BİR KULE YAPMAK -II

Doç. Dr. ENGANOY Erol Yıldır
07.01.2006

Kule biçim ve şekil yönünden kimi kaynaklarda ayrıntılı olarak tarif edilir. Buna göre mimari bir eleman olarak,  dairevi, dört köşeli veya çokgen planlı inşa edilen ve eninden ziyade yüksek yapılan taş, kargir veya ahşap yapılara “Kule” denilmektedir. Uçları sivri olarak biten piramit şeklindeki yapılar yüksekliklerine rağmen kule olarak adlandırılmazlar. Kule kelimesinde daha çok bir “kale”lik anlamı aranmalıdır. Buna göre piramit ve ziggurat tipi yapıları kule olarak adlandıramayız.

Bu noktada hatırlamamız gereken en önemli yapı şüphesiz ki (günümüzün yıkık Bağdat yakınlarındaki) Babil Kulesi olacaktır. Bu efsanevi kuleye ait hayal ve gerçeğin iç içe karıştığı söylencelerin kökeni Sümer efsanelerine kadar dayanır. Anlatıldığına göre Sümerler uzun bir dönem bolluk ve huzur içerisinde yaşıyorlar ve en yüce tanrı olarak gördükleri Enlil’e tek dilde dua ediyorlardı. Ancak bu müreffeh dönem uzun sürmez bilgelik tanrısı akıl ve bilginin sahibi Enki, Enlil‘in bu üstünlüğünü kıskanınca insanlar arasında savaş ve bozgun çıkarıp bu mutlu çağa ve tek dilde anlaşmaya son vermek için harekete geçer. Tek bir dille konuşan bu insanlara çeşitli diller dağıtır ve çıkan karışıklıklarda bütün zigguratlar yıkılır. Destanda bahsedilen zigguratlardan birkaç tanesini daha sonra bölgeye gelen ve onları yıkılmış halde gören İbraniler  “bu yapıların, yaratanın yaratılan karşısındaki gücünü gösterdiğini” düşünürler.  Böylece Tevrat’ta da bu efsane “..ve bütün dünyanın sözü bir, dili birdi. Şarktan göçtükleri zaman sinear diyarında bir ova buldular, orada oturdular. Birbirlerine ‘gelin kerpiç yapalım, onları iyice pişirelim”. (Onların taş yerine kerpiçleri, harç yerine ziftleri vardı.) yeryüzünde dağılmayalım diye kendimize bir şehir, başı göğe erişecek bir kule yapalım” dediler. Ve ademoğullarının yapmakta olduğu şehri ve kuleyi görmek için rab  indi. Onlar bir kavm, hepsinin tek dili var. Gelin inelim birbirlerinin dilini anlamasınlar diye onların dilini karıştıralım. Rab onları oradan dağıttı ve şehri bina etmeyi bıraktılar. Bundan dolayı onun adına babil dendi” (tekvin 11:1-9) mealine dönüşür. Tevrat, böylece Sümer efsanesinde geçen zigguratlardan birisinin Babil kulesi olduğuna atıfta bulunmaktadır. Bu noktada bir ziggurat olduğunu anladığımız “Babil Kulesi” nin, yukarda tanımladığımız şekliyle gerçekten kule olamayacak kadar farklı bir yapı olduğu da ortaya çıkmaktadır. O halde Babil’deki bu yapıya kule denilmesinin sebebi insanoğlunun yaptığı devasa boyutlardaki ilk yüksek yapı oluşundandır. Hatta günümüzde kule düşüncesine ve bu yapının taşıdığı anlamlara doğrudan etki eden tüm sembolik ifadelerin kaynağı da bu yapıdır. Babil kulesi hakkındaki başka anlatımlarda, kulelerin günümüze kadar ulaşan sembolik anlamları hakkında önemli ipuçları tespit edilir.

Denildiğine göre Babil’de mutlu bir hayat yaşayan insanlar tanrı’yı o kadar çok merak ediyorlarmış ki, onu görebilmek için göğü delen bir kule yapmaya karar vermişler. İnşaat, bütün işçilerin bir ibadet vecdi içinde uyumla ve şevkle çalışmasıyla kısa zamanda yükselmiş. Kule yedi katlı bir ziggurat şeklinde ve her katı tanrıya giden yolda bir aşamayı sembolize ediyormuş. 1.kat toprağı ve taşı, 2.kat ateşi, 3.kat bitkileri, 4.kat hayvanları, 5.kat insanları, 6.kat gökyüzünü ve 7. kat da melekleri sembolize ediyormuş. Buna göre bir insan ancak bütün bu katları öğrenip anladıktan sonra, daha doğrusu yedi merhaleyi sırayla çıktıktan sonra tanrıya ulaşabiliyormuş. Babil kulesi’nin boyutları hakkında da efsanevi bir bilgiyi vermek gerekirse; temelleri kare planlı ve 90 metre uzunluğunda, birinci katı 33, ikinci katı 18, üçüncü, dördüncü, beşinci ve altıncı katları 6, en üst katı ise 15 metre yüksekliğinde olmak üzere 90 metreymiş. 85 milyon tuğladan yapılan kulenin çevresinde rahip sarayları, ambarlar, konuk odaları, tanrı Marduk adına yapılmış bir diğer tapınak olan Esagila‘ya giden aslanlı geçit ve dini tören yolu varmış.

Anlatılanlara göre, kulenin yapımında tam da göğün yedinci katının sınırları zorlanırken, Tanrı, kulenin yapılmasını kendisine yapılan bir şirk olarak görür ve her işçiye ayrı bir dil verip “Tebelbül-i akvam” denilen yani insanların lisanlarının farklılaşarak artık kimsenin kimseyi anlamadığı bir ortam oluşturur. Bu nedenle de inşaat durur. Bazı tarihi kaynaklarda; Babil’i çeşitli defalar işgal eden Tikulti-ninurta, Sargon, Sanherip ve Asurbanipal gibi kralların kuleyi yıkmaya çalıştıklarından söz edilerek, Babil kralları Nabopollasor ve Nabukadnezar’ın ise yeniden onardıkları kaydedilir. Ancak M.Ö. 479’da Babil’i fetheden Pers kralı Kserkes kuleyi bir kez daha yıkar ve sonra tekrar onaran olmaz. Yalnız, Büyük İskender Babil’e geldiğinde harap haldeki kuleye hayran kalır ve onu eski haline getirmeye karar verir. Bu sebeple 10.000 kişiyi iki ay boyunca çalıştırarak molozları temizlettirir. Fakat İskender’in ani ölümü kulenin onarımından da vazgeçilmesine sebep olur. Kulenin kalıntılarından arta kalan tuğlalar ve taslar, yöre yerleşimlerinin inşasında kullanılır ve bu nedenle de zamanımızdan 5.000 yıl kadar önce temeli atılan efsanevi yapıdan geriye bir şey kalmamıştır.

Tevrat’a göre de Babil kulesi’ni Hz.Nuh‘un torunları gökyüzüne ulaşmak, tanrının oturduğu yere varmak için yapmışlardır. Bu sebeple kule, Tevrat’ta “insan gururunun utanç kaynağı” olarak gösterilir ve tanrının, kuleyi yapan halkı, dillerini ayırarak cezalandırdığı, günümüzde kullandığımız dillerin kaynağının da bu olduğu söylenir. Dinsel metinlerde kulenin yüksekliğine atıfta bulunarak yapılan lanetleme, daha sonraki inanışlarda da oldukça benzer şekillerde anlam kazanır. Tasavufi bir yorum; Babil Kulesinin bir varlık iddiası olarak yükseldiğini,  İnsanın kendisini yaratan Rabbine karşı bir başkaldırısı olarak: “Ben varım, senin katına kadar yükselebilir ve seninle istediğim gibi irtibat kurabilirim” gibi bir sapkınlığın ifadesi olarak görür. Göklere uzanan bir kule yaparak Allah ile boy ölçüşmeye kalkışanlar aslında Rableri ile nasıl irtibat kurmaları gerektiği konusunda haddi aşanlardır. “Vahiy” gerçekte insanın konuşması gereken tek diliydi. Ne zaman ki insanlar vahyin dili ile konuşmayı bıraktılar, Allah onları Babil Kulesi’nde çalışanların akıbetine uğrattı. Allah’ın, ölçüyü kaçıran bu insanlara cezası kendi aralarında nasıl irtibat kuracaklarının ölçüsünü kaybettirmek oldu. Ebedi bir hayatı kaybetmek ya da kazanmak imtihanı içerisindeki bir insanın bunu farklı diller ve seslerin arasında kaybetmesinden daha büyük bir ceza olabilir mi? Artık herkesin bir şeyler konuşup, ama kimse birbirinin dilinden bir şey anlamamasının sebebi işte budur. Allah kendi dilini kullanmayı unutanı, sahte dillerin bataklığında kendi başına bırakır. Aslında bu insana verilen çok büyük bir cezaydı. Tasavvuf vahiy kaynaklı bu “aslî” dilin bir tür arayışıdır. Bu kadar çok sesin ve sözün arasından insan, kendisine ebediyet yolunu gösterecek o aslî dili bulmakla mükelleftir.

Görüldüğü üzere Babil kulesi’nin yüksek bir yapı olmanın bedeli olarak temsil ettiği düşünülen temel kavram, insanın onu şirke ulaştıran “kibir ve gururu”dur.  Bu noktada insanın aklına şu fantastik sorular takılıyor. Günümüzde,  kimi dinsel kaynaklarda geçen “yüksek yapıların kıyamet alameti olarak görülüp, sakınılması gerektiği” düşüncesinin Babil kulesi hakkındaki bu antik anlatılarla bir ilişkisi olabilir mi?

Ya da tüm bu göndermelere karşılık inatla kuleler yapıp içinde yaşayanların, yaptıkları bu lanetlenmiş işin bedelini yine kulelerini yitirerek, geride yıkık kuleler bırakarak terki vatan etmeleriyle bir bağlantısı olabilir mi?

Tüm bunlara karşılık bir kule yapma düşüncesi ve alışkanlığı Babil kulesinin lanetli efsanesinin yarattığı bağnaz korkudan arınmış ya da etkilenmemiş olarak farklı anlam ve işlevler kazanarak çağlar boyunca devam etmiştir.