Sezai Babakuş
08.02.2011
Hepiniz gibi ben de, Tunus’ta başlayıp Mısır’ı oradan da Ortadoğu’nun diğer ülkelerini sarsan büyük dalgalanmayı ilgiyle izliyorum. Toplumsal meselelere merakımı kırık dökük tarih-siyaset bilgimle harmanlayarak olanı biteni anlamaya ve anlamlandırmaya çabalıyorum. Sanki zamanın ruhu, uygarlığın beşiğiyken sömürge konumuna düşen ve dikta rejimleri altında geri kalmışlığa mahkum edilen bu coğrafyada birşeyleri değiştirmek istiyor gibi…
Henüz yorum yapmak için erken. Sorular çok. En canalıcı olanı ise, bu toplumsal başkaldırının yüzyıllardır taassubun ve diktatörlerin baskısı altındaki bu coğrafyaya özgürlük getirip getirmeyeceğidir. Bölge halklarının büyük çoğunluğu müslüman olduğuna göre, önümüzdeki dönem islamın demokrasiyle imtihanına tanık olacağız demektir. Başka değişle, islamın özgürlükçü bir toplum ve demokratik bir devlet yapısı kurmayı başarıp başaramayacağını göreceğiz. Bu o kadar kolay bir imtihan olmayacak. Zira aynı süreçlerden geçip duvara toslayan İran, Afganistan vs. örnekler gözümüzün önündedir. Bunlara bakarak, müslüman coğrafyalardaki halk hareketlerinin nereye sürükleneceğini kestirmenin kolay olmadığını söyleyebiliriz. Hadi bu kez bölge halkları islamla demokrasiyi bağdaştıracak özgün bir yol bulmayı başardı diyelim, önceliği İsrail’i, petrolü ve Süveyş Kanalı’nı kollamak olan dünyanın egemen güçleri bu gidişatı kabullenip rahat bırakacak mı?
Velhasılı, tüm bu toz bulutunun ardından, diktatörlerin değişip diktatörlüklerin devam ettiği bir ‘hokus pokus’ oyunu da çıkabilir. Ve bu, bana göre daha güçlü bir ihtimaldir.
Özellikle islam kültürü ve bilgi birikiminin merkezi sayılan Mısır’ın nasıl bir hal alacağı merak konusu olacaktır.
Ayrıca, bölgede onbinlerce Adige-Abaza’nın yaşıyor olması da merakımı biliyor; daha çok kurulu düzenin yandaşı konumunda olan bu kardeşlerimizin halini-ahvalini ayrıca sorguluyorum. Muhtemeldir ki bu dalgalanma onların rahatını kaçıracak, belki imtiyazlı konumlarını kaybedecekler. Kimbilir, Ortadoğu’da değişim için kolları sıvayan zamanın ruhu tatlı-sert bir ikna yöntemiyle oradaki Çerkesleri anavatana yönlendirir…
Tüm bu soruların cevabını zaman içinde hep birlikte öğreneceğiz. O yüzden gelişmeleri, temkinli bir heyecanla izliyorum.
Hepimiz zamanın sonsuzluğu içinde bir yürüyüş halindeyizdir. Bir ayağımız geçmiştedir, diğer ayağımız gelecekte. İster aheste bir yavaşlıkla yol alalım ister pürtelaş bir hızla, her halukarda ayakta kalmamızı ve yürümemizi mümkün kılan şey, gerideki ve ilerideki ayaklarımızın ahenkli bütünlüğüdür. Ahenk bozulursa düşeriz, bütünlük bozulursa yolumuzu yitiririz.
Şimdi’mizi çevreleyen, zenginleştiren ve anlamlı kılan, geçmiş anılarımız ve gelecek hayallerimizdir. Bu, öyle bir-iki kuşaklık bir geçmiş-şimdi-gelecek ilintisi değildir. Kadim kültürlerde, her kuşağın kendinden önceki yedi kuşakla ve kendinden sonraki yedi kuşakla doğrudan bağlantılı olduğuna inanılır. Yani herbirimizin bugünkü kaderini yedi kuşak öncekiler belirlemiş ve biz yedi kuşak sonramızın kaderine bugünden hükmetmekteyiz. Dedelerimizin, ninelerimizin adlarını dahi bilmeden yaşayıp gideriz de, bu, sürekliliği olan bir zincirin halkası olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Yıldızı bol bir gecede toprağa uzanıp gökyüzüne baktığımızda, bugünkü varlığımızın kaç bin yıllık bir zamandan sürüklenip geldiğini, kaç kuşaktır tamamlanagelen bir zincirin halkası olduğunu anlarız. Ve biliriz ki, geleceğimiz de en az geçmişimiz kadar uzun olacaktır…
İşte toplumlar da bireyler gibi geçmiş-şimdi-gelecek denizinin geçişkenliğinde yol alır. Hiçbir toplum geçmişinden kopuk yaşayamaz, tarih bilgisi-bilinci bundan önemlidir. Ve hiçbir toplum geleceğini geçmişinin ve bugününün toplamının dışında şekillendiremez. Geçmişi şimdiye, şimdiyi geleceğe bağlayansa zamanın ruhudur. Dünyanın her yerinden başka renkte görünse de, zamanın ruhu, insanlığı sarıp sarmalayan sihirli bir gökkuşağıdır.
Evet, zamanın ruhu dünyanın her yerinde ve herkesin ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel konumuna bağlı olmak üzere başka başka renklerde görünür. Çünkü çelişkilerle dolu bir dünyadır bu. Yine de, özellikle son çeyrek yüzyılda sınır tanımaz hale gelen küreselleşme sayesinde, nerede olursak olalım zamanın ve zamanın ruhunun bir parçasıyızdır. Zamanın ruhu, etkilendiğimiz ve etkilediğimiz kocaman bir network’tür. Etkiler ve etkileniriz. İyi ya da kötü, az ya da çok…
En ücrada yoksulluğun ve yoksunluğun uçurumunda yaşayan da bu network’ün bir parçasıdır, en merkezde onmilyarca dolarlık varsıllığın safahatını süren de. NASA’da uzay araştırması yapan ya da CERN’de ‘kayıp madde’yi arayan dahi insanlar da zamanımızın bir parçasıdır, Amazon’un cangılında okla av peşinde koşan, Afrika’nın kızgın çölünde deveyle tuz taşıyan, Kuzey Kutbu’nun buzulunda iglo’sunda hayat süren, Kafkasya’nın dağlarında keçi güden, Asya’nın bozkırında at koşturan mütevazi insanlar da. Herkes farklı bir renk görür, ama baktığı aynı gökkuşağıdır. İlintilendiği aynı network. O yüzden, digital teknoloji baronu Bill Gates ya da uzay gemisi tasarımcısı Burt Rutan kadar, Tunus’ta kendini yakıp toplumsal başkaldırıyı tetikleyen işsiz Muhammed Buazizi de zamanın ruhunun bir parçası, küresel dünyanın etkin bir öznesidir. Ayrı ayrı yerlerde ve ayrı ayrı mecralarda kanat çırparak dünyayı etkileyen fırtınalar yaratabilmektedirler.
Zamanın ruhu bugün Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya esen bir rüzgardır. Kurulu düzenleri sarsan yıkan bir toz bulutu. Kimileri buna devrim ruhu diyor. Yirmi-otuz yıl önce olsaydı, ihtimaldir ki ben de aynı şeyi söylerdim. Şimdi farklı bakıyorum ve olup biteni zamanın ruhuna uygun değişimin alametleri olarak görüyorum. Bu olsa olsa, geçmişi bugüne bugünü geleceğe bağlayan evrimin Ortadoğu’daki sancılı kıpırdanışıdır.
İnsanlık tarihi başladığından buyana doğal bir evrim süreci yaşanıyor. Yanısıra, doğalın dışına çıkan pekçok devrimsel alametler de oldu, oluyor. Yakın tarihimizin en etkili devrimleri 1789’daki Fransız Cumhuriyet Devrimi’yle 1917’deki Rusya Sosyalist Devrimi’ydi. Bunların etkisiyle zaman içinde dünyanın pekçok toplumunda büyük dönüşümler vaadeden nice devrimler oldu. Ama hiçbiri sıçradığı noktada tutunamadı. Fransa, cumhuriyet devriminden onbeş yıl sonra yeniden imparatorluğa döndü. Rusya, sosyalist devrimden yetmiş yıl sonra Çarlığın bir adım önündeki noktasına döndü. Ve benzeri sıçramaları yapan diğer toplumlar da, şu ya da bu zaman sonra yeniden başa döndü ve doğal gelişime teslim oldu. Bence Türkiye’nin bugünkü sancısını da bu açıdan değerlendirmeliyiz; belki 1923’deki devrimsel sıçrama ve Batı referanslı cumhuriyet modernizmi, büyük çoğunluğu müslüman olan bu toplum için biraz ağır geldi. Belki bu yüzden doksan yıl sonra hala cumhuriyet öncesine geri dönüş özlemi var ve bu özlem giderek güçleniyor.
Demek istediğim şudur, devrimler ancak ve ancak kendi mecrasındaki gidişatı bir süreliğine sarsan, rayından çıkaran, sıçratan depremlerdir. Bir nehir yatağını gecici olarak değiştirmek gibi. Su, nasıl ki bir süre sonra kendi yatağına dönecekse toplumlar da aynısını yapıyor. Zamanın ruhuna uygun doğal mecralarına dönüveriyorlar. Çünkü toplumların bugünü, dünün devamıdır. Yarına atacakları adımın hızını ve büyüklüğünü dünün ve bugünün adım hızı ve büyüklüğü belirlemektedir. Zamansız-zeminsiz ya da hızlı-abartılı atılmış adımlar bu doğal evrimi sarsabilir, geçici olarak değiştirebilir ama ilelebet dönüştüremez. Dönüp dolaşıp yeniden doğal olana geri dönülür ve oradan yavaş yavaş evrilir.
İşte bu yüzden Ortadoğu’yu sarsan ‘devrimsel fırtınayı’ ihtiyatlı bir heyecanla izliyorum. Yüzyıllardır tanrısal ya da kaim mutlak otoritelerin hüküm sürdüğü bu topraklarda bir anda demokrasi yeşerebilir mi?. Yüzyıllardır itaatin kutsallaştırıldığı bu toplumlarda bir anda özgürlük yücelebilir mi?. Biat kültürünün ve ümmetçiliğin bu kadar kökleştiği bu iklimde bir anda eşit vatandaşlık kavramı hayat bulabilir mi?. Ortadoğu’da da bugünü şekillendirecek olan dünse, olup bitenleri ‘devrim’ diye abartmak yerine, ‘dur bakalım ne olacak’ ihtiyatıyla bakmak daha doğru olmaz mı? Zamanın ruhunu anlamanın yolu bu değil midir?…
Gün gelir, zamanın ruhu elbet biz Adige ve Abazalara da hükmeder. Hükmeder ve yüzelli yıl önce değiştirilen nehir yataklarımıza yeniden dönüşümüzü mümkün kılar. Yavaş yavaş başladık bile. Vakit geldikçe hızlanacağız. Belki Ortadoğu’daki dalgalanma, oradaki taşkınımızı anavatana geri döndürecek itici bir güç olacak ve bize tarihi bir fayda sağlayacak. Belki bu, Anadolu’daki taşkınımızı da Kafkasya’ya yönlendirecek bir etki-tepki zinciri yaratacak…
Öyle ya da böyle, illaki biz de her toplum gibi geçmişimizle özdeşik olarak geleceğe yürüyeceğiz. Nihayetinde biz de zamanın ruhunun bir parçasıyız…