de Çerkes İttihat ve Teavün Cemiyeti kuruldu. Adige ve Abhaz dillerinin alfabeleri düzenlendi. Qhaze adlı Adigece bir dergi çıkartıldı. Çerkes Kadınları Teavün Cemiyeti İstanbul’da özel bir okul kurdu, dergi çıkardı. 1923’de kapatılıncaya kadar kültürel ve dayanışma faaliyetlerini yürüttüler.

 

Kız Alıp Verme

Çerkesler gelenek ve göreneklerine oldukça bağlı bir toplum. Ancak bu gelenekler Kafkasya’dan geldikleri dönemdeki toplumsal gelişme aşamasını yansıtıyor doğal olarak. Kabile, klan ilişkileri, şaman adetleri daha sonra kabul ettikleri Hıristiyanlık ve İslam kültürü altında da sürmüş. Hala sürdürülmek istenen geleneklerin bir bölümü bugün Türkiye’nin sınıfsal ve toplumsal yapılanmasıyla 127 yıldır biçimlenen Çerkes toplumu açısından da olanaksızlaşıyor. Bir işçi, köylü ya da kentli Çerkes’in olaylara bakışı elbette farklı oluyor.

Asil sınıftan birinin köle sınıftan biriyle evlenmemesi, Çerkes olmayanlardan kız alıp vermemek örneğin Düzce’nin köyünde başka uygulanıyor, İstanbul’da başka. Evli karı kocanın babayla aynı anda odada bulunmaması, büyüklerin yanında çocuğuyla ilgilenmeme, kayınpederle tek sözcük konuşmadan ölüp giden gelinler, yaşlı kişinin adı bile geçse ayağa kalkma belki var ama azalıyor. Düğünlere akordeonun yanı sıra caz-saz girmeye başlamış ama gene de geleneklere bağlılık sürüyor. Özellikle 12 Eylül’den sonra kültürün durduğundan, işe alkolün, kumarın, cinsel taciz olaylarının karıştığından yakınıyorlar.

 

Konuk, Kadın ve Yaşlılar

Zexes, birkaç köyden genç kız ve erkeklerin biraraya gelip konuştukları, eğlendikleri, şakalaştıkları toplantılar. Birbirini beğenip eş seçiyorlar. Kızlar da aktif. Görücü usulü yok. Toplantıda Thamade denilen yaşlı ve bilge kişi başkanlık ediyor. Onun izni olmadan yerinden kalkmak bile olanaksız.

Evli kadın ise eve kapanıyor. Birbirinin yüzüne bakarak oynamayı kadına verilen değer olarak vurguluyorlar. Ama değmeden oynanıyor. Atla kadının yanından geçilmez, mutlaka inilir. Ama kadın da atın önünü kesmez.

Geçtiğimiz haftalarda ülkemize Adige Özerk Cumhuriyeti Nalmes Halk Dansları topluluğuyla gelen tarihçi Dr. Yunus Taharkoaho, Çerkeslerin üç özelliğini üç atasözüyle özetledi:

-Konuk gelecek diye sakla, geldi gitti diye yeme.

-Bir atın taşıyabileceği her şey kadınındır.

-Yaşlının dediğini yap, gencin yaptığını ye.

Topluluğun yöneticisi Khul Amırbiy danslarda, kadının ayaklarıyla erkekle yarıştığını, erkeğin yakarışlarını, kadının kafa tutmasını, Şamanizm’in bir kalıntısı olarak ağaca tapınmayı dile getirdiklerini anlattı. Amirbiy’e, Phaçiç adını verdikleri kastanyetler ve el çırparak söylenen düğün şarkılarının Alp Dağları’nın halk şarkılarına ne kadar benzediğini söyledik. O da 1-2-3 adımlarıyla dans ederek Kafkasya’dan başladı, içlerindeki ateşe ve yeryüzü şekillerine göre biçimlenişleriyle valse kadar getirdi.

Topluluğun solisti 52 yaşındaki Anzerikhue Çeslav’la sosyalizmin sorunlarını konuştuk geç saatlere kadar. “Ben sosyalizmle doğdum, yoğruldum, vazgeçmem olanaksız” diyor. “Eğer bugün burada dilimi konuşup şarkımı söyleyebiliyorsam, Lenin’e borçluyum. Göçlerden sonra 35 bin kişi kalmıştık, devrim olmasaydı, erir giderdik.”

 

Gelenekler videoyla yaygınlaştırılıyor

Türkiye’de yaşayan Çerkeslerin, yani Adige ve Abhazların 38 dernekleri var. Bir de Kafkur adıyla bir kurul. Yurtdışındaki Çerkesler ve Kafkasya’daki Cumhuriyetlerle görüşüp bilgi alışverişi ve kültürel ilişkilerini sürdürüyorlar. Sovyetler Birliği’ndeki gelişmeler iki taraf açısından da ilgiyi artırmış.

Bugün Düzce’de 25 bin Çerkes varsa hemen hepsi soylarıyla birbirlerini tanıyor. Afyon’daki, Mudanya’daki, Suriye ve İsrail’deki aile de biliniyor. Video kasetlerle geleneklerini yaygınlaştırmaya çalıştıklarını söylüyorlar. İsrail’de yapılan bir Çerkes düğününün kaseti bir hafta sonra Düzce’deki tüm Çerkesler tarafından izleniyor.

 

Milliyetçiliğe ve ırkçılığa yol açabilecek eğilimler var mı?

Türkiye’deki oluşumdan ayrı düşünmenin olanaksız olduğu kanısındalar. “Sağ ve sol partilerden insanlar var. İster istemez o ideolojiye yakın düşünmeleri doğal. Bugün aydın kesimde bile Kürtlere karşı milliyetçilik akımı gelişiyor. Aman politikadan uzak duralım gibi bir eğilim vardır. Bu bir savunmadır, zarar görme endişesidir. 12 Eylül öncesi politikleşme, derneklerimizi de etkilemiştir. Ancak Kürt, Türk milliyetçiliği gibi bir Çerkes milliyetçiliği yaygın değildir. Ulusal kimliklerin inkarının ortadan kalkmasını istiyoruz. Doğal asimilasyon dünyanın her yerinde vardır. Halklar, kültürler, diller birbirini etkiler. Zoraki asimilasyon kalkmalıdır. Kürtlerin gördüğü baskı Çerkeslerin üzerinde yoktur. Ancak düşünce olarak bir baskı vardır. ‘Türkiye bölünmez bir bütündür’ kavramı öyle anlaşılır ki, ‘ben Çerkes’im’ dediğinde bütünlüğü sanki bozarsın. Eğitim biçimiyle öyle yerleştiriliyor ki, soruşturmaya, kovuşturmaya uğramasan bile ‘acaba bu kutsal şeyi parçalamış mı oluyorum’ gibi bir oto-kontrol, korku getiriyor.”

 

Kafkas demek yasak

1978’de Dijon’da halk oyunları yarışmasında Kafkas ekibi altın madalya kazanıyor. “Kafkas” dendiği için eleştirilere, mahkemelere varan uygulamalara yol açıyor. “Kars” denmesi isteniyor. Tunus Cumhurbaşkanı’nın eşi Türkiye’de izlediği Kafkas Kültür Derneği’nin ekibini davet ediyor. O adla yurtdışına gitmesine devlet izin vermiyor.

Teybimizin mikrofonunu, görüşlerini aldığımız Çerkeslerin sıkıntılarına, taleplerine tuttuk:

-Biz Çerkesler Anadolu toprağının bir parçası olduk. Buranın genel problemleri bize yansıyor. Türkiye tam demokratik Türkiye olduğu zaman bunlar azalacaktır. Biz de kendi kültürümüzü, elbette diğer halklarla birlikte işleyeceğiz. O zaman barış, kardeşlik, sevgi daha artacaktır.

-Korunması gereken halklardanız. Kelaynaklar bile korunuyor. Bizim Kürt halkıyla problemimiz yoktur, olamaz da. Güneydoğu’dan gelen cenazelere gitmek istemiyoruz. Güneydoğu’da demokratik, insan haklarına saygılı bir çözüm istiyoruz.

-Yorgun Savaşçı filmi neden yakıldı? Çerkeslerle ilgisinden dolayı mı? Yakanlar yargılansın. Çerkes Ethem de yargılansın. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda Ethem Bey’di, sonradan Çerkes Ethem oldu. Neden Rauf Orbay’a, Çerkes Rauf, Yaşar Doğu’ya, Hamit Kaplan’a Çerkes denmiyor da, kötü bir iş yapana hemen damga gibi yapıştırılıyor.

-Devlet mezarlığındaki bu yurdun kurtuluşu için orada yatan Çerkesler sayılsın.

-Soyadlarımız 2000-2500 yıllıktır. 1934’de çınar ağaçlarına asılan listelerden seçmek zorunda kaldık. Kendi soyadlarımızı kullanmak, çocuklarımıza kendi adlarımızı koymak, dilimizi unutmamak, konuşmak istiyoruz.

-55 milyon içinde bir buçuk-iki milyonuz. Egemen kültür bu mozaikten korkmasın. Bu kültür zenginliğinin yaşatılmasını istiyoruz.

Mutlaka daha uzatmak mümkün.

 

Anayurt ve Atayurt

Kafkasya’ya dönüş konusunda farklı görüşler var. Kimi için orada sosyalizmin kazanımları, karşılıksız konut, eğitim, sağlık hizmetleri vb. bir umut kapısı. Bu hakların ne kadar süreceği de belirsiz aslında. Kimi Türkiye’deki mal varlığını nasıl nakledeceği endişesini taşıyor. Anayurt, atayurt ikilemini yaşayanlar da var.

Dönmek isteyenlerden biri düşüncelerini şöyle açıklıyor: “Kendi kültürümüzü yaşatabilmek için topraklarımıza dönmeliyiz. Zoraki asimilasyondan kurtulmanın tek yolu budur. Belki dünyada 300 yıl sonra konuşulan dil sayısı üçe inecektir. Ama Çerkes kültüründen de o mozaiğe bir şeyler kalmalıdır. Ben kültürümü başkalarının keyfine bağlı olmadan geliştirmek istiyorum. 1960’ta verilen 12 Mart’ta, 12 Eylül’de geri alınıyor. Hakları vermenin yanında işlerlik kazandırmak da önemlidir.”

Bir diğeri, geri dönmeye lise yıllarında Milli Güvenlik dersinde Binbaşı Niyazi Bey’in sayesinde karar vermiş. Binbaşı, “İç savaşta en büyük düşmanımız Kürtler ve Çerkeslerdir” demiş. Eve gelip ilk iş anlayıp konuşamadığı dilini öğrenmeye başlamış.

Kimine göre de “Kimliğimizle kendimizi ifade hakkı verilmesi gerekir. İki taraf da bu hakları tanımalıdır. O zaman isteyen oraya gider, isteyen burada kalır. 50 bin, beş bin nüfuslu insanların devlet kuracağım diye dağılıp parçalanmasını insanlık açısından anlamlı bulmuyorum. Ama şunu da anlamlı bulmuyorum. Neden insan ben Çerkes’im diyemesin. Bunlar devlet politikalarıdır. Benim anamın hayatında hiç Alevi komşusu olmadı, hiç hayatında Alevi görmedi, ama kötü sözler eder.”

 

Mozaik taşlarından biri eksik olursa

Bir başka Çerkes de daha değişik sorunlar yaşıyor. 1979’da Kuzey Kafkasya Derneği’nin kültürel faaliyetlerine katıldığı için devrimci arkadaşları tarafından dışlanıyor. “Orası sağcıların yuvasıdır” önyargısıyla. Aynı öğrenci 1 Mayıs gecesi aramada cebinde “Hiçbir Çerkes işçisi Kürt, Türk işçisinden farklı değildir. Aynı emeği sarfeder, alınterini döker. Aynı mücadeleye katılmalıdır” yazılı kağıt parçasıyla yakalanıyor. Gece kendisinin, arkadaşının evi basılıyor. Gözaltına alınıyorlar. Çerkes polislerle karşılaşıyorlar.

O gece gözaltına alınanlardan biriyle konuşuyoruz, dönme sorununu. “Hadi gideyim desem, birlikte çalıştığım arkadaşım Kürt. Türkiye toplumunda kanayan bir yara. Türkiye’de insanca, uygarca yaşayıp kültürümüzü geliştirebilmeli, bu memleket benim diyebilmeliyiz. Mozaik taşlarından birini çıkarsan dağılır.”

 

Sovyetler Birliği Adigey Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı yardımcısı KUŞİ Asiyet’le Düzce’de görüştük.

Benim halkımın çoğunluğunun yaşadığı bu ülkede köylere, kasabalara, kentlere gittim, aldığım en büyük şikayet dilini öğrenememesi, konuşamaması, okuluna gidememesi. Bunu büyük hayretle karşıladım. Çünkü benim ülkemde 10 bin kişilik etnik topluluğa her türlü kültürel hak, dil eğitimi, TV, gazete hakkı veriliyor. Burada iki milyona yakın insanın böyle bir hakkının olmaması, hatta yakın bir zamana kadar dilini konuşmasının bile yasak olması, şarkı bile söyleyememesi beni çok üzdü. 127 yıl önce kucağını açan, toprağını, evini paylaşan insanların bu en doğal hakkı da tanıması gerekirdi. Karşılaştığım her insan bu sıkıntısını dile getirdi. İsrail’deki iki küçük köyde bile kendi dilleriyle eğitim yapan okulları var. Suriye’de, Ürdün’de de öyle. Kültürel değişim anlaşmaları var.

Benim Türkiye’nin iç işlerine karışmak, bunu şöyle yapın böyle yapın gibi bir şey söyleme hakkım olamaz. Bu Türkiye’de yaşayan insanların sorunudur, ama kültürünü, dilini geliştirmek, eğitim görmek, anavatanlarıyla kültürel ilişki kurmak isteyenlere yasak konmaması dileğimdir.

Gelirken Çerkesce alfabe, matematik kitapları getirdik. Sınırda el koydular. Bunun politik bir anlamı olamayacağını, insanın kendi dilini öğrenmesinin en doğal hakkı olduğunu anlatmaya çalıştık. Ama izin vermediler. Zaten bir halk dans topluluğu, bir-kaç araştırmacı bilim adamı ile beraber geldik. Kuşkusuz kültürel bir temas amacımız.

 

Kaybolmasınlar, kültürlerini korusunlar

Bir dönüş talebi var. Yalnızca Türkiye’den değil, Almanya’dan, Yugoslavya’dan, Ürdün’den de var. Sovyetler Birliği’nde genel olarak bir iç göç yaşanıyor. Kimi geliyor, kimi de gidiyor. Doğal bir hak, insanın kendi vatanında yaşamak istemesi. Toplumların kendi kaderini tayin hakkından doğar. Biz kendi parlamentomuzdan bir karar çıkardık, bu somut talebi kolaylaştırmak için. Elbette bir düşmanlık, ajanlık amacıyla gelenleri belirlemek için bazı özellikler aranacaktır. Hiçbir insanın, devletin, kendi anavatanında yaşamak isteyenlere karşı çıkacağına inanmıyorum. Gene de bir şeyin altını özellikle çizmek istiyorum. Buraya gelirken “Aman, bütün insanlarımızı Kafkasya’ya götüreceğiz güçleneceğiz” amacıyla gelmedik. Dönmek istiyoruz diyenlere kapımız açık. Öte yandan biz buraya kök saldık, dönmeyiz diyenler de gezmeye gelirler, giderler. Ama onlar da kaybolmasınlar kültürlerini değerlerini koruyabilsinler.

Bugün, tarihteki bir Ermeni, Kürt olayı tartışılıyor konu oluyor. Tarih yazmasa da benim halkım da çok çekti. Milyonlarca insan ülkesinden koparıldı. Başka ülkelere sürüldü. Hastalıktan, açlıktan kırıldı. Dönmek talebinin olması doğaldır, engellenmemelidir.

Biz şu anda Sovyetler Birliği’nde çok güçlü bir cumhuriyet değiliz. Belli yasalarla merkeze bağlıyız. Gelenlere yaşantınız şöyle olacak, ev vereceğiz, bunu yapacağız demek yanlış olur. Bizdeki yasalara göre karşılıksız konut, eğitim, sağlık hizmetleri verilir, ama belli program içinde yürütülür. Bugün Türkiye’den bir nüfus hareketi olsa hemen sağlamak zordur.

 

Kuzey Kafkasya Birliği kurulabilir mi?

Bir toplumu bence halk yapan içinde bulunduğu ekonomik sistem değil, dili, kültürü, tarihsel birliği ve geleceğidir. Burada kaldığım evlerde yediğim Çerkes yemekleri bile bizimkilerle aynı. Elbette yıllardır edindiğimiz değişik alışkanlıklar, kültürel farklılaşma olmuştur. Ama altını kalın çizgiyle çizebileceğimiz bir çatışmaya yol açabilecek bir ayrılık yoktur, ne Türk halkıyla ne de kendi insanımızla. Bir süreç içinde de çözülür.

Sosyalizmden vazgeçtik diye bir şey yok, bir tıkanıklık vardı onu aşmaya çalışıyoruz. Sosyalizmin Sovyet insanına, halkıma kattığı değerleri kazanımları yadsıyamam kuşkusuz. Adige Cumhuriyeti olarak düşüncemiz budur.

Bir Kuzey Kafkasya Birliği kurulabilir mi? Tarihin tekerleğini geri çevirmek mümkün değil. Çizilen haritayı tamamen değiştirmek savaş gerektirir, biz de bunu istemiyoruz.