YENİ EMPERYALİZM, HUNTINGTON VE ELEŞTİRİSİ

Emre Kongar

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra ortaya atılan en önemli tez, Fukuyama’nın seslendirdiği “Tarihin, yani ideolojilerin sonu geldi, artık, liberalizm her yerde ve her şeye egemen” anlayışı idi.

Fukuyama, bu bence yanlış ama çok önemli kitabında insanlararası farklılıkların artık başka alanlarda aranacağını belirtiyordu. Şimdi bir başka Amerikalı Siyaset Bilimcisi, Samuel P. Huntington, Fukuyama’nın bıraktığı yerden alıyor ve 21. yüzyılın din ağırlıklı bir uygarlıklar çatışması ile belirleneceğini söylüyor.

Böylece bir taşla birkaç kuş vuruyor:

Önce Çin uygarlığını ve özellikle İslam’ı Batı’nın karşısına yeni “düşmanlar” olarak dikiyor. Bu yolla, “Batıyı diri tutabilmek için” çöken Sovyetlerin yerine yeni düşmanlar tanımlıyor.

Bunu yaparken de, karşısına aldığı toplumlara “Batı uygarlığı aslında evrensel değildir, emperyalisttir. Siz bizden farklısınız ve bunda haklısınız!” diyor ve kendisinden farklı olan dünyayı, argoda tam ifadesini bulan bir deyimle, “gaza getirerek” bütünüyle dışlıyor.

Huntington, yayınlanır yayınlanmaz, Amerikada bile ayrımcılığa, yabancı düşmanlığına ve ırkçılığa destek vermekle suçlanan “Uygarlıkların Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması” adlı kitabında şu tezleri geliştiriyor:

Sovyetler Birliği çöktükten sonra, dünyada insanlar arası farklılıklar, ideolojik, siyasal ya da ekonomik olma özelliğini kaybetti.
Bugünkü dünyada insanlararası farklılıklar artık esas olarak kültüreldir.
Eskiden insanlara “Hangi taraftansın?” diye sorarlardı.

Şimdi “Kimsin” diyorlar.

Ulus devletler dünya üzerinde esas rol sahibi olma özelliklerini sürdürmektedir. Fakat soğuk savaş dönemindeki üçlü bölünme (Batı-Sovyet-Üçüncü Dünya) yerini, dünyanın sekiz ana uygarlığına göre oluşan, bir başka gruplaşmaya bırakmıştır.

Huntington’a göre bu uygarlıklar şunlardır: Batı, Sind (çevresindeki ülkelerle birlikte Çin), Japon, İslam, Hind, Slav-Ortodoks, Latin-Amerika,ve muhtemelen Afrika.

Tarihte ilk kez küresel politika çok kutuplu ve çok uygarlıklı hale gelmiştir.
Modernleşme süreci, Batılılaşmadan başka bir şeydir ve ne anlamlı bir bütünlüğü olan evrensel bir uygarlık, ne de batılı olmayan toplumların batılılaşması sonucunu vermektedir.

Uygarlıklar arasındaki güç dengesi değişmektedir:
Batı’nın göreli etkisi azalmaktadır.

Asya uygarlıklarının ekonomik, askeri ve siyasal gücü artmaktadır.
Müslümanlar, İslam ülkelerindeki ve komşularındaki istikrarı bozacak bir nüfus patlaması yaşamaktadır.

Batılı olmayan uygarlıklar, genellikle, kendi kültürlerinin değerli olduğunu yeniden onaylamaktadır.

Uygarlık temeline dayalı yeni bir dünya düzeni kurulmaktadır:

Kültürel yakınlıkları olan toplumlar işbirliğine gitmektedir.

Toplumları bir uygarlıktan ötekine aktarmak konusundaki çabalar başarısız olmuştur.

Ülkeler, mensup bulundukları uygarlığın lider devletleri etrafında gruplaşmaktadırlar.

Batı uygarlığının evrensel değerlere sahip olduğu iddiası, onu, öteki uygarlıklarla gittikçe daha çok artan bir çatışma ortamına sokmaktadır. Çünkü Batı için “evrensel” olan, öteki uygarlıklar için “emperyalizmdir”.
Bu çatışmaların en ciddileri, İslam uygarlığı ve Çin uygarlığı ile Batı uygarlığı arasında olanlardır.

Huntington aslında bütün bu uygarlıkların birbirleri ile yoğun bir çatışma içinde olduğunu söylemiyor.

O’na göre asıl etkileşim, Batı, İslam ve Çin dünyaları arasındadır.

Buradaki tehlike de, Batı’nın saldırganlığı, İslam’ın hoşgörüsüzlüğü ve Çin uygarlığının iddiacılığı arasındaki etkileşimin yaratacağı çatışmalardadır.

Huntington’un tezleri, hem İslam dünyasını, hem de Türkiye’yi yakından ilgilendiren teşhis ve önermelerle sürüyor:

Yerel savaşlarda, genellikle de, Müslümanlar ile Müslüman olmayanlar arasındaki savaşlarda, “akraba ülkeyi tutma” eğilimi ortaya çıkmakta, bu eğilim bu tür savaşların tırmanma tehlikesini yaratmakta, bu ise onları durdurmak için merkez ya da lider ülkelerin çabalarını arttırmalarına yol açmaktadır.

Batı uygarlığının varlığını sürdürmesi, Amerikanın Batılı kimliğini yeniden onaylamasına ve Batılılıların, uygarlıklarının evrensel değil, tek ve biricik (unique) nitelik taşıyan bir uygarlık olduğunu kabul ederek, onu batılı olmayan toplumlardan gelen saldırılara karşı yenilemek ve korumak icin birleşmelerine bağlıdır.

Uygarlıklararası bir dünya savaşının önlenmesi, dünya liderlerinin, küresel politikaların çok uygarlıklı niteliğini kabul etmelerine ve bu niteliği sürdürmek için işbirliği yapmalarına bağlıdır.

Bu noktada Huntington’un dünya barışının korunması konusundaki önerilerini de üçe indirgemek olanaklıdır:

Birinci olarak, her uygarlığın lideri ya da merkezi olan ülke, öteki uygarlıklarla olan çatışmalara karışmaktan kaçınmalıdır.

Bir başka deyişle, uygarlıklar arası nüfuz alanları dikkatle çizilmeli ve bu alanlara titizlikle riayet edilmelidir.

İkinci olarak, uygarlıkların iç içe geçtikleri karışık bölgelerde, lider ya da merkez ülkeler birlikte hareket etmeli ve farklı uygarlıklardaki ülkelerin birbirleri ile çatışmalarını engellemelidir.

Üçüncü olarak, bütün uygarlıklardaki insanlar, öteki uygarlıklar ile ortak olan değerlerini, kurumlarını ve davranışlarını belirlemeye çalışmalıdırlar. Çünkü asıl savaş, Uygarlık ile uyuşturucu v.b. özelliklerle belirlenen Barbarlık arasında olacaktır.
* * *
Bütün bu çözümlemeleri sırasında Huntington, birden çok uygarlığın etkisinde olan ülkeler için “bölünmüş ülkeler” diyor:

Meksika, Latin-Amerika ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüştür.
Eski Yugoslavya, Batı, İslam ve Slav-Ortodoks uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Güney Afrika, Batı ve Afrika uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Keşmir, İslam ve Hind uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Türkiye, İslam ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Rusya, Slav-Ortodoks ve Batı uygarlıkları arasında bölünmüştür.

Huntigton bu görüşleriyle, 21. yüzyıldaki yeni emperyalizmin kültürel temellerini atmak istemekte fakat pek de başarılı olamamaktadır.
Batı uygarlığının değerlerinin evrensel olmadığını, bunların yalnızca Batıya özgü olduğunu söyleyerek, dünyanın geri kalan kısmını “farklı” ilan etmektedir.

Sosyal psikolojinin en basit kuralına göre, “farklılık” duygusu, yani “onlar” ifadesi, “biz” duygusunun zorunlu besleyicisidir.

Huntington, “batı dışındaki uygarlıkları” “farklı” ilan ederek, ve zaman içinde, ne kadar modernleşirlerse modernleşsinler, bu farklılıklarını koruyacaklarını söyleyerek, Batı uygarlığı ile insanlığın geri kalan kısmı arasına kesin bir “ayrımcı çizgi” çizmektedir.

Huntirgton özet olarak, “Siz farklısınız, farklı kalın. Bize bulaşmayın” diyor.
Bunun ardında da hisssedilen ama işitilmeyen bir başka varsayım var:
“Batı kendi kendine yeter. Sizin düşmanlığınız sayesinde kendi kendini de yenileyecektir. Dünyanın sınırlı olanaklarının kullanılmasında ise, sizler ancak bizim uygun göreceğimiz ölçüde paylaşım sürecine katılabilirsiniz. Modernleşme ve benzeri süreçlerle, bize benzediğinizi ve sofraya eşit koşullarla oturacağınızı sanıyorsanız aldanıyorsunuz”.

Huntington, Uygarlıkların Çatışması adlı kitabındaki ana tezlerini Kemalizm’i irdeleyerek ve onu reddederek geliştiriyor.

Huntington’a göre, batı uygarlığı dışındaki ülkelerin hangi yolla olursa olsun, “batılılaşması” olanaksızdır.

Aslında tüm kitap, “Batı”nın “tek ve biricik”, taklit edilemez ve erişilemez bir uygarlık sahibi olduğu ve bu özelliğini öteki uygarlıklara karşı korumak zorunda bulunduğu tezine dayandırıldığı için, Atatürk’ün, Müslüman ve feodal bir imparatorluktan, “Batılı ve çağdaş bir devlet” yaratma projesinin yadsınması, doğrudan doğruya yazarın ana tezi haline gelmiş.

Tezinin yanlışlığı bir yana, hiç kuşkusuz, Türkiye örneğini ve Atatürkçülüğü, kitabının ana ekseni yaparak, Mustafa Kemal Atatürk’ün evrensel dehasının ve Türkiye’nin gelecek yüzyılda dünya üzerinde “örnek” bir ülke olma özelliğinin önemini onaylamak açısından doğru bir teşhiste bulunmuş.

Huntington’a göre, Batı uygarlığı dışındaki ülkelerin batılılaşmaya ve modernleşmeye (çağdaşlaşmaya) karşı üç tepkisi oluşuyor:

Birinci tepki reddiyecilik. Hem modernleşmenin hem de batılılaşmanın yadsınması biçiminde gelişiyor. 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Japonya bunun klasik örneği.

İkinci tepki Kemalizm. Hem çağdaşlamanın hem batılılaşmanın kabul edilmesi biçiminde ortaya çıkıyor. Örnek Türkiye.

Üçüncü tepki reformculuk. Çağdaşlaşmanın kabulü fakat, batılılaşmanın yadsınması biçiminde oluşuyor. Klasik örnek Mısırda Mehmet Ali Paşa, Çin’de Ch’ing hanedanının son yılları ve 1870-1920 arası Osmanlı İmparatorluğu.

Huntington günümüzdeki tüm uygarlıkları ve geçirdikleri deneyimleri inceleyerek, bu her üç tepkinin de farklı nedenlerle, batı dışındaki toplumların “Batılılaşmasını” sağlayamadığını söylüyor.

Böylece, Amerika, Kanada, Batı Avrupa ve bir ölçüde Avustralya ile Yeni Zelanda dışındaki ülkelere, “Ne yaparsanız yapın, bize benzeyemezsiniz, bizim dışımızda kalmaya mahkumsunuz” diyor.

Huntington Türkiye için, batı uygarlığının içinde ikinci sınıf bir ülke olmaktansa, İslam uygarlığı içinde bir merkez-lider ülke olmanın daha uygun olduğunu belirtiyor.

Atatürk’ün toplumu laikleştirmesinden dolayı, Osmanlı İmparatorluğu’nun İslam uygarlığının merkez ülkesi olma rolünü Türkiye’nin devam ettiremediğini ve bu rolü, laik olduğu için, şimdi de üstlenemeyeceğini belirten Huntington, ülkemiz için bir reçete sunma bonkörlüğünü de gösteriyor:

Batı’nın laik ve demokratik düzeninde yeterince deneyim kazanmış olan Türkiye, artık İslam aleminin lideri olabilir. Ama bunu yapması için, Rusya’da Lenin’in reddededildiğinden daha şiddetle Atatürk’ün mirasını yadsımalıdır. Bu ise ancak hem siyasal hem de dinsel açıdan meşruiyet sahibi olan üstelik de Atatürk kalibresinde (terim Huntington’undur) bir lider tarafından gerçekleştirilebilir.

Bu öneriyi okuyunca insanın aklına hemen, “Huntington Türkiye’yi neden bu kadar çok seviyor? ” sorusu geliyor.

Yani Huntington, sadece teorilerinin doğruluğunu kanıtlamak için mi, neredeyse ikiyüz yıl önce Osmanlı İmparatorluğunda başlamış olan bir batılılaşma ve çağdaşlaşma sürecini geri çevirmek gibi olanaksız bir öneride bulunuyor?

Bir siyaset bilimcinin, öne sürdüğü kuramın doğruluğunu kanıtlamak uğruna, böyle tarih, akıl ve bilim dışı bir öneride bulunmasını anlamak, benim gibi “bilimsel ihtiras sahibi olanlar” için bile çok kolay değil.
Aslında mensup olduğu Batı uygarlığını tek ve biricik olarak tanımlayan ve onu erişilmez bulan Huntington’un Türkiye’ye önerdiği bu çözümün, kendi uygarlığı açısından küçük(!) bir de avantajı var:

Kitabının 145’inci sayfasında bunu da söylüyor: Kuzeyden gelen büyük tehlikeye karşı Türkiye’nin bir siper olarak Batı için yararı kalmamıştır. Artık, Körfez savaşında olduğu gibi, güneyden gelen daha küçük tehditler için olası bir müttefiktir.

Yani, Sovyetlerin çökmesinden sonra Türkiye, Batı için ancak Ortadoğu petrolleri konusundaki bekçilik açısından önemlidir.

Eh, gerisini de varın siz anlayın: Türkiye, Ortadoğu petrolleri konusundaki bekçiliği, Batı uygarlığının bir üyesi olarak mı daha iyi yapar yoksa İslam dünyasının lideri olarak mı?

Ayrıca, İslam diktatörlüğü ile yönetilen bir ülke, “dış politika ve askeri müdahale konusundakı kararları” hiç kuşkusuz demokratik bir ülkeden çok daha kolay alır.

Huntington’un son derece ayrıntılı dipnotlanmış ve pek çok örneklerle dolu kitabı çok etkileyici olmakla birlikte, ilk bakışta bile göze çarpan bazı eksiklik ve tutarsızlıklarla dolu.

Birinci olarak, dine ve kültüre büyük önem vermesine karşın, tanımlanan uygarlıkların temel nitelikleri ne din, ne mezhep, ne ırk, ne de milliyet bazında aynı.

Bir başka deyişle, Huntington’un sınıflaması birörnek bir kültürel ölçüte dayanmıyor.

Kimi zaman İslam uygarlığı adı altında aynı dinden olan ama birbirinden çok farklı nitelik taşıyan ülkeleri aynı gruba koymuş, kimi zaman da aynı dinden olan hırıstiyanları farklı gruplara ayırmış.

Oysa din bazında bir karşıtlık ya da belirleyicilik söz konusu olsaydı, en azından Musevilik, Hırıstiyanlık ve Müslümanlık gibi üç büyük semavi din ve budizm, ya da bunların mezhepleri, farklılık ölçütleri olarak kullanılmalıydı.

İkinci olarak, saydığı uygarlıklar çerçevesinde (Türkiye ile Libya veya İran gibi, ya da birbirleriyle yıllarca savaşmış olan İran ve Irak gibi) birbirine hiç benzemeyen toplumlar aynı uygarlık içinde görülmüş.

Buna karşılık birbirine çok benzeyen toplumlar da (özellikle Uzak Doğunun budist toplumları ve Batı’nın hıristiyan toplumları gibi) farklı uygarlıklar içinde birbirine karşıt olarak alınmış.

Üçüncü olarak, Huntington, kültürleri birbirine benzer ülkelerin ittifak yapacağını söylerken çok basit bir gerçeği, uluslararası ilişkilerde, çıkarların, her türlü duygunun önüne geçtiği gerçeğini gözardı etmiş.
Tüm tarih bize, devletlerarası ilişkilerde duyguların ve kültürel kimliklerin değil, çıkarların daha önemli rol oynadığını öğretmiyor mu?

En son İran-Irak savaşı bunun son örneklerinden biri değil mi?

Niçin 21. yüzyıl, bu ilkenin değişmesine ve “kültürel kimlik” adı altında son derece muğlak bir ölçütün, ulusal çıkarların, özellikle de ekonomik ulusal çıkarların önüne geçmesine neden olsun?

Dördüncü bir nokta Huntington’un, Kültürel Antropolojide, uygarlıkların birbirlerini etkilemelerini açıklayan “akkültürasyon,” ve “inkültürasyon” denilen, “kültürleşme” ve “kültürlenme” süreçlerini gözardı etmesidir.
Birbirleri ile temasta olan uygarlıklar ya da kültürler, zamanla kaçınılmaz olarak birbirlerini etkiler ve birbirlerinden etkilenirler. Böylece gittikçe birbirlerine benzemeye başlarlar. Bu nedenle de pek çok kültürü ya da uygarlığı çok kesin çizgilerle birbirlerinden ayırd etmek olanaksızdır. Örneğin, Batı uygarlığı ile Latin-Amerika uygarlığının ortak yönleri, farklılıklarından daha fazla değil midir?

Beşinci olarak, Batılılaşma ile modernleşme (çağdaşlaşma) ayrımı, hem net değil, hem de anlaşıldığı kadarıyla, modernleşmeyi, sadece teknik olanakların kullanılması olarak kabul etmesi, doğru değil.

Yani çölde, elindeki bilgisayarla, sakat bir din ve yanlış bir Allah anlayışına dayalı olarak kellesini keseceği insanları izleyen, deve üstündeki bedevi, modern midir?

Altıncı bir nokta ise doğrudan doğruya Türkiye örneğinin yanlış yorumunda ve ayrıca bu yorumun statik karakterinde yatıyor.

Huntington, modernleşmenin Batılılaşma olmadığını söylüyor ve ne denli modernleşirse modernleşsinler, farklı uygarlıklardaki toplumların uygarlık değiştiremediğini ve Batılılaşamadığını belirtiyor. Hatta bu nedenle, bir de “bölünmüş ülkeler” listesi veriyor.

Her modernleşmenin, zorunlu olarak Batılılaşma olmadığı, daha doğrusu, modernleşen ülkelerin, kendi öz kültürlerini de bir ölçüde koruyarak değiştikleri bir gerçek.

Fakat belli bir teknolojik düzeyin, zorunlu toplumsal ve kültürel değişmeleri de birlikte getirdiği ve bu “birörnekleştirici” etkinin tüm kültürleri birbirine yaklaştırdığı da ayrı bir gerçek.

Türkiye acaba şu anda hem kültür hem de uygarlık olarak, yani hem yerel hem de evrensel olarak Suudi Arabistan’a ya da İran’a mı daha yakın, yoksa, Batıya mı?

Ayrıca Türkiye toplumu nereye doğru değişiyor? Irak’a ya da Libya’ya doğru mu yoksa Fransa’ya ya da Almanya’ya doğru mu?

İşte tam bu noktada Huntington’un toplumsal değişme sürecini yadsıyan ve toplumları statik, (hem durgun hem de duragan) varlıklar olarak gören çözümlemesinin yanlışlığı da ortaya çıkıyor.

1923’den beri hızlanan bir biçimde, aslında kökü 1800’lere dayanan bir modernleşme projesi, Türkiye’nin gündeminde.

Bu proje hiç kukşkusuz Türkiye’yi, kendi kültürünü de koruyarak, Batı dünyasının bir parçası yapacak.

Bu süreç belki, Avrupa Birliği ile değil, Japonya ile bütünleşerek gerçekleşecek, ama mutlaka gerçekleşecek.

Yedinci olarak, yine Türkiye’yi de ilgilendiren biçimde, Batılılaşma süreci için, İslami değerlerin tümüyle yadsınması gerektiğini söylüyor. Oysa böyle “toptancı” yaklaşımlar, çoktan terkedildi sosyal antropoljide. Huntington, Hırıstiyanlıktaki bölünmelere, uygarlık farklılaşması açısından aşırı değer ve anlam verirken, İslamı, nedense h>â l>â ilk çıktığı andaki gibi, dogmatik, değişmez ve daha önemlisi “monolitik” bir yapı olarak kabul etme yanlışını yapıyor.

Sekizinci bir nokta, kültürel farklılık, (ister dine dayansın, ister ırka) bu denli önemliyse, neden, kültürel farklılıklar, uygarlıklar arası çatışmaları belirliyor da, aynı devletin içindeki farklı kültürler açısından işlevsel olmuyor?

Örneğin, çokkültürlü bir yapıya sahip olan A.B:D. bu açıdan nasıl çatışmalara gebe olabilir? Huntington bu konuyu da es geçiyor.
Dokuzuncu bir nokta, özellikle kültürel açıdan bölünmüş ülkeleri değerlendirirken, seçmen davranışının, yani oy dağılımlarının belirleyici olduğunu düşünmesi, bu nedenle de uygarlık ayrımı gibi temel kültürel bir konu ile günlük siyasal tercihlerin bire bir örtüştüğü gibi bir yanlışa düşmesi, üstelik bu yaklaşımına karşın, Türkiye’deki durumu da yanlış yorumlaması, yüzde 20 oy alan bir partiyi neredeyse halkın çoğunluğu gibi göstererek, Refah Partisi’nin “yüzde 99’u Müslüman olan Türkiye’de biz çoğunluğu temsil ediyoruz” söylemi ile yaptığı propagandada düştüğü aynı hatayı tekrarlamasıdır.

Onuncu bir nokta, “uygarlıklararası çatışmalardan kaçınılması” görüşünün, çok yakın tarihte ve günümüzde tanık olduğumuz Amerika’nın Körfez savaşı gerçeği ile doğrudan çatışıyor olmasıdır.

Günümüzdeki gerçeklerle bile uzlaşamayan ve daha da önemlisi bu gerçekler yanlış ise, doğru yolu göstermekte de hiç bir ipucu veremeyen ve başarı gösteremeyen bir kuram, geleceği ne denli açıklayabilir?

Bence Huntington’un bu çok tartışmalı ve bilimsel olmaktan çok, spekülatif nitelik taşıyan çalışmasının tek bir doğru yanı var, o da bütün kültürlerin, uyuşturucu ile, rüşvetle ve kara para ile savaşmak zorunda olduğu ve bu konuda uygarlıklar ve devletlerarası işbirliğinin gerçekleştirilme zorunluluğu.
Bu önerisi bir yana, Batı dünyasını yönetenlerin, Huntington’un şövenizme yakın duran ve tam bir ayrımcılığı teşvik eden genel kuramına çok prim vereceklerini sanmıyorum.

A.B.D. ya da Batı Avrupa olarak, bir yandan dünyada insan haklarının şampiyonluğunu yapacaksınız, ve bu konuda tüm insanlıktan gerçek bir destek alacaksınız, öte yandan, kendi uygarlığınız dışındaki tüm kültürleri aşağılayıp onlara karşı bir “haçlı ruhu” ile saldıracaksınız.
Bu denli ikiyüzlülük, uluslararası ahlak (yani ahlaksızlık) açısından olanaklı olsa bile, “küreselleşen dünyamızda” gizlice becerilebilecek bir davranış gibi gözükmüyor.

Huntington’un Türkiye ile ilişkili olarak önerdiği, Atatürk’ün mirasının olduğu gibi yadsınması ve Türkiye’nin yedinci yüzyıl İslam uygarlığına dönmesi, yani bir şeriat devletine geri gitmesi ise yalnız Türkiye’nin değil, tarihin ve bilimin gerçeklerine de aykırıdır.

Çünkü Atatürk, hem Türkiye’ye hem de insanlığa, Hitler faşizmi ya da Stalin komünizmi gibi tarihsel bir parantez değil, tarihin akışını yakalamış bir devrimcinin, insanlığın gelişme sürecine uygun atılım uygulamalarını getirmiş bir devrimcidir.