Doç. Dr. ENGANOY Erol Yıldır
25.01.2006
Kuleyi bir kez gören, bir ömür hep onu arar.
Kuleyi görenin artık hayatında bir türlü vazgeçemeyeceği, gündelik hayatın rutinlik kazanan davranışlarına aykırı, çok özel ek olarak bir uğraşısı daha olacaktır. Bu uğraş, yaşadığı yakın ve uzak çevresinden başlayarak, gittiği her diyarda veya gitmemiş olsa da dünyanın herhangi bir köşesinde varlığından haberdar olmaya çalıştığı, okuduğu ve duyduğu her anlatıda o fantastik yapılardan bir iz aradığı daha çok içgüdüsel bir arayıştır. Bu arayışlar onun hayatında aslında büyük bir algı zenginliğine de yol açacaktır. Bazen en yakınında bulacağı bir kule kalıntısını ilk kez görmenin şaşkınlığını yaşayacak, ya da yıllarca üzerinde çalışmasına kuleler hakkında uzmanlaşmasına rağmen, bir gün dünyanın bir köşesinde hayranı olduğu bu yapıların bazı örneklerine herhangi bir kaynakta rastlamanın etkisiyle duyduğu o sevinçle karışık tanımlanması güç cehalet hissinin tatlı-acısını da duyacaktır. Tüm bu duyumsamaları ise onun belki de, bu ömür boyu süren arayışlarının tek ve asıl ödülü olacaktır.
“Yıllarca, bu kimi yıkık ve virane halde, kimisi ise sanki yeni yapılmışçasına korunmuş yapıları gördüğü ve zihnine kazıdığı o ilk günkü heyecanını duydu. O, yıkık kulede dolunay ışığının altında isli çıraların çıtırtılarla yandığı ateşin başında geçirdiği geceyi ise asla unutamadı. Kulede, bir anne şefkatiyle kendini kucaklamış sevgilinin kollarında huzur içinde uyurmuşçasına hızla geçen o gece, hep hafızasında yaşamının en güzel günlerinden birisi olarak çakılı kaldı. Kendinin adeta bir parçasına dönüşen bu sade ve harap yapı daima özlemle andığı, geride bıraktığı bir dosta dönüşmüştü. Bu dört yüksek yekpare duvardan ibaret yapının kendini çeken özellikleri üzerine yıllarca enine boyuna düşündü. Bir tepe üstüne ya da azgın bahar sularının çağladığı dere yataklarına doğru uzanan bir vadiye kurulmuş ve terk edilmişlikleriyle bir öksüz gibi boynu bükülmüş bu yapıları tüm canlılığıyla hatırladığında zihninde beliren içli bir yalnızlık hissi hep hüzünlendirdi kendisini. Kulelerin tüm terk edilmişliklerine rağmen yıkık virane de olsalar heybetle göğe doru yükselmelerini ise, onlarca yerinden yaralanmış, yıkılmamaya çalışan bir savaşçıya, bazen de en umulmadık anlarda ihanete uğramış ama yılmamış, yaşama dört elle sarılmış bir insana benzeterek hep hayranlık duydu. Kule, böyledir işte bir kez göründü mü insana gerçek yüzüyle, riyasız, yalansız ve hilesiz olarak görünür, görenle kendisi arasında ancak içtenlikle kazanılabilecek bir dostluk kurar.”
“Ertesi gün, henüz vadiye inen sisler dağılmadan, arduvaz taşlar üzerine düşen kırağılar erimeden, geriye doğru gitmek isteyen, mızmızlanan, isyankar adımlarla dönüş yoluna koyuldu. Kule, o’nun için bir gün karşılaşıp hasret giderebileceğine inanarak rahtlıkla geride bıraktığı, uzaklarda da olsa en azından yaşadıklarını bildiği için teselli bularak hasretliklerine katlandığı arkadaşlarından, dostlarından birisine dönüşmüştü artık.
”Araya giren yıllar kuleye olan hasretini hiç dindirmedi. O’ndan uzakta geçen, savaşlar acılar ve yıkımlarla dolu günlerde aklında hep vardı. Ne, yıllar geçtikçe ağaran dökülen saçlarıyla kapısını çalan olgunluk günlerinde, artık dönmemecesine geride kalan o taze gençlik günlerine duyduğu özlem, ne de yıllarca yan yana yürüdükleri, acı atlı birlikteliklerinin sona erdiği, yalnızlığın karanlık derinliklerinde bir sevgiliye duyduğu özlem, bu kırık dökük yapıya -ve onda bir ömür geçirmeye- olan isteğiyle karşılaştırılamayacak kadar sıradan birer hasretlikti. Kaderin garip bir cilvesi olarak beklenmedik bir şekilde hayatına girip, dünya gözüyle gördüğü ve bir şimşek hızıyla kaybettiği, şimdi, kavuşması ise yıllar alacak, çok uzaklarda kalan o yapılara olan bu özlem, onu, içinde özel ve bir başına yaşayacağı kendi kulesini yapmaya sevk etti.”
Kuleyi aramanın verdiği yorgunluğun tek ilacı kuleye kavuşmaktır.
Kuleyi aramak ise gerçekte neyi aradığının farkına varmaktır.
Kule arayıcıları birbirlerini gördüklerinde bazen çok rahatlıkla tanıyabilirler. Onları birbirlerine çeken, kim bilir belki de kuleye duyulan özlemin oluşturduğu ve sadece kuleyi arayanlara has bir morfolojik oluşumun etkisidir. Bazen de kimi yapısal değişimleri kendi istekleri doğrultusunda -özel bir halde- oluşturmanın verdiği benzerlik, onlar arasında bu bağlantının da başlıca nedeni olabilir. Kule arayıcıları bir arada buldukları daha ilk anda, kolaylıkla, ancak yılların oluşturabileceği bir sürede olgunlaşacak bir yakınlıkla birbirlerine kaynaşırlar. Fakat, her kule arayıcısı aynı zamanda kendi yolunu çizmiş bir “neyi aradığının farkındalığına” sahiptir. Bu nedenle bir süre sonra özde oluşmuş farklılıklar ortaya çıkmaya başlar. Bu durumda kule arayıcıları –gerçekte aynı yöne doğru gitmelerine rağmen- birbirlerine şüpheyle bakarlar. Eğer, “ne aradığının farkındalığını” bir inanca dönüştürmüşlerse bir şimşek hızıyla oluşan birliktelik aynı hızla yok olur. Kule arayıcıları aynı paradoksu hayatlarında birçok kez yaşayarak aramalarına devam ederler. Kule arayıcılarının belki de kuleye varmalarına engel olan ve bu engelin oluşumunda en büyük etkeni oluşturan “paradoksal yapıda” oluşturulması gereken bir değişikliğin, ancak aranılacak gerçeğin ve çizilecek ivmenin, –yapısal değişime kökten karşı olan inanca dönüştürülmeden- dünyevi bir çizgide ve bilimin akılcılığında olması gerektiğini veya bunda gizli olduğunu söyleyenler ise hep azınlıkta kalarak sessiz çığlıklar atmaya devam ederler.
Kuleyi aramak, imani bir oluşum ve amel değil, dünyevi bir arzudur.
Çünkü kule, bu dünyaya ait bir yapı olarak inşa edilmiştir. Kuleyi arayanın o’na farklı bir dünyanın anlamını ve gerçekliğini yüklemesi ise kuleyi baştan kaybetmesinin farklı bir yolu olacaktır.