BİRBİRİMİZİ GÖLGELEDİĞİMİZ İÇİN ÜŞÜYOR DÜNYAMIZ

YEMUZ Nevzat Tarakçı
01.12.2007

Fakültede, eski Türk edebiyatı hocamız, yaşlı olmasına, yorgun görünmesine rağmen bize hep faydalı olmaya çalışan biriydi.

Allah rahmet eylesin çok istifade ettiğimi söyleyebilirim. 

Bir gün, gayet güzel giden dersin birinde Mevlâna ve felsefesi tartışılırken hepimizi şaşırtan bir tepki verdi:

“Hiç sevemedim Mevlâna’yı.”

“İnsan bu kadar harika eseri Türkçe dururken Farsça yazar mı?”

“Bu muhteşem eser Türkçe yazılmaz mı, bu yüzden hoşlanmıyorum Mevlâna’dan.”

“Hatta onun Türk olduğunu da sanmıyorum!” 

Bugün gibi hatırlıyorum, çok üzülmüş ama karşı görüş önerememiştim.

Çoğumuz donup kalmıştık bu gariplik karşısında.

Şimdi bu lâf, bir bilim adamına yakışmış mıydı?

Nedendi bu tavır?

Hangi mantık aranmalıydı bu bay Prof.’un ifadelerinde? 

Mevlana’yı tanıyan, onu öğrencilerine anlatan biri nasıl bu kadar sığ düşünebilirdi?

Bir ilim adamı, bir edebiyat profesörü kafatasçı olabilir miydi?

Yoksa öğrencinin anlayamayacağı, kavrayamayacağı derin manalar mı gizliydi bu ifadede? 

Bir eser benim dilimde yazılmadıysa, bu eserin müellifi benim ırkımdan değilse, değersiz mi oluyor bu değerler? 

O yaşta bu mantığı anlayamamıştım?

Ya şimdi, şimdi anladım mı?

Hayır, asla!  

Ne değerlidir, ne değersizdir?

Değer neye göredir, ölçü nedir?

Bana yakın olan mı?

Bana şirin görünen mi?

Anlayan varsa beri gelsin! 

Ya bizim bakış açımız?

Ya bizim Prof’lar?

Yani Mevlana Çerkes olsaydı, meşhur bir “Wuerk” den doğsaydı, eserlerini farklı mı algılardık, daha iyi mi anlardık?

Mesnevi, Kiril alfabesiyle yazılsaydı daha mı okunmaya değer olurdu?

“Sema”nın adı “kâfe “olsaydı daha mı bir anlam kazanırdı?

Çerkes’ler, düşmanlığı, kanı, kini, ayrımcılığı silip atan, herkesi kucaklayan bu gönül dostunu, bu sevgi kahramanını daha mı iyi anlayacaktı? 

Her ırktan, her dinden ve her anlayıştan insanın gönlüne girebilmiş, düşmanlık duygularına karşı sevgi ve dostluk bayrağını gönüllere dikmiş bu gönül insanlarını tanımak için hangi ırktan, hangi renkten olmak gerek?  

“Benden olmayan, benim kanımı taşımayan kayda değer değil!” düşüncesi nereye kadar götürür insanı.

Bu hastalıklı bakışın milliyetçilikle, vatanperverlikle ne alakası olabilir?

Sarmazlar mı “ Ne zamandır, bilginin, gönlün, hoşgörünün… dini, ırkı olmaya başladı?” diye.  

Milliyetçilik, mensubiyetçilik, şaşı bakmak, dile, dine, renge, kokuya göre ayrıştırmak olmamalı asla!

Dünyayı kucaklayan sevginin dilini bilmek olmalı.

Mevlâna boşuna söylememiş:

“Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşır!” diye.  

Masallar uydurarak,

Senaryolar yazarak,

Aynaya hiç bakmayarak

Faşizmi tırmandıranlar,

Kan, kin ve husumet körüklüyor.

Menfi milliyetçilik yok olmadığı sürece sıkıntılarımız katlanıp gidiyor. 

Diller üstü dille konuşanlar, pergel gibi bir ayağını kendi değerleri üzerinde sabitlerken hareketli olan diğeri ile 72 milleti kucaklayanlar anlaşılmalı, anlatılmalı değil mi?  

Biz yeni şeyler söyleyemediğimizden ölü gibiyiz

Biz, birbirimizi gölgelediğimiz için üşüyor dünyamız.

Biz, yüzümüzü,

İyiliğe,

Sevgiye,

Hoşgörüye ve hikmete dönemediğimizden çaresizlik içinde kıvranıyoruz. 

Kendi özümüze sahip çıkmayışımız değil mi bizi kapkara gösteren birbirimize?

İçimizdeki kirli denizde birbirimize baka baka boğulup gideceğiz.  

Çözümse, kollarımızı alabildiğine açıp kucaklayabilmekte özümüzü.

Kucaklayabilmekte ayırmadan, bölmeden iyiyi, güzeli evrenseli. 

Biz büyükler, çağları aşıp günümüze ulaşan birlik çağrılarını,

Hoşgörü ve aşk nidalarını duymalıyız.

Duymalıyız ve gereğini yapmalıyız! 

Ya gençler, gençler de duymalı mutlaka bu sesi, tanışmalı bu gönül insanlarıyla, bu aşk çağlayanlarıyla!

“Kâfe”yi iyi oynayan gençlerimiz “sema”nın anlamını da iyi bilmeli.

Yani iyi Çerkes’im diyinler, renk din, dil farkı gözetmemeli asla!

Bazılarının sandığı gibi Çerkeslik, bu geniş ufukta kaybolmayacak, tam tersi bu ufukta gerçek değerini kazanacaktır. 

Büyükler büyük düşünmeli, gençler dünyayı tanımalı, daracık alanlarda boğulmamalı.

İyi Çerkeslik ufuk gerektirir, bilgi gerektirir, gönül gerektirir.

“Dediğim dedik, çaldığım düdük.” mantığı bize göre değil. 

“Avrupa Parlamentosu” nda gösteri yapan sevgili gençlerimiz bu boyutta düşünmeli.

Yurt dışında eğitim yapan gençlerimiz böyle hissetmeli.

Derneklerimiz bu eksene oturmalı

Ancak o zaman 450, 143, 1557 ve 1864’ler anlam kazanacaktır. 

Gönül, insanın duygu merkezidir.

Gönül bir irfan hazinesidir. 

Gençliğimiz gönülle tanışmalı.

Gönül mimarlarını tanımalı. 

Gönül bir kitaptır, gerçek sevgi ve hakiki aşk bu kitaptan okunmalı.

Bunun için gönlü aşkla doldurmalı. 

Peki, biz gençliğimize gönül dünyası sunabildik mi?

Yeri geldikçe madde ekseninden uzaklaştırabildik mi?

Maneviyatı ciddiye aldık mı?

Yoksa “Ne kadar kazanıyorsan o kadar insansın!” mantığıyla biz mi sürdük onları bu çıkmaz yola?

Biz mi bunalttık olları?

Biz mi gölgeledik? 

Gençler üşüyor, gölgede kaldı gençler.

Yoksa biz büyükler mi güneşi engelliyoruz? 

Ya biz bu güneşi tanımıyorsak!

Ya biz “sözde Çerkeslikle” yetiniyorsak! 

Öyleyse gönülden gönle giden yolu bulmalı,

Gönül almayı,

Gönül kazanmayı,

Gönül yapmayı iyi bilmeli.  

Kalp kalbe karşıdır, derler.

Gönül vermedikçe asla gönül bulamayız.

Sesin dağda yankı yapması gibidir bu.

Ne söylersek aynısını duyarız. 

“Sevmeyen sevilmez.” sözü doğruysa,

Gönlümüzü geniş tutalım, gönül kapılarımızı lâyık olanlara açalım.

Gönül adamı olalım.

Gönül adamları yetiştirmeye önem verelim. 

Ey gönlü olmayanlar!

Ey gönlü tanımayanlar!

Ey gönüllerinde aşk derdi bulunmayanlar!

Kalkın âşık olun.

Canların gıdası aşktır.  

Hâsılı, gençler ufuklu yetişmeli.

Gençler, kalp ve kafa bütünlüğüyle bakabilmeli. 

Gençler gönüllerinde gerçek aşkı hissetmeli. 

Eğer bizler, birbirimizi gölgelemezsek güneş hepimizi ısıtacak,

Kimse üşümeyecek! 

– Sahi; Sokrates, Confucius, Shakspeare, Beethoven, Descartes, Tolstoy, Mevlana… Çerkes miydi?

– Ne fark eder ki?