Ali İhsan Aksamaz
“DÜN GECE BİR DÜŞ GÖRDÜM…” YADA TÜRKİYE’NİN DİĞER DİLLERİ UBIHÇA
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün, “İslâm Azınlık dilleri” olarak da tanımladığı, Türk vatandaşlarının geleneksel olarak kullandığı “dil ve lehçeler”e ilişkin basında sıkça haber çıkmasına rağmen, “bu dil ve lehçeler” hakkında güncel bilgimiz bulunmuyor. Son nüfus sayımlarında bu konuda bilgi edinmeyi sağlayacak sorular ne yazık ki sorulmadı. “Bu dil ve lehçeler”in, yıllara göre hangi bölgelerde kaç kişi tarafından anadil, ikinci dil, üçüncü dil olarak konuşulduğunu; kaç kişinin “bu dil ve lehçeler”i öğrenmek istediğini; bu kişilerin siyasî tercihlerini, eğitim düzeylerini ve kendilerini nasıl tanımladıklarını bilemiyoruz. Bu somut veri eksikliği ortada olmasına rağmen, çeşitli cenahlarda “bu dil ve lehçeler”e ilişkin çeşitli sığ tartışmalar yapılmaktadır. Kimilerine göre, “Sevr” özlemi içindeki bazı çevrelerin kışkırtıcı girişimleri sonucu, alt kimliklere dayalı eğitim isteklerinin gündeme getirilmesi, Türk ulusunun birlik ve bütünlüğüne büyük bir tehdit. Kimilerine göreTürkiye’nin de taraf olduğu Lozan Antlaşması, yalnızca Hıristiyan ve Musevî azınlıkların “kültürel haklar”ını değil, Türk vatandaşlarının geleneksel olarak kullandığı “dil ve lehçeler”in de varlıklar ve yaşatılmalarını güvence altına almıştı. Kimileri de “bir yerel dil veya lehçe”yi ön plana çıkararak, diğerlerini yok saymaktadır. “Bu dil ve lehçeler”in yaşatılmasından yana olanlar ve buna karşı olanlar “havanda su dövmek” misali tartışmalar yürütmeye devam ediyor. Bu kişilerin ortak yönleri, “bu dil ve lehçeler” ile ortak anlaşma dilimiz Türkçe’nin toplumdaki somut yerini gerçek anlamda tespit edememiş olmalarıdır.
“Bu dil ve lehçeler”e yönelik politikaların kurucu kadrolar tarafından cumhuriyetin ilk yıllarında tespit edildiğini somut olarak biliyoruz. “ CHP’nin tek parti yönetimi”, “ulusal sanayi”nin “kapitalist üretim ilişkilerini ve kurumları”nı geliştiremedi ve “yerel üretim ilişkileri”ni tasfiye edemedi. Bu sebeple de dilsel ve kültürel farklılıkları “doğal” bir “yok oluş süreci”ne sürükleyemedi. Bunun yerine “yerel üretim ilişkileri”ni değil ; ama, dilsel ve kültürel farklılıkları “doğal olmayan bir yol”la, yani resmî ideoloji ve resmî tarih tezleriyle ortadan kaldırmaya çalıştı. Türkiye’nin Sovyetler Birliği’ne karşı “Batı” ile müttefikliğe dayanan duruşu, bu vb. politikaların “İkinci Dünya Savaşı yılları öncesi ve sonrası” ve “Soğuk Savaş yılları” boyunca harfiyen uygulanmasına imkân sağladı. TKP’nin 1926 Programının bu yıllardaki uygulamalara somut olarak karşı çıktığını biliyoruz: “ … TKP … Halk Fırkasının Müslüman azınlıkları zorla Türkleştirmek, Hıristiyan ve Musevî azınlıkları da ezmek siyasetine her vasıtayla karşı koyar … TKP, onlar için hukukta tam bir eşitlik; dillerini kullanmak ve kültürlerini yayma ve eğitim konularında tam bir serbestî … talep eder.” (madde 11)
Manisa Mebusu Mehmet Sabri Toprak’ın 1938’de verdiği kanun tasarısı çarpıcı bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Bu tasarı, Türk vatandaşlarının evlerinin dışında umuma açık yerlerde, her zaman Türkçe konuşmalarını, aksi takdirde 1-7 gün arasında hapis ve 10 ile 100 kuruş arasında para cezasını öngörüyordu. Bunların diplomalarına da el konulacak ve doktorluk, öğretmenlik ya da gazetecilik yapamayacaklardı. Ceza olarak toplanan paraların bir bölümü de
“ihbarcılar”a “ödül” olarak dağıtılacaktı. Yine bu tasarıya göre, Türkçe bilmeyen Türk vatandaşları bir yıl içinde öğrenmeye mecburdu. Yoksa, onları Türk vatandaşlığından çıkartılmak bekliyordu.
Çarpıcı bir başka örnek oluşturan aynı dönemin Antalya Mebusu Rasih Kaplan, Meclis’te şunları söylüyordu:“ … Bazı unsurlar pek arsızca hareket ederek Türk milletinin diline hürmet etmiyorlar. Evlerinde istedikleri dili konuşabilirler. Fakat umumi yerlerde … bir kısım Türk vatandaşının konuştuğu Türkçe değildir. Ey vatandaş, eğer Türk vatandaşı isen Türk diline saygı göster. Karşındaki Türkleri de rencide etme . ”
Türk vatandaşlarının geleneksel olarak kullandığı “dil ve lehçeler”e karşı olan uygulamalar “günümüz”e kadar sürdü. Neden ta başından beri resmî dil ve ortak anlaşma dili Türkçe’nin yanında “bu dil ve lehçeler”i yaşatmak yerine, bazen konuşulmalarının bile yasaklanarak, ama çoğunlukla kurumsallaşmaları önlenerek neden yok edilmeye çalışıldıkları konusuna hiç kafa yorulmadı.
Günümüzde atılan olumlu adımlara rağmen, bu dillerin hâlâ sahipsiz olduğunu görmekteyiz. Bazen “İslâm Azınlık Dilleri” bazen de “Yerel dil ve lehçeler” olarak adlandırılan Türkiye’nin yaşayan dillerinden “Çerkesçe”, “Kürtçe” ve Lazca geçen yılın sonlarında bir kez daha bir gazete tarafından gündeme getirildi. (Vatan, 23-25 Aralık 2003) Bu vesileyle, çevrelerinin “kanaat önderleri” olarak kabul edilebilecek kişilerin görüşlerini de, yansıtıldığı kadarıyla aynı gazeteden öğrenmiş olduk. Somut gerçeklerle bağdaşmayan bazı açıklamaları gerekli yankıyı nedense hiç uyandırmadı; hiç tepki çekmedi. Türkiye’de konuşulan Balkan, Kafkasya, Ortadoğu ve/ veya Anadolu kökenli veya değil bütün “diğer diller”e yaşatılmaları konusunda aynı tavırda olmanın gereği ortadadır.
“CHP’nin tek parti yönetimi” ve “Soğuk Savaş yılları” boyunca Türkiye’nin “çok dilli” bir ülke olduğu gerçeği kabullenilmek istenmedi. Türkçe’nin resmî dil olmasının yanında, “konuşanları sayıca (daha) az diller” veya “yerel diller”in de varlıklarını sürdürebilmeleri ve kurumsallaşmalarının, “uluslaşma” önünde bir engel teşkil etmeyeceği dikkate alınmadı. Bunun yerine, bu dillerin konuşulmaları bile yasaklanarak konuşanlarının sayısının her geçen gün azaltılması amaçlandı. Bu “yasak diller”, 1920’lerde esas olarak Türkiye’nin belirli bölgelerinde konuşulurken, günümüzde “doğal” olan veya olmayan sebeplerden dolayı yaşanan göçlerle Türkiye’nin hemen her yerinde konuşulmaktadır.
“Konuşanları sayıca (daha) az olan diller” veya “yerel diller” gündeme geldiğinde kimileri “bu diller”i “bölücülük” sebebi olarak lânse etmeye çalışmaktadır. Kimileri de “anadil eğitimi”, “anadilde eğitim” vb. tartışmaları “Kürtçe” üzerinden yapmaktadır. Oysa ne “bu diller” lânse edilmeye çalışıldığı gibi “ bölücülük ” sebebidir ne de “Kürtçe” Türkiye’nin tek “konuşanı sayıca (daha) az dil”i veya “yerel dil”idir. “Bu diller” ülkemizin ve bütün insanlığın ortak zenginliğidir. Binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan ve “her türlü olumsuz şart”a rağmen, günümüze ulaşabilme becerisini gösteren “ bu diller” ister yüz kişilik bir köyde konuşuluyor olsun, ister çok daha fazla insan tarafından toplu veya dağınık çok daha geniş yerleşim birimlerinde yaşatılıyor olsun aynı eşitlikte geleceğe taşınma hakkına sahiptir. “Bu diller” de yaşamalı, geliştirilebilmeli ve her türlü iletişim araçlarıyla gelecek kuşaklara aktarılabilmelidir .
Türkiye’nin “ çok dilli” bir ülke olduğu gerçeğinin kabul edilmesi, resmî dil Türkçe’nin dışındaki bu “ yasak diller ”in de kurumsallaşabilmeleri ve kendilerini geleceğe taşıyabilmelerinin önündeki engellerin kaldırılması, toplumun demokratikleşmesine, toplumsal birlik ve barışa şüphesiz önemli bir katkı olacaktır. (Ubıh Dili; Kuzeybatı Kafkasya dili. Son Konuşanı Teyfik Esenç’di. O’nun ölümüyle bu dil tek konuşanını da kaybetmiş oldu. Esenç, Ubıhça gördüğü bir rüyasından sonra şöyle der:“Dün gece bir düş gördüm. Anlatsam da anlayamazsınız ki !”)
(Ali İhsan Aksamaz, 11 Ocak 2004, Radikal Gazetesi- RADİKAL İKİ)
+
TÜRKÇE DIŞINDAKİ “ANADİLLERİ”
Türkiye’de, Türkçe’nin dışında onlarca “anadili” konuşulmaktadır. Bunlardan bazıları neredeyse bu coğrafyayla aynı yaşa sahip. “CHP’nin tek parti yönetimi”, ta başından beri bu dillerin varlıklarını tanımaya yanaşmadı. Bu dillerin gelişmeleri ve kurumsallaşarak sonraki kuşaklara yazılı olarak aktarılmaları engellendi. Bütün bunların da ötesinde, bu dillerin o günkü halleriyle bile konuşulmaları bazı dönemlerde yasaklandı. Bu ülkenin yurttaşlarının “anadilleri”ni geliştirerek gelecek kuşaklara aktarılmasını çok gören hakîm siyasî anlayış, yabancı dilde eğitim yapan okulların açılmasını bütün gücüyle desteklemiş ve bunda bir sakınca görmemiştir. Türkçe’yi “doğal olmayan yollar”la herkesin “anadili” haline getirmeye çalışan anlayış, Türkiye’de konuşulan diğer “anadiller”in gelişimini engelleyerek yok olma noktasına getirmekle kalmamış, Türkçe’nin de yabancı diller etkisine girmesine hizmet etmiştir.
“CHP’nin tek parti yönetimi”, “anadiller”i Türkçe’den başka diller olan çocukları ilkokula başladıklarında hiç bilmedikleri veya çok az bildikleri dil olan Türkçe’yle eğitim- öğretime zorlayarak, onların travmalar geçirmelerine ve ne kendi “anadiller”ini ne de Türkçe’yi iyi konuşabilen kuşaklar olarak yetişmelerine sebep olmuştur. Baskıyla kendi “anadili”nden uzaklaştırılan ve çok iyi öğrenilemeyen bir Türkçe ile büyüyen bu çocukların öğrenmeleri, düşünmeleri; kendilerini, çevrelerini, ülkelerini ve dünyayı algılayabilmeleri, değerlendirebilmeleri ve toplumsal üretime lâyıkıyla katılabilmeleri, başarılı ve mutlu bireyler olmaları ve sonraki kuşaklara rehberlik edebilmeleri ne ölçüde gerçekleşebilirdi! Mayasında bu gibi travmalar olan bir toplumun bireyleri, kendilerini ifade edemedikleri Türkçe’yi yabancı dillere karşı kıskançlıkla günümüzde nasıl sahiplenebilirlerdi!
Türkiye’de bugüne kadar, “anadili” eğitim-öğretimi ve/ veya “anadili”nde eğitim-öğretim tartışmaları ne yazık ki, sağlıklı olarak tartışılıp çözüm yolları üretilememiştir. Kuşkusuz en önemli sebep, “CHP’nin tek parti yönetimi”nin “soğuk savaş yılları”nı da izleyerek günümüze kadar ulaştırdığı yasak ve uygulamalarıdır. “Soğuk savaş yılları”nın sona ermesiyle birlikte ortaya çıkan nispî özgürlük ortamında da, “anadili” sorunu sağlıklı olarak tartışılamamış ve çözüm yolları önerilememiştir. Bunun günümüzdeki bir sebebi, hâlâ etkili olan “CHP’nin tek parti yönetimi”nin yasak ve uygulamalarıysa, önemli bir diğer sebep de, konuya bizim olmayan terimlerle yaklaşılması ve “bir ‘anadili’ne aidiyet fetişizmi”dir.
Siyasî iradenin 1965’te “İslâm Azınlık Dilleri” ve günümüzde ise, “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçeler” olarak adlandırdığı Türkçe dışındaki bu “anadiller” ister yüz kişilik bir köyde yaşıyor olsun, ister çok daha fazla sayıdaki insan tarafından toplu ve dağınık olarak çok daha geniş yerleşim birimlerinde yaşatılıyor olsun; geliştirilebilmeli ve her türlü kitle iletişim araçlarıyla gelecek kuşaklara aktarılabilmelidir. Konuya kafa yoranlar, her “anadili”ne bu anlayışla yaklaşma sorumluluğunu asla göz ardı etmemelidir.
(Ali İhsan Aksamaz, 29 Mayıs 2004, BİRGÜN GAZETESİ)
+
TRT’NİN “ANADİL” YAYINLARI BAŞLIYOR (MU?)
Geçen hafta içinde TRT yönetim kurulu toplandı. TRT Genel Müdürünün toplantı sonrasında yaptığı açıklamalara göre; TRT, Türkçe dışındaki “farklı dil ve lehçeler”de yayın hazırlıklarına başlamış. Basında yer alan haber,TRT’nin “farklı dil ve lehçeler”de yayın yapılabilmesi için gerekli altyapı çalışmalarının yürütülmesi konusunun TRT yönetim kurulu toplantısında oybirliğiyle kararlaştırıldığını duyuruyordu. TRT, Devlet İstatistik Enstitüsü’yle ortaklaşa çalışarak hangi “farklı dil ve lehçeler”de yayın yapılacağına da karar verecekmiş. DİE, hangi “farklı dil ve lehçeler”in hangi yörelerde kaç kişi tarafından konuşulduğunu TRT’ye bildirecekmiş.
TRT’nin, bilgisine başvurarak yayınlara başlayacağını söylediği DİE, “1965 Nüfus Sayımı”nda, (ki konumuz bakımından sonucu açıklanan son nüfus sayımdır) Türkiye’de konuşulan dilleri şöyle sınıflandırıyor:
- Türkçe,
- “İslâm Azınlık Diller”i: Abazaca, Acemce, Arapça, Arnavutça, Boşnakça, Çerkezce, Gürcüce, Kürtçe, Kırmanca, Kırdaşça, Lazca, Pomakça, Zazaca,
- “Diğer Azınlık Dilleri”: Ermenice, Yahudice, Rumca.
- “Anglo Sakson Dilleri”: Almanca, Flamanca, İngilizce,
- “Lâtin Dilleri”: Fransızca, İspanyolca, İtalyanca,
- “Slav Dilleri”: Bulgarca, Çekoslavakça, Hırvatça, İsveçce, Lehçe, Romence, Rusça, Sırpça
- “Diğer Diller”: Bilinmeyen.
DİE’nin “İslâm Azınlık Dilleri” olarak sınıflandırdığı dillerin dışında da anadillerinin bulunduğunu belirtmeliyim. Türkiye’deki nüfus sayımlarında hiçbir zaman dikkate alınmayan, daha doğru bir söyleyişle yok sayılan dillerden benim şu anda hatırladıklarım şöyle: Pontusça, Hemşince, Ubıkhça, Vaynakhça (Çeçen-İnguşça), Asetince (Osetçe), Avarca, Lezgice, Kumukça, Gazi Kumukça (Lakça), Dargice, Karaçay(lı)-Balkarya(lı)ca, Uygurca, Tatarca, Kırgızca, Kazakça, Özbekçe, Nogayca. Ayrıca aynı kaderi paylaşan Süryanice de unutulmamalı.
“Kürtçe” denilince, DİE’nin 1965’teki “bilimsel” sınıflandırmasına göre, Kürtçe mi, Kirmanca mı, Kırdaşça mı, Zazaca mı dikkate alınacak?
DİE’nin, “Diğer Azınlık Dilleri” başlığı altında sınıflandırdığı dillerde de, yani Ermenice, Rumca ve “Yahudice” radyo ve televizyon yayınları TRT tarafından yapılacak mı? DİE’nin yine 1965’te “Yahudice” diye kastettiği “Ladino” muydu, İbranice miydi? TRT, yayınını hangi “Yahudice” ile yapacak?!
DİE’nin, özellikle Türkiye’nin diğer anadilleri konusunda “bilimsel kıstaslar”a uygun olarak çalışmadığı ve dolayısıyla da bu konudaki verilerinin sağlıklı olmadığı açık. TRT, bu DİE’nin verilerine göre hareket ederek yayına başlayacak olursa, Türkiye’nin çoğu dili yine yok sayılmış olmayacak mı?!
TRT’nin Türkiye’nin diğer anadillerinde yapacağını söylediği televizyon ve radyo programlarının sürelerinden önce, bu dillerin hangilerinin olacağı ve bu programları hangi “yetişmiş personel”in hazırlayıp sunulacağı da ayrı bir sorun. Allah’a şükür ki bir şansımız var! TRT, Hemşince için Ermenistanlı; Pontusça için Yunanlı; Vaynakhça (Çeçen-İnguşça), Avarca, Lezgice, Kumukça, Gazi Kumukça (Lakça), Dargice, Karaçay(lı)-Balkarya(lı)ca, Tatarca, Nogayca ve Çerkezce için Rusya Federasyonundan; Kırgızca için Kırgızistanlı; Kazakça için Kazakistanlı; Özbekçe için Özbekistanlı; Uygurca için Çinli; Pomakça için Bulgaristanlı; Acemce için İranlı; Arapça için Suriyeli; Arnavutça için Arnavutluklu; Boşnakça için Bosna-Hersekli; Kirmanca, Zazaca vb. için yine Rusya Federasyonundan ve Gürcüce, Lazca, Osetçe ve Abazaca için Gürcistan lı dilbilimciler ve radyo ve televizyon programcıları istihdam ederek bu sorunu kısa dönemde çözebilir. Diğer “sorunlu diller” için de bu kısa dönemde benzer yollar izlenebilir.
Günümüzde anadili sorununun bir ayağı radyo ve televizyon yayınları ise diğer ayağı bu dillerin eğitim- öğretimidir. Seksen yıl önce çözümlenebilecek bu anadili sorunu önce yok sayılmış, sonra çözümü ertelenmiş, şimdi ise uygulamalardan anlaşıldığına göre, “Avrupa Topluluğu”na hoş görünmek adına bazı ağızlara birer parmak bal çalınarak geçiştirilmeye çalışılmaktadır.
Diğer yandan sorunun gerçek anlamda çözümü yolunda adımlar atılabilmesi için, öncelikle bu anadillerle ilgili çalışmalar yapan vakıf, dernek ve kişilerin katılacağı bir “Türkiye’nin Anadilleri Kurultayı” düzenlenmelidir. Ardında da bu dillerle ilgili yerli ve yabancı dilbilimci, eğitimci ve radyo ve televizyon yapımcısı ve sunucularından oluşan bir “Anadillerini Planlama Kurumu” ihdâs edilmelidir. Bu çalışmaların her türlü organizasyon ve finansmanı doğaldır ki, Hükümet tarafından karşılanmalıdır.
Özetle; görüldüğü kadarıyla TRT, Türkiye’nin anadil envanteri konusunda yetkin olmayan DİE’nin vereceği “bilgiler”e itibar edecek ve bazı “dil ve lehçeler”de televizyon ve radyo yayınları yapacak. Bazı diller yine yok sayılacak. Bu büyük bir haksızlıktır. İkinci bir engel, bu radyo ve televizyon programlarını hazırlayacak ve sunacak personelle ilgilidir. Bu sorun bir haftaya kalmadan, yukarıda belirttiğim ülkelerin bu alanda yetişmiş personeliyle çözülebilir. Bir üçüncü konu, bu radyo ve televizyon yayınlarının süresidir. Süre konusunda esnek olunmalıdır. Bir diğer konu yayınlanacak programların içeriğiyle ilgilidir (bkz.: 25 Ocak 2004 tarih ve 25357 sayılı yönetmelik).
Anadilde radyo ve televizyon yayınları ve anadilde eğitim-öğretim ve/veya anadili eğitim-öğretimine ilişkin bütün bu ve şu anda akla gelmeyen benzeri sorunlara ancak “Anadillerini Planlama Kurumu” gibi demokratik yapılı bir kuruluş çözümler üretebilir. Ayrıca Sovyetler Birliği ve “Avrupa Topluluğu”nun bu konudaki birikim ve uygulamaları engin bir kaynaktır. Bunlardan da faydalanılmalıdır. Bu çalışmalara katılacak kişilerin, her anadiline aynı mesafede duracak ve milliyeti değil, emek ve yurttaşlık bağlarımızı ön plana çıkaracak tiynetteki kişilerden oluşması bir diğer önemli noktadır.
(Ali İhsan Aksamaz; 8 Haziran 2004, BİRGÜN GAZETESİ)
+
TRT, Kararını Gözden Geçirmelidir!
TRT, diğer anadillerde radyo ve televizyon yayınlarına başlamadan önce, Türkiye’nin Türkçe dışındaki anadillerini; Lozan Antlaşması’nda tanınıp tanınmadıklarına, konuşanlarının sayısına, konuşuldukları yörelere, yerli veya göçmen olma durumlarına, DİE tarafından tanınıp tanınmadıklarına veya Türkiye dışında “resmî bir dil” olup olmadıklarına göre sınıflandırabilirdik. TRT’nin beş anadilde yayına başlamasından sonra, Türkiye’nin diğer anadillerini bir de “DİE’nin ve TRT’nin tanıdığı anadiller” ve “DİE’nin tanıdığı ama TRT’nin tanımadığı anadiller” başlıkları altında sınıflandırma imkânına da kavuşmuş olduk!
Beş anadildeki radyo ve televizyon yayınları 7 Haziran 2004 Pazartesi günü Boşnakça ile başladı. Yapılan resmî açıklamaya göre, Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca TRT’nin sırasıyla yayın yapacağı dillermiş. TRT’nin bu dillerdeki yayınları; içerik, süre, yayınlandıkları saatler vb. açılardan eleştirilebilir. Ancak öncelikle üzerinde durulması gereken konu, yayın yapılacak dillerin sayısının neden beş ile sınırlandırıldığıdır.
TRT, “Kürtçe”nin lehçeleri olarak kabul edilen Kırmançi ve Zazaca dışındaki üç anadilini, yani Boşnakça, Arapça ve Çerkesçe’yi hangi kıstasları göz önünde bulundurarak yayın yapmak için seçti ? TRT’nin, DİE’nin verilerini dikkate alarak bu dilleri belirlediği düşünülebilir. Yurttaşlara anadillerine ilişkin soruların en son 1985 nüfus sayımlarında sorulduğunu biliyoruz. DİE’nin anadil sonuçlarını açıkladığı en son sayım ise 1965’tekidir. TRT’nin Kırmançi ve Zazaca’nın yanı sıra yayına başladığı Boşnakça, Arapça ve Çerkesçe ve yayın yapmadığı diğer bazı anadillerini acaba günümüzde kaç kişi konuşuyor? En son 2000 yılında yapılan nüfus sayımlarında da anadile ilişkin soru sorulmadığına göre, bu soruya ancak 1965 verileri üzerinden bir cevap aramaya çalışılabilir.
1965 verileriyle anadili ve ikinci dili olarak Boşnakça’yı 57.209 kişi; Çerkesçe’yi 106.960 kişi ve Arapça’yı 533.264 kişi konuşuyordu. Yine aynı yıl verileriyle Lazca’yı 81.165 kişi; Gürcüce’yi 79.234 kişi; Pomakça’yı 57.372 kişi; Arnavutça’yı 53.520 kişi ve Abazaca’yı ise 12.399 kişi anadili veya ikinci dili olarak konuşuyordu.
Yukarıdaki bu rakamlar, TRT’nin bir anadilini, konuşanının sayısına göre değerlendirmediğini gösteriyor. “Kürtçe”nin lehçeleri dışında yayın yapılan Boşnakça, Arapça ve Çerkesçe içinde bir tek Çerkesçe konusunda Çerkeslerin hassasiyet gösterdiklerini ve uzun bir geçmişi olan bir çaba içinde bulunduklarını biliyoruz. TRT’nin Boşnakça ve Arapça yayınlarından sonra, kimi “Boşnak” ve “Arap” “kanaat önderleri”nin çıkıp ta, “Yahu biz bölücü müyüz ki bizim anadilimizde devlet yayın yapıyor?” veya “Gençler zaten bu dili bilmez, yaşlıların ise kulakları duymaz, duysa da bir ayakları çukurda, ne lüzumu vardı!” mealinden traji-komik lâflar ettiklerinin yazılı ve sözlü basına yansıması, DİE’ni bile ciddiye almayan TRT yönetiminin ne kadar isabetsiz bir karar verdiğini gösteriyor. Eğer TRT, “Anadolu’ya göçmen diller”i, yani Boşnakça ve Çerkesçe’yi dikkate alıyorsa, diğer göçmen dilleri olan Abazaca, Arnavutça ve Pomakça’yı da dikkate almalıdır. Eğer TRT,”Anadolu’da yerli diller”i, yani Kırmançi, Zazaca ve Arapça’yı dikkate alıyorsa diğer yerli diller olan ve Anadolu coğrafyasında tarih kadar eski bir geçmişe sahip Lazca ve Gürcüce’yi de dikkate almak zorundadır. Lazlar ve Gürcülerin de esas olarak anadillerinin yaşatılması konusunda uzun yıllara dayanan ciddî çabalarının bulunduğu biliniyor.
Kuşkusuz her dil kendi doğallığında yaşama hakkına sahiptir, bu konuda ayrımcı davranmamalıyız. Yine her dil kurumsallaşarak gelecek kuşaklara aktarılma hakkına da sahiptir. Ancak anadillerinin yaşatılması konusunda, aydınlarının zahmet edip de Allah için tek satır yazı bile yazmadıkları anadillerde, TRT’nin yayın yapması oldukça tuhaf! TRT, bu adımında hangi sâik ile hareket etmiştir? TRT, yurttaşlık bağlarını erozyona uğratabilecek bu son anti-demokratik uygulamasından geri dönmeli; diğer anadilleri de dikkate almalıdır.
(Ali İhsan Aksamaz, 13 Haziran 2004, Radikal Gazetesi- RADİKAL İKİ)
+
Asparagas Bir Haber
14 Haziran 2004 tarihli Ortadoğu Gazetesi’nde, “Lazlar’ın Lazca yayın isyanı” başlıklı bir “haber” yayınlandı. En temel Türkçe imlâ kurallarından bile bîhaber bir şahısın yazdığı “haber”, öncelikle Türkçe’siyle insanı çileden çıkarıyor. Örneğin, satır sonuna gelen “tepkiler” kelimesi, “tepkil-er” şeklinde bölünüyor. Bazen “ana dil”, bazen “anadil” deniyor. Bu şahıs, “yaşayan” da diyemiyor, bunun yerine “yaşaylan” demeyi tercih ediyor! Önce, ”… istemiediklerini …” diye yazıyor. Hatasını görüyor ve düzeltmeye çalışıyor. Bu sefer de “… istemidiklerini…“ diye yazıyor. Yani bir türlü “…istemediklerini…” diyemiyor. “Anadilini kaybeden…” yerine de “Ana diline kaybeden…” diyor.
İlkokul birinci sınıfın ilk döneminde öğretilen imlâ kurallarını dahî bilmeyen bir şahıs, nasıl muhabir veya gazeteci olabilir?!
Bir bakıyorsunuz, Laz ve Lazca gibi terimler bir tırnak içinde, bir olduğu gibi yazılıyor. “Haber”i yazan şahıs, “Laz kökenli vatandaşlar” mı desin,“Laz vatandaşlar” mı desin, “Lazlar” mı desin pek karar veremiyor! “Doğu Karadeniz’de yaşayan…” ifadesinin “Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaşayan…” ifadesiyle farklı anlama geldiğinin de farkında değil!
Ortadoğu Gazetesi’nin bu “haber”ini işin ehilleri incelerse, daha nice Türkçe imlâ hatası bulacaklarına kuşku yok. Bu gazetenin, Türkçe ve Tarih bilgisinin yanı sıra aritmetik ve coğrafya bilgisinin de pek zayıf olduğu görülüyor. 8. ve 9. sayfaların yerlerini karıştırıyor; “Rize”nin “Hemşin ilçesi”nin nerede olduğunu da bilmiyor!
Ortadoğu Gazetesi, Türkçesi oldukça kıt bir şahıs tarafından masa başında ve pek acemice uydurulduğu belli olan bu asparagas haberi, Lazların kanaatlerini dile getiriyormuş gibi servis ediyor. Ancak, “şekil şartları”na uymayı unutuyor! “Haber”i yazan muhabir belli değil! Üstelik, bu belli olmayan “muhabir”in, konuştuğu kişi veya kişiler de nedense yine belli değil! Hem belli olsalar ne fark eder ki?!
Bir an için, bu “haber”e inanalım ve gerçekten de, (bazı “Kürt” ve “Çerkesler”in istemediği gibi) bazı Lazların da kendi anadillerinde TRT’nin yapacağı yayını istemediğini kabul edelim. Böyle bir durumdan, bütün Lazların aynı kanaatte olduğu sonucu nasıl çıkartılabilir ki?! Bir referandum mu yapılmıştır? Türkiye’de yaşayan Lazların tamamı bir referandumda, TRT’nin Lazca yayın yapmasına “hayır” mı demiştir? Yapılmayan referandumların sonuçlarını, işine geldiği şekilde ilân etme yetkisini Ortadoğu Gazetesi nereden alıyor? Demokratik bir hakkın kullanımını önlemek için “haber” yapmak yakışıyor mu? Bu tavır gazeteciliğe de, meslek ciddiyetine de, hukuka da aykırı değil mi?
Gazete, bir yandan TRT’nin yetkililerine, “Bakın, Lazlar, anadillerinde TRT’nin yayın yapmasına karşı” demeye çalışırken, diğer yandan da, (“Soğuk Savaş yılları”nın alışkanlığıyla olacak) Lazlara aklınca aba altından sopa göstermek istiyor.
Lazca sadece “haber”de belirtilen yörelerde konuşulmuyor. Lazca, “Doksanüç Harbi”nden (1877-1878) sonra Osmanlı yönetimi dışında kalan topraklardan göç ederek Akçakoca, Karamürsel, Sapanca, Düzce, Yalova vb. muhacir yerleşim merkezlerinden oluşan “diaspora”da yaşayan Lazlar tarafından da konuşulmaktadır.
Gazete, DSP-MHP- ANAP Hükümetinin yaptığı kısmî demokratik düzenlemelerin ardından, AKP Hükümetinin kısıtlı da olsa TRT’de anadil yayınlarını başlatmasını hazmedemiyor. Lazların, TRT’de Lazca, “Kürtçe” ve Çerkesçe yayınlara karşı oldukları yalanını da yazarak, farklı anadilleri olan insanlar arasına aklınca nifak tohumları ekmeye ve birbirlerine karşı kışkırtmaya çalışıyor.
Ortadoğu Gazetesi, Mustafa Kemal’in, 1 Mayıs 1920’de Meclis’te yaptığı konuşmayı hatırlasın : “ … Burada maksut olan ve meclis-i alinizi teşkil eden zevat yalnız Türk değildir. Yalnız Çerkes değildir. Yalnız Kürt değildir. Yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslâmiyedir, samimi bir mecmumadır. Binaenaleyh bu heyet-i aliyenin temsil ettiği, hukukunu, hayatını, şeref ve şanını kurtarmak için azmettiği emeller, yalnızca bir unsur-u İslâma münhasır değildir. Anasır-ı İslâmiyeden mürekkep bir kitleye aittir. ”
Nazım Hikmet’e de kulak versin; “Arheveli İsmail“in şahsında, Lazların Kurtuluş Savaşı’na katkılarını şöyle anlatıyor:
“ …
Ve çok uzak
çok uzaklardaki İstanbul limanında
gecenin bu geç vakitlerinde
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen Laz t a k a l a r ı
hürriyet ve ümit
su ve rüzgârdılar.
… “
Türk Dil Kurumu, Basın Konseyi, Gazeteciler Cemiyetleri ve Hukuk Kurumları, bu “haber” karşısında sessiz kalmamalı; Türkçe’yi imlâ hatasız yazamayan, demokratik bir hakkın kullanımını önlemek için aklınca asparagas haber yapan, oldukça gecikmiş ve kısıtlı da olsa yurttaşlarına anadillerine ilişkin “kültürel haklar” sağlayan Anayasa ve yasaların ilgili maddelerini açıkça ihlâl eden Ortadoğu Gazetesi’nin dikkatini çekmelidir.
(Ali İhsan Aksamaz, 22 Haziran 2004, BİRGÜN GAZETESİ)
+
Bİr “Haber”İn “Türkçe”sİ
TRT’nin Lazca yayın yapmamasıyla bağlantılı son güncel gelişmelere değinmeden önce, Lazlar hakkında kısaca bilgi vermenin, faydalı olacağını düşünüyorum.
“Kolh”lardan, “Laz” adıyla ilk bahseden 1. yüzyıl tarihçisi Plinius olmuştur. 2. yüzyıl tarihçisi Arrianus zamanında Lazlar, (günümüzde Apkhazeti sınırları içinde kalan) Sokhumi’den başlamak üzere “Trabzon”a kadar olan bölgede yaşamaktaydı. Roma / Bizanslıların “Laz” dedikleri bu insanları Gürcüler ve Abhaz-Abazalar “Megrel” olarak adlandırır. Günümüzde ise, Türkiye ve Gürcistan ’da yaşayan ve Müslüman olanları “Laz ”, yalnızca Gürcistan ’da yaşayan ve Hıristiyan olanları ise “ Megrel ” adıyla özdeşleşmiştir. Roma / Bizanslıların “Lazika” dedikleri krallıklarına Gürcüler ve Abhaz-Abazalar “Egrisi” der. Bu krallık, bugünkü Apkhazeti , Megrelya (Samegrelo), İmereti, Acara, Guria’yı içine alıyordu.
1461’e kadar “Trabzon Krallığı”nın yönetimi altındaki “Lazia Teması”nda yaşayan Lazlar, “Rum” yönetimiyle çatışma içindeydi. Bu durum, Lazları Osmanlıların “doğal” müttefiki haline getiriyordu. “Trabzon Krallığı”nın Osmanlıların eline geçmesinden sonra da Lazlar “özerklik”lerini koruyabilmiş ve yerel derebeylerinin yönetiminde yaşamışlardır. Bu “ özerklik ”, görünürde Hıristiyan, özde Pagan olan Lazların, süreç içinde İslâmiyeti kabul etmelerinde kuşkusuz önemli bir faktör olmuştur.
Osmanlı yönetimindeki “Lazistan Sancağı”nda yaşayan Lazlar, 19. yüzyıldaki “Osmanlı-Rus Savaşları” ve Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti’ne tam bir bağlılık göstermişlerdir. Osmanlı Devletinin, Çarlık Rusyası karşısındaki her yenilgisi ve toprak kaybı, Lazları kitlesel göçlerle yüz yüze bıraktı. Marmara Bölgesindeki günümüz “diaspora” sı, işte böyle oluştu. “1915”te ise, Çoruh Vadisinde yaşayan 52 000 Müslüman Acar ve Lazdan yalnızca 7.000’inin hayatta kalabilmesi nüfus kayıpları konusunda önemli bir örnek teşkil eder. 16 Mart 1921 tarihli Moskova Antlaşması sonucunda da aynı coğrafyadan “zorunlu” kitlesel kopuşlar yaşanacaktı.
Lazların Kurtuluş Savaşı’na bağlılığı da tamdı. İşgal İstanbul’undaki yeraltı mukavemet faaliyetlerine aktif olarak gönüllü katılmaları, silah ve mühimmat temini ve bunların Anadolu’ya takalarla kaçırılmasında Lazların kan ve teri nasıl inkâr edilebilir ki?!
Kurtuluş’tan sonra, Lazca’nın geliştirilerek gelecek kuşaklara kurumsal olarak aktarılması şöyle dursun, bazı dönemlerde konuşulmasının bile engellenmeye çalışıldığını biliyoruz. Yıllar sonra Türkiye’nin diğer anadilleri için tam bir umut doğdu derken, bu kez de TRT’nin haksızlığına uğranılıyor; Abazaca ve Gürcüce ile birlikte Lazca yayın da yapmıyor.
Bu gelişmeler sırasında gözler, parlamento üyesi ve anadilleri Abazaca, Gürcüce veya Lazca olan veya en azından o anadillerini konuşan ailelerden gelen milletvekillerini arıyordu. Basına yansımasa da, yine de bu milletvekillerinin çeşitli teşebbüslerde bulundukları umut ediliyor!
İşte tam da bu hayal kırıcı ortamda, Rize eski milletvekili Mehmet Bekâroğlu, bir basın açıklamasıyla yüreklere su serpti. 9 Haziran’daki açıklaması, gerektiği kadar etki yapmadı. Televizyon kanalları ilgi göstermedi; kendisiyle görüşmeler yapılmadı. Oysa, basın mensupları Bekâroğlu’nun bu açıklamasının ardından, kendisine en azından Lazca ve Gürcüce haberleri TRT’de kimin hazırlayıp sunacağı, bu konuda Gürcistan Cumhuriyeti’nde Gürcüce ve Lazca alanında yetişmiş dilbilimci, program yapımcıları ve spikerlerden nasıl faydalanılabileceği gibi konularda da sorular yöneltebilirlerdi.
Bekâroğlu’nun yaptığı haklı çıkışının, anadilleri Lazca olan diğer politikacılar tarafından da bir şekilde takip edilmesi söz konusu olabilirdi. Bu ise “bazıları” tarafından hoş karşılanmıyor, bunun önünün kesilmesi isteniyordu. Bir mesaj verilmeliydi! Bekâroğlu’nun açıklamasının hemen ardından, Milliyet Gazetesi gibi “Türkiye’nin diğer anadilleri”ne saygıyla yaklaştığı gözlenen bir gazetede, 13 Haziran 2004 tarihinde oldukça kısa, ancak “işin ehli” tarafından “özenle” hazırlanmış “Lazlar, özel yayına karşı” başlıklı bir “haber” yayınlandı.
Bu “haber” ertesi günü, çok kötü bir Türkçe ile allanıp pullandırılmış olarak Ortadoğu Gazetesi’nde de yayınlandı. Milliyet Gazetesi’nin “haber”i bu yönüyle de ilgi çekici!
Lazca’nın, “93 Harbi”nden (1877-78) sonra Akçakoca, Karamürsel, Sapanca, Düzce, Yalova vb. yerleşim birimlerinde oluşan “Laz diasporası”ında toplu olarak yaşayan yurttaşlar arasında da, ekonomik sebeplerden dolayı gerek Doğu Karadeniz Bölgesi’nden gerekse de belirtilen bu “diaspora”dan göç edip İstanbul gibi büyük şehirlerde dağınık olarak yaşayan yurttaşlar arasında da konuşulduğunu göz ardı eden bu “haber”in kim veya kimlerle konuşularak hazırlandığı belli değil! Bu “haber”i kimin yaptığı belli değil! “Haber”in “mahrec”i de belli değil! Hem bütün bunlar belli bile olsa, sayıları milyonla ifade edilen insanlar arasından, varsa bazı insanların Lazca yayına karşı olmaları, bütün Lazların tavrı gibi değerlendirilebilir mi? Hepsinden de önemlisi, yasaların tanıdığı bir hakkın, hak tanınanlardan bazılarına kullandırılmaması yönünde bir gazete kamuoyu oluşturulması için “haber” yapar mı? Böyle bir durumda yapılan iş gazetecilik olur mu?! “Uzman işi” bu “haber”, Milliyet Gazetesi’nin bu konudaki çizgisine uymamasına rağmen, nasıl yayınlandı?! Bu gazetenin yetkilileri acaba bunun farkında mı? Bu “haber”e göre; TRT’nin Lazca yayın yapması ayrımcılıkmış! Bu “haber”, yalnızca bütün Lazlar TRT’nin Lazca yayın yapmasına karşıymış gibi göstermekle kalmayıp, Lazları “Kürtçe” ve Çerkesçe yayınlara karşıymışlar gibi de gösteriyor. Böylelikle Kürt ve Çerkeslerle Lazlar arasına düşmanlık tohumları da saçılmak isteniyor. Böyle “haber” olur mu?
Bu “haber”in, Bekâroğlu’nun açıklamasının hemen ardından yayınlanması sebebiyle, ilk bakışta O’na bir cevap olduğu değerlendirilebilirse de, asıl hedef Lazca ‘dır. Bekâroğlu’nun açıklamasında Lazca’nın yanı sıra Gürcüce’yi sahiplenmesi de, “haber”i hazırlayanın hoşuna gitmiyor. İki kardeş dil, yani Lazca ve Gürcüce yan yana görülmek istenmemektedir. Bekâroğlu’nun demokratik hakkını kullanmak için yaptığı açıklamanın ardından yayınlanan bu ”haber”, bu gerçeği bir kez daha açığa vurmuştur. Açıklamasının hemen ardından, önce Milliyet Gazetesi’nde sonra da Ortadoğu Gazetesi’nde çıkan bu “haber”, Lazca’nın tutarlı savunuculara ve dostlara her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğunu göstermektedir.
Ali İhsan Aksamaz, 4 Temmuz 2004, Radikal Gazetesi- RADİKAL İKİ)
+
Osmanlı’nın SON DÖNEMİNDEKİ Sİyasî Parti Programlarında ANADOLU’nun Anadİllerİ
Eğitim Sen, tüzüğünün 2. maddenin “b” şıkkında yer alan, “ (Eğitim Sen) … bireylerin anadillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur.” ifadesinden dolayı yargılanıyor. Bu gelişme beni, bu sendikanın 1997’de yayınladığı kitaptan, çok önceden aldığım notları tekrar gözden geçirmeye sevk etti. Bu notları, Eğitim Sen ve “anadil” konusu güncel olduğundan sizlerle de paylaşmak istedim.
Sözünü ettiğim kitap İsmail Aydın’ın bir çalışması ve “Eğitim Sen Yayınları Güncel Sorunlar Dizisi”nden yayınlandı. “Siyasî Parti ve Hükümet Programlarında Eğitim- Öğretim & Öğretmenler (1908- 1997)” başlıklı bu çalışma Cumhuriyet öncesi bazı siyasî parti programlarında “anadili” konusuna ilişkin yaklaşımlarını da aktarıyor. “Anadili”nin pek açık bir tanımının yapılmamış olduğu bu siyasî parti programlarda şu terimlerle karşılaşıyoruz: “Kavim dili”, “azınlık dili”, “yöresel dil”, “diğer halkların kendi dilleri”, “yörenin dili”, “yöredeki nüfus çoğunluğunun dili”, “yörenin anadili” vb. Yine bu siyasî parti programlarında, “anadili” eğitim-öğretiminin mi, yoksa “anadili”nde eğitim-öğretimin mi hedeflendiğinin açık olmadığını da görüyoruz. Bu siyasî partiler, programlarında ister “anadili” eğitim- öğretimini, ister “anadili”nde eğitim-öğretimini kastetmiş olsunlar, bütün bunları hangi personelle ve kendilerini yetiştirecek hangi kurumlarla yapacaklarını da yine belirtmiyorlar. İsmail Aydın’ın bu çalışmasının yanı sıra, ilk baskısı Doz, ikinci baskısı Çiviyazıları Yayınları’ndan çıkan Fuat Dündar’ın “Türkiye Nüfus Sayımlarında Azınlıklar” başlıklı kitabının anadil konusuna ilgi duyanlara önemli katkılar sunacağını da belirtmek isterim.
İttihat ve Terakki Fırkası’yla başlayalım. Bu partinin 1909 Programının 9. maddesi şöyle diyor: “Özgür eğitim-öğretim partimizin ilkesidir. Osmanlı vatandaşı özel okul açmakta, öğrenim görmede özgürdür. Osmanlı ülkesindeki tüm okullar devletin gözetim ve denetiminde olacaktır. Uygulayacakları programlarda birliktelik Maarif Bakanlığınca sağlanacaktır.
İlkokul parasız ve zorunludur. Anaokullarında Türkçe öğretim yapılırken ilkokullarda eğitim her kavmin kendi dilinde yapılacaktır. İlkokulların masrafları ile öğretmenlerin maaşları yöre ve cemaatlere ait olacaktır. Devletin eğitim gideri olarak topladığı vergiler mahalli bütçelere devredilecektir…”
İttihat ve Terakki Partisi’nin 1913 Programının 41. maddesi de şöyle diyor: “Eğitim görmek her Osmanlı vatandaşının hakkıdır. Özel ve Cemaat Okulları devletin gözetim ve denetimine tabidir. Devlet okullarında ilköğretim zorunlu ve parasızdır. Türkçe resmi dil olarak okutulurken, her azınlık kendi diliyle de eğitim verebilir…”
1908’de kurulmuş olan “Osmanlı Ahrar Fırkası”nının Programın 19. maddesi konuya şöyle yaklaşıyor: “İlköğretim zorunludur. Bütün genel ve özel okullarda eğitim dili Türkçe’dir. Yöresel dil ikinci planda yer alacaktır.”
1909’da kurulmuş olan Osmanlı Demokrat Fırkası Programının 9. konuya şöyle yaklaşıyor: “Ayrılıkçı girişimleri taşımamak koşuluyla ilkokullarda yöresel dil (Anadili) kullanılacaktır…”
1910’da kurulmuş olan Ahali Fırkası programının 16 maddesi konuya şöyle yaklaşıyor: “Devletin resmî dilinin Türkçe olması nedeniyle okul ve medreselerde Türkçe eğitimine devam edilecektir. Devletin resmî dininin İslam olması nedeniyle de Arapça öğretimine özel önem verilecektir. Diğer halkların dillerinde eğitim yapmaları serbesttir.”
1911’de kurulmuş olan Hürriyet ve İtilâf Fırkası ise, programının 20. maddesinde şunları yazıyor:” Köy okullarında ve genel olarak ilkokullarda eğitim yörenin diliyle (anadilde) yapılacaktır.
1912’de kurulmuş olan ve kurucuları arasında Türkçü (Turancı) görüşleriyle bilinen Yusuf Akçora’nın da bulunduğu Millî Meşrutiyet Partisi, programının 33. maddesinde şu görüşlere yer vermektedir: “… Bütün ilkokul, ortaokul ve İlköğretmen okulları özel kanunlarla il Genel Meclislerine devredilecektir.
İlköğretim parasızdır. Zorunlu ilköğretimin fiili olarak uygulanılmasına çaba gösterilecektir.
Her nahiye merkezinde ilkokul binalarının önem sırasına göre yapılmasına öncelik verilecektir. Yöredeki ilköğretim o yöredeki nüfus çoğunluğunun diliyle yapılacaktır.
Ancak devletin resmî dili olan Türkçe de bu okullarda mutlaka öğrenilecektir. İlk ve ortaokullara öğretmen yetiştiren Darülmuallimler ihtiyaç ölçüsünde açılacaktır.”
1918’de kurulmuş olan Teceddüt Fırkası, programının 113. maddesinde konuya ilişkin yaklaşımını şöyle ifade ediyor: “Devlet ilkokullarında resmî dil öğretimi zorunlu olmakla birlikte yörenin anadilinde öğretim yapılacaktır.”
“CHP’nin tek parti yönetimi”, ulusal sanayinin kapitalist üretim ilişkileri ve kurumlarını geliştiremedi. Yerel üretim ilişkilerini tasfiye edemedi. Yerel üretim ilişkilerinin ortaya çıkarmış olduğu ve beslediği dilsel ve kültürel farklılıkları “doğal” bir yok oluş sürecine sürükleyemedi. Bunun yerine dilsel ve kültürel farklılıkları doğal olmayan bir yolla, yani resmî ideoloji ve tarih tezleriyle ortadan kaldırmaya çalıştı. “CHP’nin tek parti yönetimi” ve “Soğuk Savaş yılları” boyunca Türkiye’nin “çok dilli” bir ülke olduğu gerçeği kabullenilmek istenmedi. Türkçe’nin resmî dil olmasının yanında, “konuşanları sayıca (daha) az diller” veya “yerel diller”in de varlıklarını sürdürebilmeleri ve kurumsallaşmalarının, “uluslaşma” önünde bir engel teşkil etmeyeceği görülmedi. Üstelik bazı dönemlerde, bu anadillerin konuşulmalarına yönelik baskılar bile uygulandı.
Eğitim Sen’in, Türkiye’nin diğer anadilleri konusundaki bu anlamlı mücadelesi, herkesi düşündürmeli ve birlikte bu anadilleri için somut adımlar atılması için bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Eğitim Sen de, TRT’nin yayın yapmadığı diğer anadillerinde de yayın yapılması için kampanyalar açmalı, bu dillerde sözlük ve çocuklar için masal kitapları hazırlanması için gönüllü çalışma grupları oluşturmalıdır.
(Ali İhsan Aksamaz; 23 Temmuz 2004, BİRGÜN GAZETESİ)
+
Anadil Yönetmelikleri ve Gerçek
Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde DSP-MHP-ANAP Hükümetinin hazırladığı “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”un (Kanun No: 4771; Kabul tarihi: 03.08.2002- Resmi Gazete: 09.08.2002/ 24841) yürürlüğe girmesinin ardından, “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerin Öğrenilmesi Hakkındaki Yönetmelik” ( Resmi Gazete: 20.09.2002/ 24882) ve “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınlar Hakkındaki Yönetmelik” (25.01.2004/ 25357) de yürürlüğe girdi. Oldukça uzun başlıkları olan bu yönetmeliklerden ilki için ben, bu makalemde, “Kurs Yönetmeliği”, diğeri için de “Radyo-TV Yönetmeliği” ifadelerini kullanacağım.
Öncelikle her iki yönetmeliğin başlığında geçen ifadelere dikkat çekmek istiyorum. “… Günlük Yaşamlarında…” ne anlama geliyor? Dil, günlük yaşam dışında başka nerelerde kullanılabilir ki, bu ifadeye ihtiyaç duyulmuş? “… Geleneksel Olarak Kullandıkları…” ifadesi de oldukça ilginç. Bu ifadeyi yazanlara sormak lâzım: Ne kadar Geleneksel? Örneğin, Anadolu’nun yerli dilleri Arapça, Gürcüce, Hemşince , Kırmanci, Lazca, Pontusça, Rumca, Süryanice, Zazaca vb. anadiller kadar mı geleneksel?! Yoksa Anadolu’ya göçmen Abazaca, Adığece, Arnavutça, Boşnakça, Çeçence, İnguşça, Kabardeyce, Karaçay(lı)-Balkar(lı)ca, Kumukça, Ladino, Lakça, Pomakça vb. anadiller kadar mı geleneksel?!
“… Farklı Dil ve Lehçeler…” ifadesi ise, bu yönetmelikleri yazanların oldukça paradoksal bir yaklaşım içinde olduklarını gösteriyor. “Dil” ve “lehçe” kavramlarının oldukça göreceli kavramlar olduğunu belirtmeliyim. Konumuzla bağlantılı olarak sorarsak, bir anadilinin dil mi, lehçe mi olduğuna kim, nasıl karar veriyor? Örneğin, Kırmanci ve Zazaca dil mi, lehçe mi? Hangisi hangisinin lehçesi? Çeçence ve İnguşça ile ilgili aynı soru sorulabilir? Ladino, İspanyolca’nın mı, Türkçe’nin mi, İbranice’nin mi lehçesi? Ya Adığece, Kabardeyce ilişkisine ne diyeceğiz? Abazaca ile Abhazca ilişkisi nasıl açıklanacak? Dil ve lehçe ilişkisine göre, Gürcüce ile Lazca, Hemşince ile Ermenice, Pontusça ile Rumca arasındaki ilişki nasıl tanımlanacak?
Kuşkusuz bu tür düzenlemelerde kanun ve yönetmeliklere bir başlık verilmeli. Anadillerle ilgili bu yönetmeliklerde, “Türkiye’nin Diğer Anadilleri” başlığı en uygun başlık olarak kabul edilebilirdi. Gerek “Kurs Yönetmeliği” ve gerekse de “Radyo-TV Yönetmeliği”nde en başta da, yine “Farklı Dil ve Lehçeler” ifadesi yerine, bu anadiller tek tek sayılmalıydı. Eğer şeklî ifadelerin dışında bir takım sınıflandırmalara ihtiyaç duyuluyorsaydı, bu anadiller “yerli-göçmen”, “toplu olarak- dağınık olarak konuşulanlar”, “Nüfus sayımlarında yer alan- hiç yer almamış” gibi veya konuşanlarını (“tahminî” ) sayısına göre vb. sınıflandırılabilirdi.
Genel olarak Kurs yönetmeliklerinin işi zora koşucu, kısıtlayıcı, şekilci, bürokrasiye önem verir özellikte olduğunu biliyoruz. “Amaç” bölümündeki 1. madde, yönetmeliğin amacını şöyle açıklıyor: “Bu Yönetmeliğin amacı, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesine ilişkin 8/6/1965 tarihli ve 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununa göre açılabilecek özel kursların açılış, işleyiş ve denetim esaslarını düzenlemektir.”
Başta, bu “dil ve lehçeler”in adları yazılmalıydı. Yine bu “dil ve lehçeler”, madem konuşuluyor, neden ve kimlere öğretileceği de açıkça belirtilmeliydi!
Bu yönetmeliğin “en ilgi çekici” maddesi, “Görevlendirme” ilgili olan 7. madde. Şöyle diyor: “Açılmasına izin verilen kursta; müdür, müdür yardımcısı, öğretmen ve usta öğretici ile diğer personel görevlendirilir.
Çalışma izni verilecek personelin, 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu ile Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinde belirtilen nitelik ve koşulları taşıması, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olması, Talim ve Terbiye Kurulunca belirlenen nitelik ve koşullara sahip olması gerekir.
Görevlendirilecek personele 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanununun 23 ncü maddesi ve Milli Eğitim Bakanlığına Bağlı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliğinin ilgili madde hükümlerine göre çalışma izni verilir…”
Bu madde, bu kadar açıklamada bulunmasına rağmen, anadillerini bilmeyen insanlara ders verecek öğretmenlere ilişkin somut bir bilgi vermiyor. Yakın zamana kadar yok sayılan dillerde ders verecek öğretmenlerin nereden sağlanacağı açıkça belirtilmeliydi.
“Kurs Yönetmeliği”, derslerde kullanılacak alfabe ve ders materyallerine ilişkin de bilgi vermiyor. Örneğin derslerde “Kuzey Kafkasya Dilleri”nin yazımında (Kuzey Kafkasya’da olduğu gibi) “Kiril Alfabesi”ni, “Güney Kafkasya Dilleri”nin yazımında (Gürcistan ’da olduğu gibi) “Kartuli Anbani”yi ve Zazaca ve Kırmanci dillerinin yazımında, (Orta Doğu’da olduğu gibi) “Arap Alfabesi”ni kullanmayı da isterlerse, ne olacak? Ya da “o bölgelerde” hazırlanmış kitapları aynen veya küçük değişikliklerle kullanmak isterlerse, yetkililerin tavrı ne olacak? Bütün bunlar, bu yönetmelikte yer alabilirdi. Bu yönetmeliğin, yurttaşların gerçekliklerinden hareketle değil, bürokrat zihniyetle ve üstelik de baştan savma hazırlandığının bir göstergesidir.
“Kurs yönetmeliğinin” başlığı gibi bu yönetmeliğin başlığı da aynı eleştirilerimizin muhatabı. Ancak bu yönetmeliğin içeriği daha da ”ilginç”. Bu yönetmeliğin 5. maddesinde yer alan, “Bu dil ve lehçelerde sadece yetişkinler için haber, müzik ve geleneksel kültürün tanıtılmasına yönelik yayınlar yapılabilir.” ve “Bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik yayın yapılamaz.” ifadesi, yıllarca yasaklanan anadillere sözde özgürlük vermek için hazırlanan bu yönetmeliğin nasıl yasakçı bir zihniyet taşıdığını gösteriyor. Çocukları, ruhen ve bedenen gelişmeleri konusunda korumayan, gerekli tedbirleri almayan bir anlayış, bu çocukları anadillerine karşı, vebadan uzak tutmaya çalışır gibi davranmakta, kafalarda bugün bile karantinalar oluşturmaya çalışmaktadır. Anadilde radyo-TV yayınlarını yalnızca “yetişkinlere” yönelik bir çizgide tutmaya çalışmak nasıl bir ruh halinin tezahürüdür?! Çocuk yetişkin olmayacak mı? Yetişkin bir zamanlar çocuk değil miydi? Günümüzün yetişkini, çocukluğunda anadilinin konuşulmasının bile çeşitli şekillerde yasaklandığını bilmiyor mu? Günümüzün çocuğu, ileride yetişkin olunca bu “komik uygulamaları” sorgulamayacak mı?
Yine aynı maddede yer alan,” Kamu ve özel ulusal yayın lisansı sahibi radyo ve televizyon kuruluşları, bu dil ve lehçelerdeki yeniden iletim konusu yayınları da dahil olmak üzere; radyo kuruluşları günde 60 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam beş saat, televizyon kuruluşları ise günde 45 dakikayı aşmamak üzere haftada toplam dört saat yayın yapabilirler.” hükmü ise süre açısından da bir kısıtlayıcılık göstergesidir.
Aynı maddedeki, “Bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik yayın yapılamaz.” şeklindeki vurgu üzerinde uzunca düşünmeyi gerektiriyor. TRT’nin eğitim-öğretime ayırdığı televizyon kanallarından biri,”TV 4”, İngilizce, Fransızca, Almanca öğreten yayınlar yapıyor. Ama bu ülkenin yurttaşlarının kendi anadillerini öğrenmelerine ve geliştirmelerine yönelik yayınların yapılması daha baştan engellenmeye çalışılıyor. Doğaldır ki, TRT’nin TV ve radyo kanallarında, bu saydığımız Batı Dilleri de, İspanyolca, Rusça, Çince de ve diğer Batı dilleri de öğretilebilmelidir.TRT’nin TV ve radyo kanallarında Türkiye’nin diğer anadilleri de öğretilebilmelidir. Bu ülkenin yurttaşlarının anadilleri TRT’nin TV ve radyo kanallarında öncelikle öğretilmelidir!
- madde “altyazı ve tercüme konusunda ise şöyle diyor: “Bu dil ve lehçelerde yeniden iletim konusu yayınlar dahil, televizyon yayını yapan kuruluşlar bu yayınlarını içerik ve süre açısından bire bir olmak kaydıyla, Türkçe alt yazıyla vermekle veya hemen akabinde Türkçe tercümesini yayınlamakla, radyo yayını yapan kuruluşlar ise programın yayınlanmasını takiben Türkçe tercümesini yayınlamakla yükümlüdür.”
Bu kadar kısıtlayıcı hükümler getiren bir yönetmeliğin, “Türkçe tercümesi…” ile neyi kastettiğini açıkça belirtmesi gerekirdi! Örneğin; tercümeler 1930’ların Türkçesi’yle yapılırsa ne olacak?!
Yarın bir gün, bir uluslararası firma, bu anadillerinden birinde veya hepsinde reklam hazırlayıp bu anadillerdeki programlar kuşağında yayınlatmak isterse ne olacak? Yönetmelik bu konuya değinmeyi unutmuş!
- maddede yer alan ifade ise yurttaşlara güvenmemenin açık bir tezâhürü: “… Yayın kuruluşları farklı dil ve lehçelerde yaptıkları yayın süresince stüdyo düzeni, mevcut logo, ses efekti ve tanıtıcı ses işaretleri dışında simgeler yer vermemekle yükümlüdürler. Gerektiği takdirde, sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin simgesi niteliğindeki görüntü ve işaretler kullanılabilir.”
Geçici 1. madde ise “teknik bir konu”ya değiniyor: “Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin izleyici-dinleyici profili belirleninceye kadar bu dil ve lehçelerdeki yayın sadece kamu ve özel ulusal yayın kuruluşları tarafından yapılır.
Üst Kurul ülke çapındaki talepler yanında, gerekli araştırmalar yaptırarak izleyici-dinleyici profili çıkarır.”
Burada geçen “ulusal yayın” tanımı, “tanımlar” bölümünde şöyle açıklanıyor: “Bütün ülkeye yapılan, radyo, televizyon ve veri yayını…” Aynı bölüm, “Bölgesel Yayın” kavramını da tanımlıyor:” Birbirine komşu en az üç il ve en çok bir coğrafi bölge alanının asgari yüzde yetmişine yapılan radyo, televizyon yayını…” “Yerel Yayın” ise şöyle tanımlanıyor: ” Mülki taksimat itibarıyla en az bir ilçe ( merkez ilçe dahil) veya bir ilin alanının en az yüzde yetmişine yapılan radyo, televizyon ve veri yayını.”
“İzleyici-dinleyici profili” hangi kıstaslara göre çıkartılacak? Türkiye’nin bütün anadillerinin şu ya da bu oranda ülkenin hemen her yerinde konuşulduğunu biliyoruz. “İzleyici-dinleyici profili” çalışmalarından, anadiller aleyhine çıkacak her türlü sonucun birçok bakımdan şaibeli olacağına kuşku yok. Bu yönetmelik çerçevesinde TRT, beş anadilde 7 Haziran 2004 Pazartesi günü radyo ve TV yayınlarına başladı Bu anadiller TRT’nin yayın sırasına göre şöyleydi: Boşnakça, Arapça, Kırmançi, Çerkesce ve Zazaca . TRT’nin bu anadillerdeki yayınları; içerik, süre, yayınlandıkları saatler vb. açılardan eleştirilere uğradı. Ancak öncelikle üzerinde durulması gereken konu, yayın yapılan anadillerinin sayısının neden beş ile sınırlandırıldığıdır. TRT’nin neden Abazaca, Arnavutça, Gürcüce, Pomakça, Lazca gibi anadillerinde de radyo ve TV yayını yapmadığı çok yazıldı, çizildi. Yurttaşlar bu konuda dilekçe haklarını da kullandılar, ama TRT hep sessiz kalmayı tercih etti.
Öncelikle önemli olan TRT’nin, yani devletin, radyo ve televizyonda Türkiye’nin yaşayan diğer anadillerinde yayın yapmasıdır. Bugüne kadar “Siyasî Otorite” tarafından yok sayılan; değil kurumsallaşmaları, bazı dönemlerde konuşulmaları bile engellenen bu anadilleriyle otoritenin barışması ve hataların tamiri yönünde adımlar atılması önemli bir başlangıç olacaktır. TRT, yayın yaptığı anadillerin sayısını olması gerektiği sayıya çıkartmalıdır. Bunu yaparken, programların içeriği, süresi, yayınlanma süresi, sunuluş şekilleri, yayın saatleri vb. konularda bu anadillerden yana olumlu düzenlemelere gitmelidir.
Türkiye’nin diğer anadilleri denilince, akla birçok soru geliyor. Bunlardan biri, Türkiye’nin kaç tane diğer anadiline sahip olduğudur. Bu soruya sağlıklı bir cevap verebilmenin bile oldukça zor olduğu aşikârdır. Çünkü, resmî anlayış, “Türkiye’nin diğer anadilleri” gibi bir sosyal gerçekliği, yönetmeliklerin ruhundan da anlaşıldığı gibi tanımamaktadır. Bunun yanı sıra, “Muhalif Kesimler”in de bu konuya ilişkin değil somut çözüm projeleri, kökü çok eskilere dayanan böyle bir pedagojik özlü bir demokrasi sorununun bulunduğuna dair bir tespitleri bile yoktur; yeri geldiğinde sloganik ve ajitatif birkaç cümle ve “Ustalar’dan alıntılar”la o andaki durumlarını kurtarma çabasındadırlar.
Türkiye’nin diğer anadilleri konusunda öncelikle yapılması gereken, böyle pedagojik özlü bir demokrasi sorunun bulunduğunun “Siyasî İrade” tarafından tespit edilmesi, ardından da bu sorunun çözümü için projeler üretecek yerli ve yabancı uzmanlardan komisyonların oluşturulmasıdır. Ancak böylelikle bu anadillere yıllardır yapılan haksızlıkların önlenmesi yolunda kalıcı adımlar atılabilir ve bu anadillerin kurumsallaşarak gelecek kuşaklara aktarılmaları sağlanabilir.
Günümüzdeki somut uygulamalarla ilgili olarak da, Türkiye Cumhuriyeti’nin imzacısı olduğu ve dolayısıyla da uygulayacağını taahhüt ettiği, anadilleri konusuyla direkt bağlantılı uluslararası antlaşmalar, sözleşmeler vb. açısından gerek “Kurs Yönetmeliği” gerekse “Radyo-TV Yönetmeliği”nin “Hukuk”a uygunluğunun irdelenmesi, kuşkusuz Baro ve “Hukukçular”ın bilgi alanına giriyor. Böylelikle, bu yönetmelikler çerçevesinde, “Anadil Kursları”na yönelik Millî Eğitim Bakanlığı’nın uygulamaları ve “Türkiye’nin diğer anadillerindeki radyo-TV yayınlarına” yönelik TRT Genel Müdürlüğü’nin uygulamaları “Hukuk” açısından değerlendirilebilecek ve varsa hukuk dışı uygulamalardan sorumlu kişi ve kurumlar hakkında tez elden yasal işlemlerin başlatılması için zaman kaybedilmemiş olacaktır.
Konuya taraf olan vakıf, dernek ve kişilerin de içinde yer alacağı özerk yapıdaki bir“Anadillerini Planlama Kurumu” bir nüve olarak çalışmaları başlatabilir. Anadilleri ile ilgili bütün çalışmaları tek elden yürütecek böyle bir kurum öncelikle oluşturulmalıdır. Bu kurum, anadillere ilişkin olarak demokratik özlü ve telâfi edici genel bir yönetmelik hazırlamalıdır. Bu bağlamda, ”anadil sorunu”, anlaşılır ve bizim olan terimlerle tartışılmalı ve bu alanda bir literatür oluşturulmalıdır.
Daha sonra öncelikle, “Türkiye’nin diğer anadilleri envanteri” çıkarılmalıdır. Bu yapılırken, yalnızca Türkçe ile hiçbir akrabalığı olmayan ve sıklıkla bu makalemde adını andığım anadilleri değil, Azerice, Kazakça, Kırgızca, Özbekçe, Tatarca, Uygurca gibi “kimileri” tarafından Türkçe’nin lehçeleri sayılan diller de dikkate alınmalıdır. Biliyoruz ki, nüfus sayım sonuçlarında adı geçen anadillerin en az iki katı kadar daha anadili Türkiye’de konuşulmaktadır; bunlar, ad olarak ve kullanıldıkları yöreler olarak tespit edilmelidir. Oluşturulacak ilgili komisyonlar bu anadilleri için “Latin Alfabesi”ne dayanan alfabeleri oluşturmalıdır. Ardından da, ilk aşamada en az on bin kelimelik temel Türkçe kelime dağarcığı tespit edilmeli ve buna göre bu anadillerin sözlükleri oluşturulmalıdır. Bu sözlükler (varsa diğer alfabeleriyle ve) Latin alfabesine dayalı alfabeleriyle yayınlanmalıdır. Yapılacak yazılı, sözlü ve görsel yayınlar mümkün olduğunca bu sözcük dağarcığına dayanmalıdır. İlk etapta ilköğretim birinci sınıf öğrencilerinin düzeylerine uygun masal kitapları ve çizgi filmler radyo ve TV yayınlarında da kullanılabilecek şekilde hazırlanmalıdır.
Bütün bunlarla eşzamanlı olarak, bu anadillerle ilgili çalışmaları yürütecek, yani; masal kitapları, ilköğretim öğrencilerinin düzeylerine göre “sosyal bilgiler” ve “fen bilgisi“ vb. kitapları, çizgi filmler, tiyatro eserleri, radyo- TV programlarını hazırlayıp sunacak, gazete ve dergileri yayınlayacak personelin yetiştirilmesi sağlanmalıdır. Bu personelin yetişmesinde, bu anadillerle ilgili ve/ veya çalışmalar yapan ülkelerin akademik personelinden de faydalanabilir.
Ancak, bütün bu personelin yetişmesi ve alanlarında çalışmalar yapması ve oluşacak demokratik tartışma ortamından sonra, “anadil eğitim- öğretimi mi?”, “anadilde eğitim- öğretim mi?” tartışmalarının da, anadil kurslarının da, radyo-TV yayınlarının da bir anlamı olabilir. Gerek bu konularda personel yetiştirilmesi gerekse de yazılı, görsel, işitsel vb. her türlü materyalin hazırlanmasındaki bütün harcamalar, kuşkusuz ilgili devlet kuruluşları tarafından karşılanmalıdır. Bu şekilde hareket edildiğinde ve konuşanlarının sayılarına bakılmaksızın, Türkiye’nin konuşulan bütün diğer anadillerine aynı mesafede durularak yürütülecek çalışmalar, demokratikleşme yolunda önemli kazanımlar sağlayabilir, yurttaşlık bağlarının pekiştirilmesine katkıda bulunabilir ve “etnik” aidiyetleri temel alan örgütlenmelerin önüne geçebilir.
(Ali İhsan Aksamaz, 6 Eylül 2004, Ülkede Özgür GÜNDEM Gazetesi)
+
TENGİZ ABULADZE’nin pişmanlığı
“CNBC-E”de saat 22:00’de gösterilen filmleri elimden geldiğince kaçırmamaya gayret ederim. 24 Mayıs 2004 Pazartesi akşamı, bir kanaldan diğerine “zaping” yaparken, “Repentance” adlı bir filmin yine aynı saatte gösterime gireceğini öğrendim. Daha zaman vardı, bir kanaldan diğerine tekrar dolaşmaya başladım.
Neden sonra tekrar “CNBC-E”ye döndüğümde, bir adamın afiyetle pasta yediği sahneyle karşılaştım. Film başlamıştı. Doğrusunu isterseniz, adından dolayı filmin İngiliz veya Amerikan yapımı olduğunu zannettim ilk önce. Diyaloglar başlayınca filmin bir “Batı Dili”nde olmadığını anladım. Çok geçmeden de filmin az çok aşina olduğum bir dilde olduğunu fark edince yerimden sıçradım. Gözlerim, kulaklarım daha da açıldı. Kan dolaşımım hızlandı. Gözlerim buğulandı.
Gözlerime ve kulaklarıma inanamıyordum. Bu, Türkçe alt yazılı Gürcüce bir filmdi. Bütün dikkatimi toplayarak filmi izlemeye başladım. Bir yandan filmde söylenenleri anlamaya diğer yandan da “diğer sinemalar”la bir karşılaştırma yapmaya çalışıyordum. Ben bir sinema eleştirmeni değilim, ama Gürcistan Sineması’nın ulaştığı noktanın beni şaşırttığını belirtmeliyim.
Başta nasıl filmin Gürcistan Sineması’na ait olduğunu bilmiyorsam, filmin sonunda da ne yönetmeni ve ne de yapım yılı hakkında bilgim vardı.
Ertesi gün ilk işim oturduğum semt olan Fatih’teki bir internet kafeye gitmek oldu. Amacım film hakkında biraz bilgi toplamak ve bana esas olarak diliyle duygulu anlar yaşatan bu film hakkında yine diliyle ilgili bir makale yazmaktı.
“CNBC-E”nin internet sitesine girdim ve film hakkında bilgi almaya çalıştım. 1984 yapımı imiş. Yani 20 yaşında olan bir film. “Sovyet” sansürüne uğramış. Film ancak 1987 yılında gün ışığına çıkabilmiş ve Cannes’da jüri özel ödülünü almış (ki bu benim umurumda bile değil). Filmin yönetmeni ise Tengiz Abuladze. Filmin konusu hakkında da aynı sitede kısaca şu bilgi veriliyor: “Stalin ile Hitler arası despot bir politikacı vali Varlam Aravidze öldüğü zaman oğlu büyük bir ideolojik kavga ortasında kalır.”
Amacım, filmin diline yani Gürcüce’ye dikkat çekmek. Gürcüce, Gürcistan ’ın resmî dili. Yine Gürcüce, Türkiye’de yaşayan Gürcü ve “Çveneburiler”in de dili. Türkiyeli Gürcü ve “Çveneburiler”den kaçının önceden bu filmden haberi oldu, bilmiyorum. Haberi olup da filmi izleyen Türkiyeli Gürcü ve “Çveneburiler”den kaçı bu dili anladı, onu da bilmiyorum.
Gürcüce, kendi alfabesiyle kendi doğal coğrafyasının çok önemli bir bölümünde Sovyet yönetiminin sağladığı imkânlarla bugünkü düzeye ulaştı. Eğer Gürcistan , 1921’de Sovyetler Birliği’ne katılmayıp da “Batı şemsiyesi” altına girseydi, bugüne ulaşabilir miydi? Bu durumda Gürcistan Gürcücesi, Türkiye’deki Gürcüce’nin haline mi gelirdi? Bunu da şimdi bilmek mümkün değil. Zaten bu konuyu tartışmanın da kimseye pek faydası yok. Ancak, Sovyetler Birliği’nin 15 birlik cumhuriyetinden biri olan Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne, diğer cumhuriyetlere olduğu gibi, Sovyet yönetiminin “yönlendirilmiş evrim” ile eğitim, sağlık, mesken, iş güvenliği vb. konularda sağladığı imkânlar unutulmamalı. Sovyet yönetiminin Dil politikası unutulmamalı.”Doğal” olan gelişmelerin sonucu değil, sağlanan imkânlarla Gürcistan Gürcücesi, Türkiye Gürcücesi’nin durumuna düşmemiştir.
Dediğim gibi konumuz dil. Ben bu konuda bir karşılaştırma yapmak ve Türkiye’deki Gürcüce’nin ve diğer kardeş dillerin durumuna dikkat çekmek istiyorum.
Biraz gerilere dönüp Gürcüce gibi Türkiye’nin diğer anadillerinin kendi doğal konuşulma alanlarında ne gibi baskılarla karşılaştıklarını hatırlamakta yarar var. Bilindiği gibi, “CHP’nin tek parti yönetimi”, ta başından beri Türkiye’nin Türkçe’den başka diğer anadillerinin varlıklarını tanımaya yanaşmadı. Bu dillerin gelişmeleri ve kurumsallaşarak sonraki kuşaklara yazılı olarak aktarılmaları engellendi. Bütün bunların da ötesinde, bu dillerin o günkü halleriyle bile konuşulmaları bazı dönemlerde yasaklanmaya çalışıldı. “CHP’nin tek parti yönetiminin anlayışı” günümüze dek ulaştı. Bu ülkenin yurttaşlarının anadillerini geliştirerek gelecek kuşaklara aktarılmasını çok gören bu anlayış, anadilleri Türkçe’den başka diller olan çocukları, ilkokula başladıklarında hiç bilmedikleri veya çok az bildikleri dil olan Türkçe’yle eğitim- öğretime zorlayarak, onların travmalar geçirmelerine ve sonradan ne kendi anadillerini ne de Türkçe’yi iyi konuşabilen kuşaklar olarak yetişmelerine sebep oldu.
Türkiye’nin Türkçe’den başka anadilleri, yani Gürcüce gibi dilleri, “siyasî irade” tarafından 1965’teki nüfus sayımında “İslâm Azınlık Dilleri” başlığı altında sınıflandırıldı. Bu diller günümüzde ise, “Türk Vatandaşlarının Günlük Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil ve Lehçeler” olarak sınıflandırılıyor. Hatta bu sınıflandırmayla, 20.09.2002 tarih ve 24882 sayılı ve 25.01.2004 tarih ve 25357 sayılı “uygulanmayan” yönetmelikler bile çıkmıştı. “Çeşitli kanunlarda değişiklik yapılmasına ilişkin 4771 sayı ve 03.08.2002 tarihli kanun” da (Resmi Gazete: 09.08.2002- 24841) aynı sınıflandırmayı kullanıyordu. “Bu dil ve lehçeler” hakkında güncel bilgimiz bulunmuyor. 2000 yılındaki son nüfus sayımlarında bu konuda bilgi edinmeyi sağlayacak sorular ne yazık ki sorulmadı. “Bu dil ve lehçeler”in, yıllara göre hangi bölgelerde kaç kişi tarafından anadili, ikinci dil, üçüncü dil olarak konuşulduğunu; kaç kişinin “bu dil ve lehçeler”i öğrenmek istediğini; bu kişilerin siyasî tercihlerini, eğitim düzeylerini ve kendilerini nasıl tanımladıklarını bilemiyoruz.
Bu hafta içinde TRT yönetim kurulu tarafından yapılan bir açıklamada, TRT’nin Türkçe dışındaki “farklı dil ve lehçeler”de yayın hazırlıklarına başladığı duyuruldu. Basından öğrendiğimize göre,TRT’nin “farklı dil ve lehçeler”de yayın yapılabilmesi için gerekli altyapı çalışmalarının yürütülmesi TRT yönetim kurulu toplantısında oybirliğiyle kararlaştırılmış. Ayrıca TRT, Devlet İstatistik Enstitüsü’yle ortaklaşa çalışarak hangi “farklı dil ve lehçeler”de yayın yapılacağına da karar verecekmiş. Bu “farklı dil ve lehçeler”den hangi dillerin kastedildiği de kimse tarafından bilinmiyor. Ayrıca TRT televizyonunun haftada iki saat, otuzar dakika ve TRT radyosunun da haftada dört saat, kırk beşer dakikalık “anadil”de yayın yapacağının belirtilmesi de “dağ fare doğurdu” şeklinde bir yorumu gerektiriyor.
Yurttaş alarak vergi ödeyen ve askerlik hizmetini yerine getiren insanların doğuştan sahip oldukları ve yıllarca kullanmaları engellenen haklarının veriliyormuş gibi yapılması, bunun da “hassas” dakika hesabıyla sanki bir lütûfmuş gibi lânse edilmesi, “CHP’nin tek parti yönetimi anlayışı”nın hâlâ hakim olduğunun hazin bir göstergesidir.
Ta başta, Türkiye’nin Gürcüce gibi diğer anadillerinin gelişimi engellenmeseydi, bugün Türkiye’nin dilsel ve kültürel zenginliği nasıl olurdu?
“İki-dillilik” Sovyet yönetiminin kuşkusuz en önemli başarısıdır. Rusça, tüm “Sovyet Coğrafyası”nın ortak diliydi. Bu durum uygulanan politikalarla gerçekleşti. Hem “o Coğrafya”nın diğer dilleri Rusça’dan beslendi hem de Rusça gelişti ve kültürler birbirlerini destekledi. İşte Gürcistan ’ın Gürcücesi o koşullarda gelişti. “Tek-dillilik” i dayatan “CHP’nin tek parti yönetimi anlayışı” ise “Batı Dilleri”nde eğitime göz kırpmakla bile kalmadı, Türkçe’yi de çeşitli etkiler altına çekti.
Tengiz Abuladze’in filmi, çevrildiği yıllarda hangi mesajı vermek istediyse istesin; ”Sovyet Yönetimi”, bu filme karşı o zaman ne tavır takınmış olursa olsun, bütün bunlar ancak ve ancak Sovyet yönetiminin Gürcüce’yi yüceltmesi sayesinde olmuştur. Gürcüce, 70 yılda işte bu noktaya ulaşmıştır. Gürcüce, Gürcistan ’da Rusça ile gelişmiştir.
Türkiye’de ise, Türkçe ile diğer anadilleri arasında bir ilişki kurulmadı.Türkçe, diğer anadilleri besleyemedi. Türkçe olması gereken ölçüde gelişemedi, fakir kaldı. Kültürler birbirlerinden beslenemedi. Türkçe’yi de kendi anadilini de iyi konuşamayan bir kitle oluştu. İşte bütün bunlardan dolayı, günümüzde Türkiye’deki “dil sorunu” yalnızca Gürcüce gibi anadillerini yaşatma sorunu değil başlı başına, aynı zamanda ortak anlaşma dili Türkçe’nin de yaşatılması sorunudur da.
Bugün başlanırsa, Tengiz Abuladze’ye 20 yıllık bir mesafeyle ne zaman yetişilir, bunu ancak Türkçe ve diğer anadillere olan saygı belirleyecektir. En önemli engel, “CHP’nin tek parti anlayışı”dır. Her alanda olduğu gibi “dil alanı”ndaki bu engel aşılmalıdır. Bu olmazsa Gürcüce gibi anadilleri yok olmakla kalmayacak, Türkçe’nin de “Batı Dilleri” karşısındaki çöküşü daha da hızlanacaktır. (Bu makale, TRT Arapça, Boşnakça, Çerkesçe, Kırmanci ve Zazaca yayına geçmeden önce, 25 Mayıs 2005 tarihinde kaleme alınmıştır.)
(Ali İhsan Aksamaz; ÇVENEBURİ DERGİSİ, Nisan- Eylül 2004/3 – 52-53. Sayısı)
+
(Önerilen Okumalar: Ali İhsan Aksamaz, “Yine Geldi 21 Şubat/ Xolo Komoxtu 21 K̆undura”, 21 II 2012, yusufbulut.com/ suryaniler.com/ sonhaber.ch/ circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “CHP, TRT ve Lazca”, circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Türkiye’deki Anadiller”, circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Türkiye’nin Anadil Zenginliği”, circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Şu Bizim Sahipsiz Lazca”, circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Kültürel Zenginliğimizin Farkında Olamayışımız”, circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Beyin Fırtınası: Anadil(in)de Fırtına”, circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz, “Acilen Türkiye’nin Anadilleri Kurumu” Oluşturulmalı”, circassiancenter.com.tr; Ali İhsan Aksamaz: “Anadillerin “ağız, şive, lehçe ve diyalekt” farklılıklarını öne sürenler, bu anadilleri küçümsemek için bunu yapıyorlar”, cherkessia.net)