DOĞRU SORU SORMAYAN DOĞRU YANIT ALAMAZ!

Doğan Kuban
18 Mayıs 2012

Dünya tarihinin belki de en sıkıntılı dönemini yaşıyoruz. Amerika ve
Avrupa sonu gelebilecek bir dünya egemenliğini ellerinden kaçırmamak ya da biraz daha uzatmak için savaş dahil, her şeyi deniyorlar.

Dünyada olup bitenleri evrensel bir perspektiften göremeyen toplum
çoğunluğu sorunların nedenini Ahmed’e ya da Mehmed’e kolaylıkla
yükleyebiliyor. Kaldı ki cahil toplumu kolaylıkla yanıltan iç ve dış
sayısız odak var. Ödevleri yalan ya da saptırma. Oysa enerji darlığının,
iklimsel değişmelerin, kapitalizmin krizinin, Batı’nın dünya egemenliğini
koruma savaşının, Arap sözde devriminin ilkbahardan önce gelen sonbaharının nedenleri bizden bağımsız gelişmeler.

Yine de Türkiye sorunlarının büyük çoğunluğu evrensel sorunların
uzantısıdır. Çoğunu emperyalist Batılılar yaratıyor ya da dayatıyorlar.
Bizim demokrasi sorunumuz, Suriye ve Arap ülkelerinde ya da İran ve
Rusya’daki değil, Çin’deki hiç değil. Toplum tarihinin bize özgü
gelişmesinden ve toplumun ortalama cehaletinden kaynaklanıyor. Kaldı ki
sorunun temeli demokrasi denilen bir şey değil. Demokrasi, temelinde kişi
ve düşünce özgürlüğü olması gereken bir politik kavramdır. Dünyada hiçbir
zaman tam gerçekleşmedi. Çünkü toplumlar yaygın bir eşitliğe ulaşamadılar. (A) toplumu (B)’den daha demokrat demek (B)’de demokrasi yok demektir. Eski Yunan kentlerinde demokrasi ile birlikte köleler vardı. Şimdi adı köle olmayan kölelerin durumu eski Yunanlıların kölelerinden beter.

GELECEK SORGULANMIYOR

Bundan bir yıl önce (sıfır sorun aşamasında) Türk toplumu Çin’de, Rusya’da, İran’da, Suriye’de, petrolcü Araplarda, Mısır’da, Libya’da demokrasinin varlığını ya da niteliğini sorgulamıyordu.

Ama, üç yıldır kendimizi sorguluyoruz. Cumhuriyet dönemini sorguluyoruz,
ülkenin birkaç yıl sonraki geleceğini nedense sorgulamıyoruz. Türkiye’nin
sorunu yok demek, kafayı kuma gömmektir. Dünyanın ağır sorunlarla karşı
karşıya olduğunu görmek için sabah sekiz, gün on dokuz felaket çanı çalan yerli, yabancı haber kaynaklarını izlemek yeter.

Bu ülkede fazla yağan yağmur bile bir felaket çanıdır. Depremden sonra Van neredeyse boşaldı. Fakat bizim halk ağustos böcekleri gibi. Özel araba, inşaat ve tüketim toplumu. Arabasına benzin koyarken kendinden geçiyor. Otomobiller sarhoş, sürücüler sarhoş. Bu toplum yılda 5-10 bin kişinin araba kazalarında ölmesine karşın vurdumduymaz.

Bu bir dengesizlik göstergesi değilse neyin göstergesi? Kadın katilleri
sarhoş, sınavlarda sıfır çeken öğrenciler sarhoş, hocasız üniversite
açanlar da öyle olmalı. Bu toplum tarihini televizyon dizisinden öğreniyor.

Daha doğrusu uydurma hikâyeleri gerçeğe yeğliyor. Bizim toplum alışveriş
merkezlerinde piknik yapıyor, ağaç yerine bina dikiyor, toprağı betonla
kaplıyor. Ve bir şey okumuyor.

Biz kendimizden yakınırken birisi çıkıp Nixon’u, Reagan’ı, Bush’u,
Thatcher’i, Berlusconi’yi , Sarkozy’yi, Balkan canavarlarını, Orta Asya’nın
komünist artığı diktatörlerini, Arap diktatörlerini, Çin despotizmini ve
daha pek çok eğri büğrü ünlü politikacıları ve başka toplumların başına
gelenleri anlatırsa, dünya krizinin bize özgü olmadığını düşünmek
kolaylaşıyor.

Yine de dünyadan habersiz okuyucuların, vurdumduymaz politikacıların bir
türlü farkına varamadıkları büyük tarihsel olguyu vurgulamakta yarar
var: Amerika ve Avrupa dünya egemenliğini kaybetmemek için savaşıyorlar. Asyalılar bu kargaşadan ne çıkacağını hesap edemeyen ve rakibi neresinden yakalayacağını bilemeyen pehlivanlara benziyorlar.

Batılılar bir yandan beş yüz yıllık dünya egemenliği anılarıyla askeri,
ekonomik, kültürel zafer marşları çalıyor ve üstünlükleriyle övünüyorlar.
Çünkü diğer ülkeler onları taklit etmeye devam ediyorlar. Ne var ki zavallı
fakir toplumların (başta Müslümanlar) orasını burasını çekiştiren, onları
hırpalayanlar Batı uygarlığının temsilcileri olan büyük devletler.

Batılılar gerçek sorunları masa ya da koltuk altına süpürüp sözde temiz bir
dünyada, sahte gülücüklü söylemlerle cahil toplumları afyonluyorlar. Ne var
ki el sıkışırken fotoğrafçıya bakan politikacıların ağızlarının köşesine
takılan sahte gülücükler sadece politik yalanların simgesi değildir.
Karmaşık bir savaşın maskeleridir. Televizyon da bu bağlamda bir şeytan
oyuncağıdır.

KAPİTALİZMİN ONULMAZ HASTALIĞI

Dünyanın aptallık göstergesi milyarların seyrettiği televizyondur. Ekranın
temel sahneler yönlendirilmiş politik yorumlar ve tüketim reklamı
yaygaralarıdır. Televizyonlarda her ciddi haberi alışveriş cennetinin
sırıtkanları izler. Sokaklardaki çöp birikintileri ve pisliği, çamaşır
makinesi reklamları, beş on kişinin öldüğü bir kazayı bir otomobil reklamı,
bir hastalık salgını hikâyesini bir ilaç reklamı, bir yakıt zammını bir
gezi reklamı izler. Kafasını yemiş bir dünya başka nasıl olabilir? Böyle
bir zihin kargaşası insanın aklına, toptan intihar eden fare sürülerini
getiriyor.

Kapitalist dünyanın bir onulmaz hastalığı sürekli kazanç isteğidir. Fakat
bunun ahlaksız bir alt koşulu var: Para kazanmanın başarının temel
göstergesi olması. Yüz yıl önce bunu Amerikalılar keşfetti. Ve yine
Amerikalı bilgeler tehlikelerini daha başından belirttiler. 1905’lerde bu
eğilimin bir ahlaksızlık kapısı olabileceğini William James’in belirttiğini
daha önce de yazmıştım. Olasılıkla insan biyolojisine de uygun bir eğilim
olarak bütün dünyaya bulaşan bu ‘başarı=kazanç’ algoritması’nı günlük dile
çevirirsek “Zenginsen başarılısın, öyleyse büyüksün ve güçlüsün” anlamı
çıkar. Bütün politik yalanlar da bundan kaynaklanıyor.

Ne var ki günümüzde Amerika ve onun kuyruğu Avrupa’nın egemenlikleri
sorgulanır hale gelince, dünya şaşırdı. Bütün kargaşa bundan kaynaklanıyor. Bu, İkinci Dünya Savaşından sonra başlayan Amerikan Dünya İmparatorluğunun son aşamasının hikâyesidir. İnsan her zaman ne ise odur. Fakat dünya bu kadar kalabalık değildi ve bu kadar pis kokmuyordu.

Günümüzde Amerika ve onun kuyruğu Avrupa’nın egemenlikleri sorgulanır hale gelince, dünya şaşırdı. Bütün kargaşa bundan kaynaklanıyor.

Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan Amerikan Dünya İmparatorluğunun son aşamasının hikâyesidir.